HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Süleyman Abdulla 2
ERKUT DİNÇ 3
HİDAYET ORUÇOV 4
Kardeş Kalemler 5
MEHMET ALİ KALKAN 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
I
“...Ben uzun boylu bir delikanlıydım; ne korkmayı bilirdim, ne de ürkmeyi! Hiçbir şeyden çekinmeyen, iri yarı, güçlü kuvvetli yiğittim…
Bir gece oldukça ürkütücü bir feryat, nereden geldiği bilinmeyen bir bağırma beni uykumdan uyandırdı. Önce yerimden kalktım, kaftanımı omzuma atıp hemen bahçeye çıktım. Karanlık gece... Her taraf sessiz. Asumanda yıldızlar elmas gibi ışık saçıp oynuyor… Çok çok uzaklardan gelen itlerin sesinden ve gece bekçisi düdüğünden başka hiçbir şey duyulmuyor… Ben “Hayırdır!” dedim ve öksüre öksüre gidip tekrar yatağıma yattım. Lakin uykum kaçmıştı. Öylece düşünüp yattım. Bir ara az önceki ürkütücü ses tekrar ama bu defa öncekinden daha korkutucu şekilde duyuldu. Fakat hiçbir şey anlaşılmıyordu.
Yerimden tekrar kalktım. Kapıya çıkıp kulak kesildim. Anladım ki bu insan sesi değil, insanları korkutup dolaşan albastının sesi. Bizim bahçenin arkası büyük bir bahçe. Onun devamında sık ağaçlıklar var, çok vakit burada cinler sabaha kadar bezm ederlerdi… Oldukça sakin esen yel yavaş yavaş güçlenip rüzgâra döndü. Ben bahçe kapısının yanına gelip kapı tahtalarının aralığından bakıyordum. Gözüme gürüldeyerek yanan büyük bir ateş göründü. Ben önemsemedim çünkü bu “şey”leri çok görmüştüm. Arkamı dönüp tam eve girecektim ki avlunun aşağı tarafından akan kanalın yanında duran bir kadın gördüm. Karanlık da olsa onun bedeni oldukça açık görünüyordu. Sanki onun bedeninde bir ışık vardı. Kanalın ağız kısmında çömelmiş oturan bu kadının görünüşü bazen de bir insanı andırıyor, bazen insana benzemiyordu. Dış görünüşü biraz buruşuktu; burnu uzun, parmakları incecik ve uzun uzun, gövdesi de cılız, boynu da zayıftı. Gözleri iri iri, güya yanıp duruyordu. Kendisi çırılçıplaktı, epeyce uzun ve ışıldayan saçları yere sürünüyordu. O, uzun kollarıyla dağılmış saçlarını tarıyordu. Ben onun insan değil albastı olduğunu hemen anladım...
Albastılar hakkında ben babamdan ilginç ilginç hikâyeler duymuştum. Babam çoğu zaman “Eğer birisi yiğitlik yapıp mertçe albastının koynundaki kitabını çekip alırsa albastı ömrü boyunca o kişiye hizmet eder; her ne isterse yerine getirir. Lakin kitabı albastıya tekrar kaptırırsa albastı onu asla sağ bırakmaz.” derdi.
Ben albastının koynunda parlayıp duran kitabını almak istedim. Bıçağımı kılıfından çıkarıp “Hey albastı! Güzellikle kitabını ver yoksa içini dışına çıkarırım, seni öldürürüm!” dedim.
Albastı kaşlarını çatıp bana baktı ama umursamadı. İleriye doğru iki adım yürüyüp korkutmak için tekrar ona bağırdım:
“Verecek misin yoksa hayır mı?”
Albastı “Tamam!” der gibi başını salladı. Sonra yerinden kalktı, boyu yavaş yavaş uzayıp iki kavak boyuna ulaştı. Ben yüzüne bakayım diye başımı arkaya yatırdım, boyu hâlâ uzayıp gidiyordu. Bir ara baktığımda ayağı da asumanda görünüyordu. “Albastı benden korkup asumana uçtu!” diye düşündüm ve bıçağımı sallayıp sövdüm. O şekilsiz ayaklarını sallayıp başıma bir vurdu ve… Yok oldu.
