Acı Bir Hatıra


 01 Mart 2025

Muhittin Gümüş [1] 

Acı bir hatırayı başka bir hatıra içinde anlatmak pek kolay değildir. Bir insanın yaşadığı acıyı çeyrek asır yüreğinde nasıl taşıdığını anladım da bu duyguları paylaşma isteği karşısında ne yapacağımı bilemedim. Büyük şaşkınlık içinde geçen zaman içinde empati kurup anlamaya çalıştım ve aynı derecede etkilendiğimin farkına vardım ve bunu da sözle dile getirmek veya kaleme almak hiç de kolay bir şey değildi benim için. 

Mütevazı bir fikir adamı, Kızılelma ülküsüne inanmış, uzun yıllardır Almanya’da yaşayan gönül ve irfan ehli Ekrem Özkan Beyefendi, ismiyle müsemma bir insandır. Bilindiği gibi “ekrem”, yüksek kerem sahibi yani ekrem’ül ekremîn olan Cenabı Allah’ın güzel adlarındandır. Ekrem, bizim sözlüğe göre, en kerim, en yüksek şeref sahibi, daha cömert, eli çok açık anlamındadır. Ekrem Bey’in cömertliğini nereden anladık? Kısaca izah edeyim.

-Hayatta hiç yüzünü görmediği, sesini duymadığı, iki çift lafını işitmediği ama yazılarını okuyup beğendikçe “Siz iyi bir duayı hak ettiniz…” deyip kimi zaman “Açık Mektup” başlığıyla kimi zaman da özel mesaj kutusuna yazdığı “Hayırlı günler Hocam…” diye başlayan dualarındaki cömertliği hissetmemek mümkün mü?  Bir defasında “Hayırlı sabahlar Hocam. İyiler iyilikleriyle anılırlar, bu anılma her ne kadar insanlar için olsa da hakikatin de Hak katında yapılan şahitlikler şeklinde tezahür eder… Cenabı Allah; iyiliklerimizi dergâh-ı ulûhiyetinde kabul, indinde makbul ve hâsıl olan sevaplara, sizi ve sevdiklerinizi de hissedar eylesin. Siz iyilerdensiniz. Sevgi Allah’a…” diye yazdı. O gün bu duaya nail olmak benim için en büyük şerefti… Her sözü, her yazısı “Sevgi Allah’a” diye biter. Bu duaları eşim de okuduğu zaman “Kimdir bu Ekrem Beyefendi? Sana bu kadar güzel duayı ancak annen, baban ya da ben ederim… Biraz da seni çok seven öğrencilerinden iyilik görenler edebilir. Başkalarının iyiliğine, hayrına Cenabı Allah’a dua etmek çok büyük cömertliktir.” dediğinde Allah’a sevgisi olan bir insan olduğunu, iyilikte ve cömertlikte yarıştığını her satırından hissettiğimi söyledim.

Derviş ruhlu insanlar ilham verirler ki ilhamı alanlar zaten anlayabilir diye… Genellikle gençlere hitap ederken “İş, nefsi yenmekte biliyorsun değil mi, evladım? Namının zerre faydası olmaz öte yanda haberin ola! Kimi insanların celâli cemâline galip, derler. Sakın ola senin celâlin cemâline galip gelmesin, en büyük muzaffer cemâli celâline galip gelendir.” derler. Cemâli celâline galip gelen insan Ekrem Bey’in ruhunda kopan fırtınalar içinde durgun bir meydan vardır ki onun kurb u civarından kasırga, tufan, hortum bile baş eğer, aheste geçer.

