HaftanınÇok Okunanları
CİHAN ÇAKMAK 1
LENİYARA SELİMOVA 2
Gülzura Cumakunova 3
Gülsafi Melan 4
KEMAL BOZOK 5
HİDAYET ORUÇOV 6
MAHİR NAKİP 7
Ali Akbaş, Avrasya Yazarlar Birliği tarafından 2011'de Türk Dünyası’nda yılın edebiyat adamı seçilmişti. Bu münasebetle Millî Kütüphane Başkanlığı, TÜRKSOY ve Avrasya Yazarlar Birliği 29 Ocak Cumartesi günü Millî Kütüphanede bir program düzenledi. O toplantıda Ali Akbaş’ın 70 yaşında olduğunu öğrendik. Buna hem biz hem de kendisi şaşırdı. O, bizimle gece gündüz şiir sohbeti yapan, zayıf, ufak tefek yapılı, alçak gönüllü adam, olsa olsa bizden birkaç yaş büyük olabilirdi. O hep öğretmen olarak yaşadı. Gençlerle öğrencilerle haşır neşir oldu. Onlarla arkadaş oldu. O yüzden yaşını ne kendisi ne de öğrencileri fark etti. O hep genç ruhlu, arkadaş ruhlu idi.
O günden bu yana on yıl geçivermiş. Şimdilerde 80’e merdiven dayamış bulunuyor. Onunla birlikte yaşamak, birlikte yaş almak çok sevindirici bir şey.
Ülkü Pınarı’ndan Divan’a
Ankara Yüksek Öğretmen Okulunda kalıyorduk. Okul, Ankara, Beşevler’de, şimdiki Millî Eğitim Müdürlüğü yerleşkesindeydi. Arkadaşlarla Ülkü Pınarı adında aylık bir dergi çıkardık (Nisan 1976-Eylül 1977). Sanırım 18 sayı çıktı.
O yıllar ideolojik çatışmanın keskin olduğu yıllardı. Yüksek Öğretmen Okulu da Ülkü Ocaklarının egemenliğinde. Derginin sahibi Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Öğrenci Derneği idi.
İlk sayı 1976 Nisan'ında çıkan derginin içi de dışı da amatör. Sanki bir lise dergisi görünümünde. Kapağa bakınca ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Yönetimdeki arkadaşlar genellikle Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'nden. Demek ki bunlar Teşkilat'ın güvendiği isimler. Dergi bu şekilde kontrol altında. Zamanla yazı kurulunda ve yazı kadrosunda Edebiyat Bölümünden arkadaşların ağırlığı arttı; dergi tam anlamıyla bir sanat ve edebiyat dergisi olmaya başladı. Hamasi yazı ve şiirlerin yerini sanat değeri olanlar aldı.
Şimdiki gençler bilmez; o tarihlerde tipo baskı vardı. Her harf kurşundan dökülür, satırlar hâlinde dizilir, buna göre sayfa düzeni yapılırdı. Bir harfi düzeltmek gerektiğinde, ilgili satır yeniden dizilirdi. Bu dizgi sırasında başka bir harfin yanlış dizilmesi işten bile değildi.
Bir gün yazı kurulu olarak toplanmıştık. Derginin teknik işlerine bakan arkadaş, Yağmur Tunalı'ya dönerek, "Yazının sayfa düzenini bir türlü yapamıyorum. Onun için son paragrafı atıyorum" dedi. Yağmur, "Aman üstadım, yazının en önemli yeri sonucudur, yapmayın" demeye kalmadı, "Ülkücü fedakârdır" deyip elindeki makasla son paragrafı kesip attı.
Bu olay, hepimizin dergicilik konusunda ne kadar deneyimsiz olduğumuzu gösteren bir örnektir.
*
Burada Ali Akbaş'ın dergiye katkısından özellikle söz etmem gerekir. Millî Eğitim Bakanlığı Yayınlar Dairesinden Cemal Kamil Elbeg, Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünde öğretmeni olan Ali Akbaş'ın şiir yazdığını söylemişti. İlk olarak onunla ziyaretine gittik. Dergiden söz ettik. Bazı şiirlerini verdi.
Bu tanışmanın hangi tarihte olduğunu tam hatırlayamıyorum. İlk şiiri 1977 Haziran'ında yayınlandığına göre (Korkut Akbaş imzasıyla, "Elif", Ülkü Pınarı, Sayı 15, Haziran 1977, s. 13) muhtemelen nisan veya mayıs ayları olmalı diye düşünüyorum. Ardından iki şiiri daha yayınlandı: Korkut Akbaş, "Zafer Güvercinleri", Ülkü Pınarı, Sayı 17, Ağustos 1977, s. 14; Ali Akbaş, "Sularda Akşam", Ülkü Pınarı, Sayı 18, Eylül 1977, s. 4.