Bundan sonra ne olduğunu hatırlamıyorum. Gözümü açtığımda bacım başımda oturmuş, ağlayıp duruyordu. Yer, gök fırıl fırıl dönüyor lakin hiçbir yerim ağrımıyordu. Yemek yiyemedim. Kız kardeşim bir haftadır baygın yattığımı söyledi. Bu şekilde üç ay ağrılar içinde yattım… Bundan sonra ecinnilerle, cinlerle, albastılarla şakalaşmayı bıraktım. Onlar aklıma geldiğinde bedenime titreme girmiş gibi oluyordu…”
Eniştemin “kendi başından geçen” bu “hakiki” vakayı anlatmasıyla beni de böyle “şey”ler fazlaca endişeye sevk etmeye başladı.
Eğilmiş belini dikleştirmeye çalışırken eniştem “Biliyor musun, kardeşim, işte bundan sonra ben yarım adam oldum. Aklını, fikrini kaybetmiş gibi gezip dolaşan biri hâline geldim. Babamdan kalan ev, bahçe; kendi kazanıp biriktirdiğim paralarım, birikimim, ne varsa hepsi satılıp tedaviye harcandı… Birkaç defa keçi, tavuk, koyun kurban edip mahallenin adamlarına; molla, sofi, halk hekimi ve üfürükçülere dağıttım… Lakin tamamen kendime gelemeyip işte şu hâlde iğne ipliğe döndüm, bir deri bir kemik kaldım. Benden sana nasihat şu ki zinhar sokakta yalnız yürüme; kamışlıkta, ağaçlık yerde, su boylarında yatma! Dilinden kelimeişahadeti hiçbir zaman eksik etme…” dedi.
Anam bazen hikâyeler anlatırdı. Onun hikâyelerinin içinde de tıpkı eniştemin anlattığı gibi ecinni, albastı ve cadıların olduğu korkutucu, ürkütücü sahneler çok geçerdi. Bunları dinlediğimde de benim üzerime anlatamadığım bir korku, ürkütücü bir endişe çöker; bu da beni tıpkı değirmen taşı gibi ezer, bana ıstırap çektirirdi…
Ben “Niçin böylesine korkutucu şeyler yaşanır? Neden bunu bana anlatıyorlar? Niye hayatın ağırlığının, dünyanın başka dert ve tasalarının dışında yine böylesi göze görünmeyen zorluklar da olur?” diye düşünürdüm. Düşününce de tekrar korkuya kapılır, kendi kendime öyle bir ıstırabın, azabın içinde kalır, sıkıntı çekerdim ki anlatamam.
İşte bunların tesiriyle olsa gerek ben ormandan, karanlık bir sokaktan, su boyundan, kabristanın içinden, ulu ağaçların yanından geçmek bir kenarda dursun, günün gündüzünde bile geniş bir bahçede tek başıma duramazdım. Sanki etrafımı oldukça meçhul, korkutucu “şeyler” sarıp kuşatıyor gibi korkup kaçar, canlı bir şeyin yanına gider, sığınacak bir şeyler arardım… Pek çok arkadaşım beni “korkak” diye adlandırmaya başladılar. Onlar haklıydılar. Hatta rahatça konuşup sohbet ettiğimiz zamanlarımızda dahi birisi “A! İşte, geldi albastı!” dediğinde ben korkardım, arkadaşlarım gülüşürlerdi.
Korkaklık bende yok olmak yerine daha da güçlendi. Babam birkaç defa hocaya götürüp okuttu. Bununla da olmayınca iki kere kırk Yasin okutuldu. Anamsa “Yavrumun yüreği çatlamasın!” deyip kendi eliyle tavuklar kesip alas alas[2] yaptırdı. “Köktülik” mezarına gidip dualar etti, yalvarıp yakardı. Fakat benim korkaklığım geçmedi. Bazen akşamları bir başıma sokaktan geçmem gerektiğinde eğri büğrü, alçak duvarların; dalları her tarafa yayılan ağaçların ve çalılıkların arkasında saçları dağılmış, gözleri alnında, elleri ters dönmüş bir şeyler gözüme görünür, vücudumdan buz gibi ter çıkardı. Hoca, sofi yahut “aksakallı” adamları gördüğümde onların ayaklarına kapanıp bana hami olmalarını isteyesim gelirdi. Onlara “Hangi sebeple cinler bana musallat oldu? Beni kurtarın onlardan!” diye yalvarıp yakarmak isterdim. Çünkü bana “Cin, ecinni ve albastıların çaresi hocaların elinde.” diye söylemişlerdi.