Ekrem Bey, Türk milletinin sahip olduğu maddi kültür ürünleriyle yüksek manevi değerleri özümsemiş, hazmetmiş ve bizzat kendisi bir değer hâline gelmiş kıymetli bir insan olarak uzak diyarlarda görev yapmış, çalışıp emek vermiş, alın teri dökmüştür. Alın terinin en çok döküldüğü bir zamanda yaşadığı çok acı bir hadiseyi kaleme dökerken çok defa yutkunmuş, bu yutkunmaların ardından gelen gözyaşları onu takatsiz bıraktığı için birkaç sayfalık yazıyı üç oturumda yazabilmiş… Bana hayır duası dışında hiçbir şey yazmayan Ekrem Bey’in mesajını gördüğümde şaşırdım. Duayla başlayan mesajın devamında “Oğlum Kaan Yusuf’la ilgili yazdığım yazıyı size göndereyim… Her defasında gözyaşlarına boğuluyorum…” şeklindeki cümleler benim aniden irkilmeme sebep oldu. Mesajın tamamını okuyayım da öyle yoluma devam edeyim diye Bişkek’teki bir sokağın boş bir köşesine çektim arabamı. Akşam saatleriydi… Mesajda “Hayırlı günler Hocam. Sizden bir ricam olacak. Evet derseniz çok sevineceğim. Size oğlum Kaan Yusuf ile ilgili yazı göndereceğim. Siz de zahmet olmazsa eline yüzüne bakılır bir hâle getireceksiniz… Ne zaman hatırlasam, burnumun direği sızlar; gözyaşlarımı tutamam. İlgilenip sayfama da eklerseniz gönülden teşekkür edeceğim. Sevgi Allah’a…” yazılıydı. Mesajı ilk algılayışımda zihnimde bambaşka şeyler vardı; Kaan Yusuf hakkında başarı hikâyesi var da onunla ilgili olarak başarının tahkiye edilmesi ve metnin imlâ ve anlatım yönünden düzeltilmesine katkı sağlamam isteniyor diye anladım. Az kalsın Kaan Yusuf göndersin bana yazıyı diyecektim… Ekrem Bey teknoloji özürlülerden biri değildir, mutlaka kendisi de iletebilir diyerek ilk düşüncemden vazgeçtim ve “Memnuniyetle üstadım…” diye cevap verdim. Telefonuma veya e-posta adresime gönderiniz diyerek gerekli olan numarayı ve e-posta adresimi de yazdım. Kısa süre sonra evime döndüğümde şöyle bir yazı vardı gönderilen metinde: 

“Hasan Güvercin Bey… Ettiğiniz duaya gönülden âmin diyorum. Siz hacca gittiniz mi, bilmiyorum. Ben hacca gitmedim ama yüz yıllardır Müslümanlar hacca giderler; bu esnada haccın rükünlerini yerine getirirken bir de Safa-Merve arası koşarlar. Evet, değerli insan…  Ben o Safa-Merve’ye hiç gitmemiş olsam da onu çok iyi anlayan biriyim. Çaresizlik içinde yaşadıklarımın aslında büyük bir imtihan olduğunu fark ettim. Anlatayım efendim:

“Bu kardeşinizin 21 Nisan Salı günü bir oğlu dünyaya geldi. Düşünün bendeki sevinci... Selahattin Tekizoğlu Hoca’yı aradım; isim sordum… Tabii ki tavsiyesini tutmayıp yine burnumun dikine gittim ve oğluma ´´Kaan Yusuf Hemedânî´´ ismini verdim. Selçuklu Hanı Sultan Sencer’in bağlılığını göstermiş olduğu Yusuf Hemedânî; Allah yolunda hizmet için Türkistan yurdundaki Merv, Buhara, Herat, Semerkand gibi İslâm merkezlerini dolaşarak halkı irşat eden tarihî bir şahsiyettir. Biz de onun adını yaşatalım dedik. Dünyalar güzeli Yusuf yüzlü evladımla mutluyduk… Dağıttığı gülücükleriyle gönlümüzü coşturuyordu… 

“Günler, haftalar geçti derken tarih 21 Temmuz Salı günüydü… Öğle vakti paydos ettim. Her gün paydosta iş yerinin kantininde bir kahve içer, arkadaşlarla yarım saat sohbet eder, sonra evimize giderdik. Ancak o gün içimde bir sıkıntı vardı ki dayanılacak gibi değildi. Dedim, haydi arkadaşlar, bana müsaade, ben gidiyorum. Eve geldim. Kapıyı açtım, içeriye girdim ki eşimin kucağında Kaan Yusuf. Eşim Mihrigül Hanım önde, kızım Gökçen’le evin içinde koşuşuyorlar; ben de oynadıklarını zannettim. Derhal ben de gayri ihtiyari onlara katıldım peşlerinde holde koşuşturuyoruz. Ekrem, “Kaan! Kaan!” diyordu eşim. Birden durdum ve eşimin yüzüne baktım ki beti benzi atmış… Bebeği kucağıma aldım, kalbini dinledim… Eyvah oğlum ölüyordu! “Ambulans çağırdınız mı?” diye sordum. Eşim, “Evet!” dedi. Hadi çıkalım dışarda karşılayalım! Dışarıya çıktık ki bir yağmur başlamış, sanki gök delinmişti o anda. Ben önde koşuyorum; kucağımda bebek, eşim peşimde, en arkada kızım olduğu hâlde ana yola çıktım. O sırada ambulans sesi duyuyoruz ama nerede? Geri döndüm öbür yola koştum, bu iki yol arası 200 metre üç-beş kere koştum ve en sonunda ambulansı gördüm ambulans geri gidiyordu. Bütün gücümle bağırdımsa da hâliyle duymuyorlardı… O arada sakallı bir vatandaşımız arabasından indi merakla… Ona bağırdım “Durdur şu ambulansı… Bebek ölüyor durdur!” Allah biliyor ya ben hiç kimseye yalvarmamıştım o zamana kadar… İlk ve son defa bir beşere yalvardım, Allah aşkına durdur, yetiş de durdur! Ben yetişemem ama o yetişirdi. Ambulans çekti gitti. Neyse tekrar koşturdum ana yola ilk bulduğumuz arabayla hastaneye gittik. Hastanede bir koşturmaca, bir koşturmaca…  Doktorlar geldi, bebeği benden aldılar… Meraklı bekleyişten kısa bir süre sonra maalesef, bebek sizlere ömür.”

