Ataların Ağladığı Toprak


 01 Aralık 2023



Otaga kendi halısına başladı başlayalı Bibi onun çevresindeydi, sanki başka meşguliyetlerini bir yana bırakmış, yalnız Otaga işe alışsın diye bu yere bağlanıp kalmış gibi duruyordu.

Gökyüzündeki ak bulutlar Otaga’nın eline bakıyorlardı, yıldızlar parlayıp, her biri bir yerden çözgünün aralarını, birbirine denk çekilmesini ölçüyorlardı, kuşlar, bu avluda görünmeyecek kuşlar bile bir yerlerden uçup gelip, bir şeyler şakıyıp, bir şeyler söyleşiyorlardı. En ağır tedirginlik de içindeydi Otaga’nın, bir türlü rahat bırakmıyordu.

Gergin teller oluştu, şimdi tek kalan tezgahın başına geçip dokumaktı. Kızların: “Halıya başlamışsın, işin ilerlesin. Hayırlı olsun!” şeklindeki kutlamalarına “Amin. Size de nasip olsun.” diye güzel cevaplarla karşılık vererek beyaz çözgülerin arasından beyaz atkı ipini geçirdi. Halının toprak denilen düğümsüz, düz, beyaz kısmına başladı.

“Dünyadaki her şeyin aslı birbirine benzer kızım. İşte, gördün mü, halının da başı topraktan, onun diğer ucu da toprakla tamamlanıyor. Toprağın üstünden bir sıra alaca koy, bu değişik bir şey, üstelik iyiye yormaya da uygun.”

Otaga toprak ile alacayı tamamlayıp aleme başlayacağı sırada, Bibi yine onun yanına oturdu.

“Alem de toprağın devamıdır kızım. Alemde buğday başağının şekli var. Hem de bu bizim halımızın en önemli alametidir. Halıya bir bak, iki tarafı da alemli olsa, bizimkidir de de yapış ona. Sadece bizim halımızda vardır alem, daha eski devirlerde bunu da toprak gibi dümdüz dokurlarmış.”

Otaga mutfaktaki ocağın başından ayrıldığından beri her bir hareketinde Bibi ela gözlerini dikip tepesinden ona bakıyordu. Bu kadının tek bir düğümü yanlış atsan, onu bile göreceğine Otaga’nın inancı tam. O sadece yaptığın işe değil senin yüreğinden de gözünü ayırmıyor.

“Sizin köyünüz neresiydi, kız?” diye, Otaga ile önüne çay alıp, lafı daha uzaktan aldı. “Ha, Zemahşer’di canlarım. Hiç unutulacak köy mü o? Buraya gelirken Vas’tan geçmiş olmalısınız. Oraları hatırla, Otaga’m, oralar gibi toprak dünyada yoktur.”

Otaga o toprağı görmüştü. Hiç unutamayacaktı o gördüklerini, gözünün önünden gitmeyecek, hayalinden çıkmayacak görüntülerdi gördüğü. Buraya gelirken bir geceyi Vas’ta geçirmişlerdi.

O gün babasıyla Otaga ikindi sonları yağmur suyunun toplandığı sert zeminli bir göletin yanında, hiçbir bitki bitmeyen dümdüz açıklıkta mola verdiler. Etraf göz alabildiğine boşluktu, yerin en ucunu masmavi gökyüzü bürüyordu. Otaga’nın babası atı arabadan çözmüş, ateş yakmakla meşgul oluyordu. Tarlada, ovada çay yemek hazırlamak erkeklerin işi olduğu için, Otaga babasına katılmayıp düze gitti. Çok yürüdü, yerin gökyüzüne büründüğü sınıra ulaşmak istedi.