Babamla anamın benim için yaptığı harcama ve hayır hasenattan başka biraz çalışıp kendi kazandığımın büyük bir kısmını da muskaya, kalampir munçaka[3] izib içki[4]ye, nazar boncuğuna, falcı ve üfürükçülere harcadım. Alın teri döküp emek harcayarak kazandığım paramı bu “şey”lerden kurtulmak için sarf etmem beni üzmüyordu. Ne kadar çok harcarsam kendimi onlardan kurtulmuş, rahatlamış hissediyordum. Geceleri bazen rüyamda onları görünce sabahleyin rengim kireç gibi oluyor, dudağım uçuk atıyordu. Bu durumda borçla harçla yapılacak olsa da hemen “Hazreti Bahaviddin yoluna” yedi ekmek alıp herhangi bir ağzı dualıya ya da mescidin müezzinine vermek suretiyle rahatlamak, bende âdet hâline gelmişti.
Camiye gidip gördüğüm rüyamı müezzine yahut Hazreti hocanın kendilerine anlattığımda beni yanlarına oturtur; devler ve albastılar hakkında türlü “yaşanmış olay”ları anlatıverirlerdi:
“Falancayı cin çarpmış, ağzı eğilmiş!”
“Filancayı cin çarpmış, felç olmuş!”
“Dikkatli olmak gerekir!”
Benim yaprak gibi titreyen yüreğim daha da fazla titremeye başlardı. Zayıf sesimle “Hazret, onlar ne yapıp da düzeldiler? Bunun çaresi nedir aslında?” diye sorardım.
O da “Şeyh Zeyniddin Dede’nin mezarına gidip bir koyun kurban etmeli. On dokuz ekmek, bir leğen pişi, bir kara tavukla birlikte mezar şeyhine şapka, çocuklarına da hediye götürüp dualarını almak lazım. Ondan sonra bizim gibi mahalle imamına kırk gün okutmalı. Mümkünse yirmi kadar medrese talebesini bir gün için davet edip hayır yemeği vermeli ve bir defa kırk Yasin okutulmalı. O zaman Allah’ın şifa vermesi mümkün!” derdi.
Bu söylenenler beni biraz rahatlatırdı. “Şayet bana inme inerse, elbette böyle çarelerle tedavi olurum.” diye düşünürdüm ama bu kadar şeyi yapmak için gereken para beni yeniden endişeye sevk eder, meyûslaştırırdı...
II
Benim asıl ismimin yanına “korkak” lakabını da ekleyip söyler oldular. Bu lakap önceleri canımı sıksa, beni böyle söyleyerek çağıranlara karşı bende öfke uyansa da ismime lakabımı eklemeden söylemelerini de git gide önemsemez oldum.
“Ekim” değişikliğinden sonra okuma yazma öğrenip türlü kitaplar okumaya başladım. Kitapları çok okudukça sanki beynime beyin, aklıma akıl, yüreğime yürek, gücüme güç koşulmuş gibi rahatlamaya başladım.
Bir gün, hayatımı zehirleyerek beni uykudan, rahatça gezip dolaşmaktan mahrum bırakan ve düşmanım olan işte bu “şey”ler hakkında kendi kendime düşünmeye başladım: “Nasıl bir ‘şey’miş bu? Niçin şu ana kadar benim gözüme açık bir şekilde görünmedi? Neden eniştemin anlattığı gibi uzun saçlı albastıyla kendim hiç karşılaşmadım? Hakikaten var mı acaba bu ‘şey’in kendisi? Eğer yoksa gençlerin, ihtiyarların ağzında bu kadar söylenmemesi gerekir… Elbette, olmalı! Ama niçin bana görünmüyor?”
Uzun bir süre işte böyle meçhul düşünceler zihnimi meşgul etse de bu sorularıma cevap arıyor ama bulamıyordum, ıstırap çekiyordum...
Mahallemizde fısıltılar peyda oldu:
“Irmağın üst tarafındaki söğüdün altında albastı varmış ya?”
“Dikkatli olmak lazım! Mum yakıp besmele çekerek geçmeli!”
“Çocukları akşamleyin dışarı bırakmayın!”