Doktorlar çocuğumun öldüğünü, ellerinden artık hiçbir şeyin gelmediğini söyleyince eşim kendini kaybetti. Ona sakinleştirici iğne yaptılar, oğlumu da hastanede çaresizce bırakıp eve geldik. Evde eşimi yatırdım, üzerini örttüm, mutfağa gittim bir iki tüttüreyim dedim. İnanın kafamın içi bomboş; sanki dünyada hiç kimse kalmadı. Anlatılacak bir duygu değil tabii. O sırada kapı çalındı, açtım. İki kişi geldi; polisiz dediler… Bana olayın nasıl olduğunu sordular; anlattım. Eşimle konuşmak istediler; dedim mümkün değil, doktorlar sakinleştirici iğne yaptılar yatırdım. Baktılar ki zavallı eşim yatıyor… Neyse gittiler. Dostların nereden duyduklarını, kimin haber ettiğini anlamadım. Kapı çalındı, baktım ki aynı ülküye aynı davaya inanan dostlarım gelmişler. Hüzün dolu yüzlerle, titreyen sesleriyle:

- Aman kardeşim Ekrem, hayırdır yahu, başında bir iş varmış… dediler. 

-Gelin hele gelin, geçin oturun, dedim. Hemen biri çaydanlığa su doldurdu, ocağa koydu… Kapı yine çalındı yine bir sürü gelen ve nihayet kapı çalındıkça ev doldu taştı. Beni tanıyan tanımayan çevrede ne kadar Türk gönüldeşim varsa sökün etti, geldi. Benim hâlim hâl değil, gelenler sağ olsunlar cebime de bir şeyler sokuşturuyorlar… Ceketimi çıkarmamışım; ceket ceplerim şişti de şişti. Allah biliyor ya zaten hiçbir şey düşünemiyorum o sırada… Bir ara elimi cebime attım ki cep kâğıt dolu… Çıkardım ki ne göreyim? Deste deste para… Elimi öbür cebime atıyorum yine deste deste para…  Gelen arkadaşlarım ellerini cebime sokuşturup:

-Hele kardeşim, belki lâzım olur, diyorlardı. Her gelen iki üç bin mark koyarmış. Bir ara içeriye girdim; cebimdeki paraları masaya bıraktım. Arkadaşlar! Allah sizlerden razı olsun! Kim kaç para cebime koyduysa alsın. Sonra kimin ne verdiğini bilemem; öderken zorlukla karşılaşırım. Lütfen alın, dedim. Neyse aksakal ağabeylerden biri dedi ki “Ekrem, şimdi ne yapacağız?” Ben de önce şu paralarınızı alın ve ben mutfağa gideyim sizler de neler yapacağınızı düşünün dedim. 

-Buraya mı defnedelim yoksa Türkiye’ye mi götürelim?

-Artık siz karar verin! 

Ben mutfağa geçtim duman atarken yarım saat sonra beni çağırdılar. İsmet amca (Allah rahmet eylesin) dedi ki:

-Bak Ekrem… Biz yeğenimizin Türkiye’ye götürülmesini ve Kayseri’ye defnedilmesini uygun gördük. Çünkü senin aile efradın bu bebeği hiç görmediler… Gelin kızımız Mihrigül’ün ailesi ise gördü ama yine de karar senin. 