Bu göze sığmaz geniş bozkırın kadim dereleri, kanalları, kim bilir hangi devirlerde ekin ekilen tarlaların sınırları hâlâ belliydi, sanki insanlar buranın mahsulünü toplamışlar, geride kalan tarlaları temizlemişler de daha yenice göçmüşler gibiydi. Boz toprak ekime, atılacak tohuma hazır bekliyor gibiydi. Bir zamanlar kazılmış arıklar, tarla sınırları, parça parça tarlalar, toprağın tüm varlığı sadece tohum istiyordu. Ne yazık ki toprağa tohum atacak biri yoktu, asla tek bir canlı bile görünmüyordu çevrede. Su olmayınca, değil insan, diğer canlılar da hatta bir ot bile hayat bulamıyor olmalı.

Uzakta, Otaga’nın vardığı yerden de uzakta güneş yavaş yavaş yere doğru yaklaşıyordu. Gün tavlasından boşanmış bir kır attı da al ipini sürüyerek batıya doğru, Karakum’un derinliklerine gidiyordu. O bu şekilde Otaga’nın gözünden uçtu gitti. Güneşin battığı yerde o yönü kaplayan kızıllık kaldı. O nurun içinden gün yeniden doğacak gibiydi… Ama yavaş yavaş günbatımı kızıllığı da sönüyor, yere karışıp gidiyordu. Doğudan yükselen karanlık ise dünyayı örtüyordu yavaşça. Kızıllığın solmaya başladığını anlayan Otaga yönünü babasının yaktığı ateşe çevirdi.

İsakulu ne kadar çerçöp bulduysa toplamış. İbriği gölette biriken yağmur suyuyla doldurup ateşe koymuş, oturulacak yere kuru ot döşeyip üstüne şal yazmış. Oturuşu rahattı, o bu yere geldiği için, bu yerde kamp kurduğu için son derece mutluydu.

Akşam yemeğine başladılar. Otaga birikmiş yağmur suyunun tadına ilk kez bakıyordu. Su tatlıydı. Sanki toprak yanmış pişmiş, yanına gelecek evladı için yağmur suyu biriktirip kenara koymuş gibiydi. Anasının pişirdiği ekmek de bal gibi lezzetliydi. Ateşte ısıtılan ekmek yumuşacıktı, yemesi hoştu. Yaşı ilerlemiş insanların ekmeği niçin ısıtarak yediklerini şimdi anlıyordu Otaga. Ekmek ateşe tutulunca tandırdan yeni çıktığı hale, eski tazeliğine dönüyormuş meğer.

 Yemeğini yiyen İsakulu uzun zaman çevresine kulak vererek oturdu. Dünya sessizdi, kendi kulağının uğultusundan başka herhangi bir ses işitmen mümkün değildi.

“Rahmetli ninem söylerdi, bütün devran Vas’ta kaldı diye…” Otaga büyük ninesini tanımıyordu. O dünyadan iyice yaşlanıp, doksanını aştıktan sonra gitmiş de olsa, öldüğü zaman Otaga henüz neyin ne olduğunu anlamayan çocukmuş. “Su kesilip, yurdu terk etmek zorunda kaldıklarında, millet yerlere kapanıp ağlamış. ‘Vas’ın yakınından geçseniz, ona diz çöküp sığının, Vas olmasa bize bereket gelmez. O devran geri gelsin, kerametli Tüniderya tekrar çırpınıp aksın diye dua edin,’ derdi rahmetli. Dua ile o devranı geri getirmek mümkün olsa insanlar bu zamana kadar her yerde mekan tutarlardı. İçten istemekle verilecek olsa insanlar Tüniderya’yı hatta gözyaşıyla bile akıtırlardı. Ne yazık ki, henüz gözyaşının akıttığı ırmak ya da erittiği kaya yok.”