Evimizin içini de bir korku kapladı. Anam bir gün geç saatte beni yanına çağırıp “Albastı görülmüş, yavrum! Gençliğin var, tedbirli ol, şüpheci olma! Yamana dikkat etmek gerek. Albastı yamandır. Eğer bir zarar verecek olursa iyileşmek için yapılacak epeyce fazla iş var!” diye yalvarırcasına konuştu.
Büyük bir zorlukla unuttuğum korku yeniden peyda oldu. Lakin şimdi bende bu “şey”in hakiki yüzünü görme arzusu güçlüydü.
Mahalleli, çocuklarını geç saatlerde sokağa çıkarmaz oldu. Alışveriş işleri bile akşama kadar yapılıyor, hava kararınca sokakta mahallenin adamlarından tek tük insan görünüyordu. Sokağımız büyük bir sokaktı, geçip gidenlerle her zaman dolu olurdu. Bu haberden sonra onlar da gitmeleri gereken doğru yolu bırakıp aşağı sokağı kullanır oldular...
Bu albastının herhangi birine “zarar” verdiği şu ana kadar belli değildi. Fakat mahallemizdeki Hâlmat Efendiye “zarar” vermesinden hemen sonra albastının “varlığı” mahallede tekrar kesinleşince korku arttı. Hâlmat Efendi’ye hâl hatır sormaya gitmiştim, o bana oldukça açık bir şekilde anlattı.
Hâlmat Efendi ikinci vardiyada çalışırdı. Gece yarısında fabrikadan dönerken tam da mahallemizin kenarından akıp giden ırmağın yanındaki yıkıklığın içinden çıngırak sesi gelmiş. Fakat o, bunu önemsemeden beslemeyi çekip yürümeye devam etmiş. Üçüncü defa çıngırak çalındıktan sonra karanlıkta tanınması mümkün olmayan çirkin bir “şey”, Hâlmat Efendi’nin üstüne atlamış. Hâlmat Efendi’nin boynuna ve çenesine üç, dört kere sertçe yumruk vurulunca, o kendinden geçip oraya yıkılmış. Sonra neler olduğunu anlayamamış. Sabahın ilk saatlerinde namaza gidenler Hâlmat Efendi’yi baygın hâlde görünce alıp evine getirmişler…
Hâlmat Efendi’nin konuşmaya bile dermanı kalmamıştı. Ezilmiş gövdesini kıpırdatmaktan korkarak zar zor konuşuyordu:
“Eskiden ‘Cinin, albastının, meleklerin mal, dünya ve nefis işleri yoktu. Onlar yemek yemez.’ derlerdi. Hepsi boş lafmış. Ben o günü maaşımı almıştım. Albastı denen lanet olası paramı almış; üstümü başımı çıkarıp almış; beni çırılçıplak, anadan üryan bırakmış. Bu albastı değil bana göre! Herhangi bir hırsız, düzenbaz sahtekârlardan...”
Hâlmat Efendinin son sözlerine inanmadım. Onun anlattıklarını dinleyenler, özellikle ihtiyarlar, Hâlmat Efendi’yi şüphecilikle suçladılar; yakasını tutup “estağfirullah” çektiler.
Ben “Hırsız olsa niçin çıngırak çalsın? Görünüşü nasıldı?” dedim.
“Yüzünü o kadar açık göremedim, hâl ve hareketleri insana benziyordu ama başını insan başına benzetemedim. Bana göre boynuzu var gibiydi.
“Öyleyse neden albastıya inanmıyorsunuz? Boynuzu varsa elbette insan değildir, albastının kendisidir ki!” dedim. Ben yine korkuya kapıldım. “Albastı denen şey varmış!” diye düşündüm.
Albastı her gün görünmüyordu. O bilhassa pazar günleri ortaya çıkıyor, pek çok adamı korkutup onları bir şey yapamaz hâle getiriyor, sonra da onların varını yoğunu soyup alıyordu.
Miş mişlere bakıldığında bu albastıyı yakalamaya, kitabını çekip almaya pek çok kişi teşebbüs etmiş ama biri felç olmuş, bir diğeri yaralanmış; tövbe edip vazgeçmişlerdi...