Ali Akbaş, tanıştığımız günden itibaren Yüksek Öğretmen'e gidip gelmeye, dergi toplantılarına katılmaya başladı. Kısa sürede derginin "Ali Hoca"sı oldu. Gelen yazıları, şiirleri okuyor, üzerinde uzun uzun konuşup tartışıyorduk. Güncel siyasetin iliklerimize işlediği bir ortamda, derginin sanat ve edebiyat duyarlılığını korumasında önemli rol oynadı.
Ülkü Ocakları yönetiminden kişiler sık sık Yüksek Öğretmen'e uğrar, kantinde seminer verirdi. Yetkili kişi salona girerken, bir arkadaş yüksek sesle "Dikkaat!!!" diye bağırır, herkes bir asker disiplini içinde rap diye ayağa kalkar, otur dedikten sonra hep birlikte oturulurdu. Konuşmalarda genellikle "Lider/Teşkilat/Disiplin" vurgusu yapılır, "Fikirde hür, emirde robot olduğumuz" hatırlatılırdı. Böylelikle her türlü hizipleşmenin önüne geçilir, birlik ve beraberlik sağlanmış olurdu.
Bu seminer konuşmalarını yapanlardan biri, bir gün dergide yayınlanmak üzere bir yazısını gönderdi. 4. sayıda "Dış Türkler”le ilgili bir yazısı yayınlanmıştı. Ancak daha önce de belirttiğim gibi, dergi o sayıdan sonra aşama aşama evirilerek tam bir sanat edebiyat dergisi niteliği kazanmıştı. Bu yazının başlığını hatırlamıyorum ama baştan sona bir miting konuşması gibiydi. "Böyle yazıları yayınlayacak başka dergilerimiz var. Bu bir edebiyat dergisi" diyerek iade ettik.
Ülkü Ocakları'nın güdümündeki bir dergi, nasıl olur da böyle önemli bir ismin yazısını yayınlamazdı? Yukarılarda bir yerlerde, bu disiplinsizliğimizin en sert şekilde cezalandırılması kararı alındığını çok sonraları öğrendik.
Bizim bir şeyden haberimiz yok. Bu masum hareketimizin çok büyük bir cüret olduğunun farkında bile değildik.
Bir akşam Lütfü Şehsuvaroğlu Yüksek Öğretmen'deki odamıza çıkageldi. Ülkü Ocakları yönetiminde ama o günkü görevi ne idi hatırlamıyorum. Öyle yükseklerde birisi, kalkıp bizim bulunduğumuz yere iner mi? Çekinmedik desek yalan olur. Fakat o da ne? Hiç öyle bir havası yok. Gayet alçak gönüllü. Kitap falan da okuyan, edebiyattan haberdar, kültürlü bir adam. Böyle bir reis var mıymış? Şaşırdık.
Bize iltifatlar etti. "Böyle önemli bir derginin okul çevresinde kalmasına gönlümüz razı olmuyor; bunu Ülkü Ocakları olarak Türkiye çapında bir dergiye dönüştürelim" dedi.
Sonradan anladığımıza göre Lütfü herhalde alınan kararı uygulama göreviyle gelmişti. Bizim hizipten, siyasetten habersiz, samimi gençler olduğumuzu gördükten sonra kararı yumuşatma gereği duymuş olmalıydı. "Kapattım" diye kestirip atabilecekken nezaket göstermiş, ayağımıza kadar gelmiş, iltifat ederek kapatmıştı.
Yıllar sonra yeniden düşünüyorum. Acaba bu karara sebep olan sadece o yazıyı yayınlamayışımız mıydı? Bu kadar masum bir davranış bir derginin sonunu getirebilir miydi?
Yüksek Öğretmen Okulu, Ülkü Ocaklarının denetiminde olmakla birlikte, aynı zamanda Öğretmen Okulları Genel Müdürü Ayvaz Gökdemir'e bağlı idi. Okulun müdürü Yılmaz Terzi, Ayvaz Bey’in ekibindendi (Ne demekse?). Tam bir kültür adamı. Onun desteği olmasa belki dergi bu kadar uzun süre çıkamazdı. Ali Akbaş da Yılmaz Beyin yakın arkadaşıydı. Biz de zaman zaman lojmanında ziyaret eder, hüsnü kabul görürdük.
O günlerde en tehlikeli kelimelerden birisi hizipleşmek idi. Ayvaz Bey, parti dışında olduğu için, ülkücü camia içinde lidere tâbi olmayan bir hizip başı gibi görülüyordu. Belki de bizim bu masum tavrımız Ayvaz Bey ile ilişkilendirilerek bir yerlere abartılı olarak aktarılmıştı.