-İsmet amca, sizin kararınız başım gözüm üstüne.

Onlar diğer detayları görüşmek için beni tekrar mutfağa yolladılar. Aniden beynimde şimşek çakarcasına:

- Hey bre benim bir kızım vardı, o nerde? Gökçen, Gökçen! Gökçen yok! Biz yağmur altında Safa-Merve arasında koşarcasına telaş içindeyken oradan geçen bir gençle karşılaşmıştım. Ona, “Kardeşim bebeğimiz çok hasta, biz hastaneye gidiyoruz. Sen bu çocuğu al. Biz hastaneden gelip alırız…” dediğimi hatırladım. Allah biliyor ya kime verdiğimi zerre kadar hatırlamıyorum!

-…….!

-Gökçen nerede? Allah’ım! Benim dünyalar güzeli Gökçen kızımı ben kime vermiştim? Gerçekten hatırlayamıyordum. 

Koştum ve hemen eşimi uyandırmaya çalışıyorum, ona sorayım diye. Zaten iki kuruşluk bir aklım kalmıştı o da uçtu gitti o sırada. Zavallı kadın sakinleştirici iğnelerin etkisi altında, “Ekrem yerinde yatıyor o”, diyor. Hemen İsmet amca işe el koydu. On kadar gence “Hemen çıkın gençler! Bu çevredeki her dairenin ziline basın! Biraz da yüksek sesle Gökçen’i sorun! Yüksek sesle seslendikten sonra, kapıya çıkan kim varsa gelir. Sizler de hangi evde 15-20 yaş arası genç varsa tespit edin ama mutlaka Gökçen’i bulun, gelin!” deyip gönderdi. Allah’ın iyi kullarını şimdi daha iyi anlıyorum; İsmet amcanın hangi evde 15-20 yaş arası genç olduğunu neden tespit etmek istediğini çok sonra anladım. Evet evet… Nihayet 20 dakika sonra gençlerden biri Gökçen’i kucağına almış; çıktı geldi. Bilirsiniz felâket tek başına gelmez, geldi mi toplanır gelir. Bizler de bu nedenle korktuk. Allah’a şükürler olsun kızım geldi. İsmet amca ve diğer aksakal ağabeyler konuşmuşlar… Neler yapılacak, nasıl yapılacak diye görev dağılımı bile yapmışlar ve sonunda gençleri evlerine yolladılar. Ekrem, sen de biraz dinlen. Sabah ola hayrola. Yarın erkenden biz geliriz, deyip gittiler. Gökçen’i de götürecekler ama yerini yadırgar, kendi yatağını arar ve kızım uyumaz başka yerde, dedim. İsmet amcadan Allah razı olsun. Evet, onlar gitti kızımı yatırdım, üzerini örttüm. Ben uyudum diyemiyorum, uyumadım da diyemiyorum… Saate bakmak aklıma gelip de baktığımda sabah saat 10.00 olmuş… 

Sabah, kapı çalındı ve şöyle bir gözümle araladım, acaba kim geldi diye… Gelen bir arkadaşımdı:

-Ekrem, bu iş yerinden izin belgesi, şefin iznin bittiğinde yine 3 aya kadar sana izin yazabilirmiş… dediğinde ben alık alık bakıyorum… Ardından Mehmet geldi:

-Ekrem, uçak biletlerini bulduk, o iş tamam… 

Arkadaşlar geceden her şeyi nasıl yapacaklarını konuşmuşlar, biri iş yerime gitmiş, biri konsolosluğa gitmiş, biri cenazeyle ilgilenecek birini bulmuş, birisi hastaneye gitmiş. Mehmet “Hadi gidelim…” dedi. Gökçen’i İsmet amcanın oğlu Ahmet’e verdi ve:

-Biz iki saat sonra alırız çocuğu, dedi.

 Mehmetlerle çıktık, camiye vardık ki Kaan Yusuf’umun naaşını getirmişler, musallaya koymuşlar… Allah, İsmet amcadan ve bütün gönüldaşlarımdan binlerce kere razı olsun. Yıkadılar, kefenlediler ve yavrumun cenaze namazını kıldık. Haydi, Ekrem şimdi gidiyoruz, dediler. Tekrar eve geldik, hanım dostlarımız geldiler; eşime yardımcı oldular. Düşünün bir kere eşim için hanımlar bavul hazırlamışlar, kızım için de ayrı bir bavul hazırlamışlar. 