Toplanan odunu azar azar ortaya atıp ateşi söndürmeden oturuyorlardı. Ateşin yılan dili gibi yalını, büyüleyici rengi karanlığı bölüyordu. Alevlerin arasından çıkan kıvılcımlar insan ruhu gibi yukardaki dipsiz karanlığa uçuyordu. Ateşe bakmakta olan Otaga’nın hayalinde, bir zamanlar burada yaşayıp geçen şah kızı Şahsenem kırk hizmetçisi ile görünüp gidiyordu, Aşık Garip’in sureti arada bir görünüyordu ateşin arasında. Köşkler eyvanlar, fıskiyeli havuzlar, kara bulut gibi uzanan meyve bahçeleri, işte orada da coşkun akan Tüniderya. Yukarıdaki yüce gökyüzüne benzer şekilde, geniş ve dipsiz, boz bulanık akıyor o. Şahsenem kız onun kenarına varıp, yad ellere giden Garip’ini izliyor, ırmağa kendi aşığını soruyor. Ondan bir cevap alamayınca durup ırmağa şikayet ediyor.[1]

Bir yerden yedi iklimden birinin ozanlarının sazendelerinin piri olan Aşık Aydın görünüyor. O saz sanatının piri, insan gönlünün sınıkçısı kabul edilmiş, kendini Tüniderya’ya atıp intihar etmeyi düşünen birçok insanı ecelin elinden almış, onların ümit çırasını yeniden tutuşturmuş. Garip gibi yolunu yitiren aşıklara doğru yolu göstermiş. O pirin mezarı hâlâ bu bozkırın ortasında yatıyormuş. Onun mezarına yalınayak başı açık varıp ziyaret etmeyen biri eline saz alıp, milletin önüne çıkamazmış. Onun mezarı hâlâ bu toprağın sahibi, o bir mukaddes ziyaretgah olarak, toprağı beladan afetten korumaya devam ediyormuş.

Kuru çırpılar tükendi, ateşin büyülü dili külün içine düştü. Otaga’nın gözü önünde Tüniderya’nın hayali görünmeye, akmaya başladı, sonra zayıflaya zayıflaya kesildi. Suyun dibindeki balıklar can vermezden önce iki yana çırpınıyorlardı, çıplak tenini insanlara göstermek istemiyor gibi balçığa bulanıyorlardı. Bir dev balık, hamile gelini yutan balık ise hatta kımıldayamıyordu bile. Onun karnını yarıp gelini çıkardılar. O gelinin elinde küçük bir çocuk, altın saçlı bir oğlancık varmış. “Beni bu zorlu dünyaya çıkardınız” diye, o bebek acı acı ağlıyor. Kimse çocuğun sesini dinlemiyor. Herkes başka şeyle meşgul. Biri çıngırak gibi sesi ile “Bakın buna, bahtlılar balığın içinde otururken de bahtlı olur” diyerek onlara doğru pençesini uzatıyor. İnsanlar birbirinin sesini duymadan bağrışıyorlar, seviniyorlar, ağlaşıyorlar. Her yer gürültü patırtı. O gürültünün arasında biri bir balığı yukarı kaldırıp: “Balıkların karnını yarın, onların karnında mücevher yüzük var!” diye bağırıyor. Soylu periler suya düşünce, onların parmağından düşen mücevher kaşlı yüzüğü ırmağın balıkları yutuyormuş meğer. Yine gürültü, patırtı. Tüniderya’nın kenarı feryat figan. Susuzluktan ölmek üzere olan millet ve pullu derisi kurumaya başlayan balıklar can havliyle çırpınıyor.

Kulağını delecek sessizlik yüzünden Otaga birden sarsıldı. Ürperip gözünü açtı ve korku ile çevresine bakındı. Bütün dünya sessizliğe batmıştı. Babası hâlâ o eski yerinde yan yatmış, arada bir derin nefes alıyordu. Otaga babasının niçin böyle dertli göründüğünü anlamadı. Artık bu yerde Tüniderya yok, su kesildi, yaşayış tamamlandı, çevrede hayattan nişan yokken, onun yeniden canlanacağı ümidine nasıl bel bağlayabilirsin? O geçmişten yalnız türküler, muhteşem nağmeler kalmış; o büyük devrandan kalan miras o kadar, artık halk içinde türkü yaşıyor.