Ülkü Pınarı'nın yerine Divan adıyla yeni bir dergi çıkarmaya karar verildi. 11 Temmuz 1978 günü yayınlanan Divan dergisinin kapağını rahmetli Coşkun Karakaya tasarlamıştı. Küçük boy, sevimli bir dergiydi. Yazı İşleri Müdürünün adındaki yanlışlıktan, idare ve haberleşme adreslerindeki eksikliklere kadar birçok acemilik dikkati çekiyordu. Sonuçta bir deneme sayısı olarak kaldı. Bu sayıda Ali Akbaş'ın "Kuşlar ve Çiçekler" isimli bir şiiri vardır.
12 Temmuz 1978 Çarşamba akşamı Divan dergisinin mutat toplantısı vardı; gerçekleşmedi. Bunun üzerine, hep beraber okul müdürü Yılmaz Terzi'nin evine, daha doğrusu lojmanına gidildi. Karpuz yedik. Ayvaz Gökdemir de geldi. Meşhur Öğretmen Okulları Genel Müdürü. Arkadaşımız Ender'in ağabeyi, bizim de ağabeyimiz. Bütün ülkücülerin ağabeyi. Bize Yüksek Öğretmen'in kapılarını açan adam. O günün şartlarında bunun ne büyük bir himmet olduğunu ancak yaşayanlar bilir.
Derginin bu ilk sayısı yeterli bulunmadı. Divan'ın daha kaliteli, kapsamlı bir sanat edebiyat dergisi olması için istişare toplantıları düzenlendi.
Toplantılardan ilki 15 Temmuz Cumartesi öğleden sonra Basın Müşavirliğinde yapıldı. Katılanlardan Lütfü Şehsüvaroğlu, Ahmet Bican Ercilasun, Sadık Tural, Beşir Ayvazoğlu, Ali Akbaş, Musa Doğan, Oğuz Altaylı, Namık Açıkgöz ilk aklıma gelenler.
Beşir Ayvazoğlu ile ilk kez bu toplantıda karşılaştık. Deneme sayısını kastederek, "Derginizin bu sayısı fevkalâde …." diye söze başladı. "İyi" diyecek sandık. "Fevkalâde berbat" deyince bizlerde bir soğuk duş etkisi bıraktı.
Musa Doğan, ideolojinin emrinde olmayan, yufka yürekli, güdümsüz sanattan yana olduğunu söyledi. Bu ilkeler çerçevesinde kendi görüşümüze yakın olan yazarların tercih edilebileceğini söyledi. B. Ayvazoğlu, "İçinde bulunduğumuz sosyopsikolojik ortamdan kaçış belki" diyerek bu görüşü destekledi. Bican Bey, "Yumuşaklığa hayır; mistik değil, daha militanca, atak bir dergi olmalı" görüşünü savundu. Beşir Bey, "İç dinamizm önemli" dedi. Entelektüel hava olması gerektiğini belirtti. Sadık Tural, "Entelektüel iman ölmüştür. Mesela ben öyle olamam" diye cevap verdi. "Necip Fazıl'dan Çile ve tiyatro eserleri kalmıştır. Gerisini atın" dedi. Dergide şiir ve hikâye tahlillerine yer verilmesini istedi.
Tartışmalar bu şekilde sürüp gitti. Ülkü Pınarı'nı ve Divan'ın deneme sayısını çıkaran bizim ekipten Ali Akbaş, "Buyurun daha iyisini siz yapın; beraber yapalım. Biz burada yokken siz Ankara'da idiniz. Ne yaptınız? Kaç kere toplantımıza geldiniz?" diyerek sitemlerde bulundu.
Sonraki gün toplanmak üzere ayrıldık.
16 Temmuz Pazar saat 11'de TÖMFED (Töre, Musiki, Folklor Eğitim Derneği)'de tekrar toplandık. Çeşitli konuşmalar oldu. Sinema, tiyatro, resim ve fotoğraf gibi sanatların da dergiye ağırlıklı olarak girmesi istendi. Bunun üzerine Milliyet Sanat dergisine özenilerek o tip bir dergi olması kararlaştırıldı. Ancak dergi, teknik olarak Milliyet Sanat'tan çok Fethi Naci'nin Türkiye Yazıları'na benzer şekilde, kendinden kapaklı çıktı.[1]
Divan’ın ilk sayısı 1978 Kasım'ında Yahya Kemal sayısı olarak yayınlandı.