Acı dolu yüreklerle yola çıktık… Türkiye’ye vardık… Arkadaşlar Kayseri- Pınarbaşı’ndaki dostlara haber salmışlar… Ocağın kıymetli başkanı, kaynatamlar izindeyken onun yanına gitmişler… Onlar haber verene kadar kaynatamların haberi yokmuş; onlardan öğrenmişler… Bir ağıt, bir feryat başlamış tabii… Demişler siz Ankara’ya gidin, biz burada gerekenleri yaparız. Hemen kaynatamla kayınbiraderim Ertekin yola çıkmışlar. Biz havaalanına indiğimizde bizi bekliyorlardı… Gereken işlemleri yaptırdık. Kaan Yusuf’un na’şını aldık, yola çıktık. Kaynatam:

-Bak Ekrem… Ocak Başkanı geldi, söyledi. Gerekenleri onlar yaparlar… Merak etme…

Biz üç dört saat sonra Pınarbaşı’na vardık. Pınarbaşı’nda ´´Şeyh Bedir Karahan´´ isminde muhterem bir zat varmış… Türkeş Bey o muhterem zatla görüşürmüş. Teşkilat başkanı iki genci göndermiş; gidin bir bebek mezarı kazın ama bu arkadaşlarımız yurt dışında oldukları için mezar yeri kaybolmasın diye Şeyh Bedir’in kabrine yakın olsun, demiş. O iki genç de gitmiş; girişin sol tarafına mezar kazmışlar. Sonradan Şeyh Bedir Hazretlerine türbe yapılmış, o türbenin giriş kapısının solunda bebek mezarı vardır. İşte o mezar 21 Nisanda doğup 21 Temmuzda aramızdan ayrılan oğlum ´Kaan Yusuf Hemedânî’ye aittir.

Ben Safa’nın sertliğini, Merve’nin yumuşaklığını ve nazikliğini bilirim. Hacer validemizin itaat ve sadakatine ithafen haccın vacipleri içinde sa’y etmenin ne demek olduğunu bildiğim kadar Safa ile Merve’yi çok iyi anlayan, çaresizliğin ne olduğunu en iyi bilen biri olarak dualarınıza gönlümün derinliklerinden âmin diyorum. Genç arkadaşlarımız şunu iyi bilsinler, bilsinler de yaşı bizden ilerde olan büyüklerimize saygıda kusur etmesinler. Evet burada şunu ifade etmeliyim; yiğitlikte de dürüstlükte de vurduğu yerden ses getirmede de bizimle kimse aşık atamaz. Özellikle millet ve memleket hassasiyetinde kimsenin bizimle aşık atamayacağını gönül rahatlığıyla ifade edebilirim. Evlat acısını yalnızca çekenler bilir ve bütün evlat acısı çekenleri de çok iyi anlarım. Ey Allah’ın iyi kulları! Bu olayı anlatırken Cenabı Allah biliyor ya anlattıklarımda da eksik var fazlalık yok. Sevgi Allah’a …” dedi yine Ekrem Özkan. 

Ekrem Bey’in yazıp anlattıkları, yaşayıp hissedip de anlatamadıklarını da anlamak mümkün ama o da bir seviyeye kadar… İki üç sayfalık bu acı olayı yutkuna yutkuna yazdığı her kelimesinden ve her satırından belli değil mi? Kaan Yusuf doğduğunda kim bilir ne hayaller kurmuştu… Onu doğumdan sonra ilk kez gördüğünde “Oğlumuz büyüyecek, yetişecek ve kocaman adam olacak… Öyle değil mi Hanım?” dediğinde ikisi de gururluydu. Delikanlı çağında onunla gezerken gururla “İşte benim oğlum!” diyeceğim…” Belli bir zaman sonra ise artık “Ben Kaan Yusuf’un babasıyım…” demeye başladığında ise başka bir gurur yaşamaya başlayacaktı Ekrem Bey…  Ama öyle olmadı… Öyle olmadığı için bu hikâye yazıldı. Öyle takdir buyurdu yüce Allah… “Sevmek, bildiğim tek hâl; çünkü ben sevgimi hiç kazaya bırakmadım. Sevgi Allah’a…” dedi Ekremce… 

Bişkek, 20 Ocak 2025

[1] Muhittin Gümüş, Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi  muhittin.gumus@manas.edu.kg

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 219. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 219. Sayı