III
Açık bir gece…
Biz dört, beş yiğit toplanmış Halkaboyun Matkabul’ün kapısının önündeki kerevetçede hara güre sohbet ediyorduk. Laf dönüp dolaşıp yine o korkunç albastı konusuna geldi. Yassıburun Rahim yerinden kalktı ve Settar’ı “İşte, albastı!” diyerek korkuttu. Settar yerinden fırladı, gelip aramıza girdi. Kahkahalar koptu. Herkes ecinni ve şeytanlar hakkında kendi bildiğini, duyduğunu anlatmaya başladı. Sohbetin bir kısmı aydınlık geceyi karanlıklaştırmış gibi insanı huzursuz ediyordu. Herkesten çok Yassıburun Rahim’in ecinniler hakkında anlattığı hikâye hepimizi şaşırttı. Yassıburun Rahim anlattığı şöyleydi:
“Ağabeyim evlendikten on beş gün sonra akşam bahçeye çıkmış. Bir de ne görsün? Bahçedeki karaağaç yanıyor, her tarafa kıvılcımlar yayılıyormuş. Ağabeyim afallayıp kalmış. Az önceki karaağacın yanından kirpi saçlı, heybetli biri -adam mıdır, dev midir- çıkmış, ona doğru gelmeye başlamış. Korkan ağabeyim ne yapacağını bilemeden arkasını dönüp kaçmış. Eve zar zor gelmiş. O günden sonra hastalanmış. Sekiz ay yatmış… Ben küçüktüm. Biçare anam ağabeyimin hastalıktan kurtulması için varını yoğunu harcamış. Sonunda evle bahçeyi de komşunuz Semenderbay’a satmış; aldığını da ağabeyimi devalatmaya sarf etmiş. Sonra duyduk ki bu hünerlerin hepsi Semerderbay’dan çıkmış.”
Hâkim “Oldukça tuhaf? Semenderbay ecinnilerle tanış mı?” diye sordu.
Yassıburun Rahim “Hayır, Semenderbay bizim yan komşumuzdu. Babam rahmetlinin yaşadığı vakitlerde o bizim evi almaya çalışmış da babam satmamış. Semenderbay içinse bu ev oldukça önemliymiş. O, bizim bahçeli evi alıp kendi evine ekleyecek; içi ve dışı gösterişli bir ev yapacak, üçüncü hanımını da buraya getirecekmiş. Babam öldükten sonra da çok defa nineme adam göndermiş, ninem razı olmamış... Ondan sonra Absamat hocayla aralarında karar kılıp tam da ağabeyimin bahçeye çıktığı vakti beklemiş, karaağacın üstüne saman yığıp bunu ateşe vermiş… Bunu daha sonra bana Semenderbay’ın kovduğu hizmetkârı Çizikyüzlü Hacı anlatmıştı...” dedi.
Rahim’in anlattıklarından sonra bende tekrar bir şüphe uyandı. Bunlara inanıp inammayacağıma karar veremeden karmakarışık düşüncelerle boğuşmaya başladım. Ay aşağıya inmiş, yerdeki gümüş ışıklarını bir araya toplamaya başlamıştı.
Hâkim “Hey arkadaşlar! Bu da bir iş yahu!” diye söze başladı ve devam etti: “Yarın pazarın kurulduğu gün. Sokaktan gelip geçenler muhakkak çok olur. Seher vaktinde uzaktan yakından pazara geleceklerin önünü albastı kesse gerek. Pusuya yatalım mı?”
Yüreğim güm etti. Ben “Nasıl olacak da böylesi korkutucu bir şeyi bekleyeceğiz? Hem bekleyip de ne yapacağız?” diye sordum.
Yassıburun Rahim benim söylediklerime itibar etmeden “Tamam, bekleriz! Galiba bu, albastı değil. Eğer gerçekten albastıysa başa gelen çekilir. Şayet sahteyse rezilliğini çıkaralım!” dedi heyecanla.
Söylediklerime kulak asmadılar. Pusuya yatmaya karar verildi. Seher vaktine kadar beklendi. Ben önce bu işe hiç razı olmadım ancak sonra kendi kendime “Git! Herkese gelene amenna! Bunlara ne olacaksa bana da o olur! Albastıyı göreyim!” dedim.