Siyasetin gölgesinde dergicilik zordur. Her türlü patron vesayeti bilinen bir şeydir. Dergi yönetimindeki bazı arkadaşlar zamanla ayrıldı.[2] İnişli çıkışlı olarak on üç sayı çıkmayı başardı. Ali Akbaş, sürekli olarak yazı heyetinde yer aldı. Sürekli olarak yazdı. Sonra şiir ve yazılarını Doğuş Edebiyat (1982), Kanat (1992) ve Kardeş Edebiyatlar dergilerinde yayınlamayı sürdürdü.
Esasen ben "teşkilat" lafından hep çekinmiş, uzak durmuşumdur. Siyasetten hoşlanmamışımdır. Rekabet, mücadele, birbirinin ayağına basma, tezvirat bana göre değil. Bu tavrımda erken dönemde tanıştığım Ali Akbaş'ın da etkisi olduğunu düşünüyorum. Yazı heyetinde Ali Akbaş'ın ve Musa Doğan'ın olması benim için bu anlamda bir güvence idi.
*
Ali Akbaş’la ilgili birçok hatıramız var. Divan dergisine gelen yazıları değerlendirmek için Demirtepe'deki Ülkü Ocakları genel merkezinde toplanırdık. Bazı toplantılarda sohbet sabaha kadar sürerdi. Oradan çıkar Maltepe Nokta durağındaki Rumeli İşkembecisi’nde birer çorba içer, sonra Beşevler'deki Yüksek Öğretmen Okulu'na kadar yürürdük. Sohbetimiz burada kesintisiz devam ederdi. Ali Akbaş oradan ayrılıp evine gider miydi hatırlamıyorum. Onun sanki bir evi, eşi, çocukları, sorumlulukları yoktu. Bir yatılı okul öğrencisi gibi bizimle gece gündüz sohbet eder, şiirlerin dünyasına dalar giderdi. Çantasından, cebinden yeni aldığı bir tükenmez kalemi çıkarır, onunla yazarken çocuklar gibi sevinirdi. Sonra o kalemle kâğıtlara inci gibi bir yazıyla yazdığı bitmemiş şiirlerini okurdu. Onların aşama aşama nasıl tamamlandığına hep birlikte tanık olurduk.
Yine bir gece saat 24'ü geçmişti. Yüksek Öğretmen'deki odamızda sohbete dalmıştık. Ali Akbaş'ın hiç acelesi yoktu. Onun gıdası, bütün dünyası şiirdi. Ayağa kalktı, “Arkadaşlar vakit geç oldu ben gideyim; yengeniz doğum yapacaktı, belki de yapmıştır” dedi. Biz şaşkınlıkla birbirimize bakakaldık. O gece erken (!) kalkmıştı. Sonraki gün öğrendik, gerçekten eşini hastaneye kaldırmışlar, Elif adında dünyalar güzeli bir kız çocuğu dünyaya getirmiş. Tarih 5 Nisan 1979.
Eşi Ayten Hanım, Ali Akbaş’ın “kendisi” olmasına, kendisi kalmasına izin vermeseydi, belki de bugün ondan şair olarak söz etmemiz mümkün olmazdı. Eşi onu olduğu gibi kabul etti. Sabırla, anlayışla devam eden çok mutlu ve huzurlu bir evlilikleri oldu. Öğrenciliğimizde aile sıcaklığını orada tattık. Sofralarına oturduk, geceleri yatılı kaldık. Aile saadetlerinin yakın tanığı olduk.
Edebiyat dünyası olarak Ayten Yengemize teşekkür ve minnet borçluyuz.
[1] Ülkü Pınarı ve Divan dergilerinin yayın maceralarını ayrıntılı olarak yazmıştım: “Siyasetin Gölgesinde Dergicilik Oynadığımız Günler Ülkü Pınarı'ndan Divan'a”, Kardeş Kalemler, Sayı 82 (Ekim 2013), s. 59-70.
Bu konuyu bazı arkadaşlar kendi bilgileri ve bakış açılarıyla yazdılar: Yağmur Tunalı, Kavga Günleri (1968-1980), Ankara 2013, s. 215-234; Lütfü Şehsuvaroğlu, "Hasret ve Divan Günleri", Hayat Edebiyat, 1 Mart 2014. http://www.hayatedebiyat.com/lutfu-sehsuvaroglu-hasret-ve-divan-gunleri/; Namık Açıkgöz, "Ülkücülerin Susturulmuş Bir Sesi: Divan Dergisi", Mürekkep, 12 Kasım 2014. https://www.murekkephaber.com/yazarlar/prof-dr-namik-acikgoz/ulkuculerin-susturulmus-bir-sesi-divan-dergisi/9/