***
Biz dört kişiydik: Ben, Hâkim, Yassıburun Rahim ve Talip… Hâkim’in teklifiyle hepimiz seher vaktine yakın elimize birer sopa alıp yine kerevetin önünde toplandık. Benim elimde eski bir çapa sapı, Rahim’in elinde tepesi çürümeye başlamış bir tokmak; Talip’in elinde karaağaçtan yapılmış, bir tarafı yanık kalın bir sopa. Hâkim’in elindeyse bekçilerinki gibi ucu toparlak, demir dişli bir sopa. Hâkim bunu özellikle bize göstererek “İşte şununla var gücümle vursam hangi albastı olursa olsun parça parça olur gider. Babam bekçilik günlerinde bununla iki hırsızı öldürmüş!” dedi.
Biz ay karanlığında köprü tarafına yürüdük, yolda istişare edip bir karara da vardık: “Köprü önündeki Şadmanhoca’nın yıkıklığına ikimiz saklanalım. Birimiz köprünün kenarındaki ağacın arkasında beklesin. Birimiz de tıpkı pazara gelmiş gibi yürüsün. ‘Çıngırağını çıngırdattı!’ deyince hep birlikte sesin geldiği tarafa koşturup onu yakalayalım!”
Hâkim’in bu düşüncesini hepimiz kabul ettik.
Benimle Yassıburun Rahim, ikimiz yıkık evin sokağa yakın köşesine saklandık. Korksam da “düşman”ı yakalamak, ona galip gelme arzusu beni oldukça heyecanlandırıyordu. Yassıburun Rahim yutkunmaya dahi çekiniyor, ben de derin nefes almaya korkuyordum. Tıpkı pusuya yatıp sıçan bekleyen kedi gibi gözlerimiz yoldaydı; albastının meçhul yüzü gözümüzün önünde geçer gibi oldu…
Rahim yanıma sokularak titrek sesle “İşte! İşte çıngırak sesi!” dedi. Onun bütün vücudu titriyordu. İkimiz de sanki koşturup giden sayısız düşman askerinden korkmuş hâlde kıpırdamadan ölümü bekleyen insanlar gibi titriyorduk.
Hâlbuki duruma göre derhâl çıngırak sesinin geldiği tarafa koşmamız gerekiyordu. Biz ise korkmuş, bunu aklımızdan çıkarmıştık. Çıngırak sesi tam da bizim saklandığımız köşedeki duvarın arkasından duyuldu.
Birden Hâkim’in “Dur, ebleh! Kimsin sen?” diye bağırma sesi geldi.
Onun sesini duyunca her ikimiz de sıçrayıp yerimizden çıktık ve hemen duvarın arkasına koştuk. Ama fırsat kaçmıştı. Ben sokağa çıktığımda hemen yanı başımdan kellesi öküz kellesi gibi ama kolu, ayağı, yürümesi insana benzeyen bir şey sıçrayıp gitti. Arkasından Hâkim koşarak geldi, benim önümde durdu ve “Korkaklık etmeseydiniz yakalamış olurduk…” dedi.
Ben suçlu adam gibi cevap vermedim çünkü Yassıburun Rahim ve ben, her ikimiz de korkaklık etmiş, planın belini kırmıştık. Talip de çıkıp geldi. O, hızlı hızlı nefes alıyordu.
Rahim ona aceleyle “Ne yaptınız? Ne oldu?” diye sordu.
Talip üzüntüyle karışık “Ne yapacaktık!” dedi ve benim yakamı tuttu, bana iki yumruk salladı. Hâkim yetişinceye kadar da biri, iki defa daha vurdu. Kollarında güç kalmayınca beni bıraktı. Sonra ben de onun yüzüne, gözüne yumruk salladım.
Hâkim mağrur bir edayla “Kendisi de can korkusuyla kaçtı yahu! Beline çarpan sopanın darbesinden muhakkak bir yerde düşer kalır. Bununla kendine gelememesi şaşılacak şey değil!” dedi.
Talip “Bu hiçbir şekilde, albastı değil! İnsanın kendisi!” dedi.
Hâkim “ Kesinlikle, insan! Düzenbazlardan, hırsızlardan herhangi birisi ya!” diye ekledi.
Rahim ve ben, ikimiz de üstümüze aldığımız vazifenin üstesinden gelemediğimiz için onların önünde utandık, fazlaca mahcup olduk.
Yassıburun Rahim “Söylemedim mi? Aslında, esasında bu albastı değil! İnsan! Namussuz...” dedi.
Biz mahallemize doğru yürüdük. Gün ağarmaya başlamış, horozların düzensiz ötmeleri artmıştı… Namaz kılanlar sümkürüp öksürüyor, abdest almayla meşgul oluyorlardı. Lakin vakit geçmiş olsa da müezzinin ezana davetinden haber yoktu. Hiçbirimiz buna itibar etmeden kendi işimize yöneldik.
Mahallemizdeki caminin müezzini Resulkârî cüsseli, iri yarı, kilolu biriydi. Onun birdenbire hastalanıp yatması cemaati endişeye sevk etti. Amcam bir gün kahvaltı sırasında müezzin hakkında konuşmaya başladı: “Biçare müezzin! Misafir… İyi adamdı. Anlamadım. Hırsızlar mı tutup dövmüş, bilinmez. Beli şişip morarmış. Ağrılara dayanamayıp iki büklüm olmuş, kıvranıp yatıyor zavallı...”
Tatil günümü komşu mahalledeki arkadaşımın yanında geçirmek istediğim için kahvaltıdan sonra sokağa çıktım. Yassıburun Rahim ile Hâkim, önüme çıktılar: “Gel, Resulkârî hastalanmış, ziyaretine gidelim!”
Ben şaşırdım ve “Resulkârî bizim dengimiz değil! Sohbetimiz dahi olmayan birisi! Hısmımız, akrabamız da değil! Niye görmeye gideceğiz onu?” dedim.
Şaşkınlığımı gören Hâkim yanıma geldi ve “Namaz kılan dedelerimizin hatırı için bir görüp gelelim! Bu bahaneyle caminin gül bahçesinde de birer çay içeriz yahu!” dedi.
Arkadaşlarımı kırmamak için ben de onlara katıldım.
Biz Resulkârî’nin odasına girdiğimizde hocayla Halfe Yunus çay için oturuyorlardı. Saygıyla yanlarına girip hâl hatır sorduk. Birer bardak çay içtikten sonra “Geçmiş olsun!” deyip kalkmak niyetindeydik. Hoca benden bir şey yapmamı istedi:
“İşte şu dolaptaki büyük kitabı alıver!”
“Hemen, hazret!”
Ben dolaptaki kitabı almak isterken kitabın üstündeki bohça açılıverdi. Örtünün içindeki şeylere gözüm düştü: atkuyruğundan yapılmış sakal ve bıyık; tıpkı öküzün kellesine benzeyen bir maske. O gecedeki albastının yüzü gözümün önüne geldi. Gayriihtiyari ürperdim. Kitabı getirip hocaya verdikten sonra gördüğümü Hâkim’in kulağına fısıltıyla söyledim. O da su içme bahanesiyle dolabın yanına gidip bohçaya baktı, bana dönüp güldü. Sonra fark ettirmeden gelip oturdu.
Hâkim “Kârî Efendi! Size ne oldu?” diye müezzine sordu.
Konuşmayı kesen müezzin, Hâkim’in sorusuna cevap vermek yerine inleyip yüzünü diğer tarafa çevirdi. Hâkim kendini tutamayıp gülüverdi. Müezzin, Hâkim’e bakıp somurttu.
Nice yıllardan beri beni korkutup evhama salan, kazanıp biriktirdiklerimi elimden çekip alan “şey” albastı değilmiş. O, muhtemelen anamla babamın böyle şeylere inanmasıymış. Albastı, ecinni ve şeytanların; hocaların ve şeyhlerin halkı kandırmak için kullandığı birer silah olduğuna tam olarak inandım.
Bu günden başlayarak ben göze görünmeyen herhangi bir cine, albastıya inanmaz oldum.
[1] Dr. Öğr. Üy., Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü
[2] Alas alas: Ağır durumda yatan hastayı tedavi etmek amacıyla sopanın ucuna sarılan bezi yahut hastanın elbisesini onun başından çevirmek; birini kendisine musallat olan cin vb.den kurtarmak için Safer ayında ateş/ gülhan yakıp onun üstünden atlamak.
[3] Kurutulmuş cin biberinin nazardan korunmak için elbisede taşınması; cin biberine benzer şekildeki camdan kolyenin boyunda taşınması.
[4] Ezib içki; su, çay veya sulu yemeğe konularak içildiğinde veya yenildiğinde şifa getireceği düşünülen dua yazılı kâğıt. Bu kâğıtlar, molla va falcılar tarafından yazılır.