Otaga kasesini elleyince, çayın çoktan soğuduğunu anladı, ama dökmeye kıyamadı, bir yudumda içti kalanını.

Karanlıkta genişlik yok gibiydi. Yerin yüzü şekilsizdi ve kara bir düzlük dipsiz gökle birleşiyordu. Tepeler ve düzler, bayırlar ve çukurlar denkti, yerin üstünde yıldızlarla süslenen karanlık hüküm sürüyordu. Aydınlığın iyice uzakta, yerin diğer ucunda olduğunu bilen yeryüzü rahata batmıştı. Arabanın üstünde yatan Otaga karanlıkla dolan boşluğa ve dinlenen beygire baktı. Beygir de araba da ona sevgi dolu göründü. Sonunda o karmaşık fikirlerle ne zaman uykuya daldığını anlayamadı.

Felekten yere inen ışın gökle yerin arasını böldü. Yaradan’ın aydınlığı karanlıktan seçtiği an geldi sonunda, karanlık göğe ve yere sinmeye başladı. İsakulu o anda kendinin ve çocuklarının uyanık olmalarını isterdi. Çünkü tam da o anda yerdeki insanlara o günün rızkı üleştirilirmiş, uyanık olanlar uykudakilerden daha fazla alırmış. Otaga gözünü açtığında babası çoktan yerinden kalkmış, arabanın etrafında dolaşmaya başlamıştı.

Aydınlık, yeryüzüyle dipsiz göğün arasını açtıkça, etraf eski şeklini alıyordu. Derken yeryüzünün ak teni görünmeye başladı. Dün geç vakit güneye doğru ipini sürüyüp giden doru at şimdi onların kuzeyinden âlemi aydınlatarak, parıldayarak yükselmeye başlamıştı.

 

            *

 

Eşyalarını toplayıp yola çıkacakları zaman Otaga yere bakıp konuştu.

“Baba, ırmak nerede?”

“Irmak önde kızım. Şimdi onun içinden geçeriz.”

Otaga ırmağın içinden nasıl arabayla geçebileceklerine akıl erdiremedi, düşündü durdu. Ama küçük bir çocuk gibi babasını soru yağmuruna tutmaktan da utandı.

Çok yol yürüdüler. Çevre bomboş, ot bitmeyen düzlük olduğu için, geçilen yol üremiyordu, ama gökyüzünde güneş ipinden çekiliyor gibi, daha şimdiden dik tepeye yükselmiş, etraf ısınmaya başlamıştı. Sonunda yol aşağı indi. Araba takırdayarak, kendi hızıyla yorgun beygiri de alıp gidiyordu.

Araba aşağı doğru gittikçe, kum tanelerini kırbaç gibi savuran soğuk rüzgar güçleniyordu. Doğudan batıya taş akıyordu, kum gibi küçücük taş parçaları. Otaga babasına baktı, cübbesiyle üstünü örtmüştü, Otaga da bürünmeye mecbur oldu. Şimdi taş savuran rüzgardan korunmaya çalışıyor, kendi içlerine büzülmüş gidiyorlardı, zavallı at da başını aşağı eğmiş, fırtınanın arasından yol bulmaya çalışıyordu. Fırtınaya gelince helezon çiziyor, elini yüzünü açsan, küçük taş kıymıkları diken gibi batıyordu.

Yorgun beygir sonunda arabayı taş fırtınasından çıkarmayı başardı. Orada İsakulu arabadan inip üstünü başını silkelemeye başladı. Papağını alıp güzelce silkti.

“Şimdi ayağımız açılsın, biraz yürüyelim, kızım.”

Bu sözle Otaga da arabadan indi.

Yol yükselmeye başlamıştı. Kendilerinin ne kadar aşağı indiklerini Otaga arabanın yanı sıra yukarı yürümeye başlayınca anladı. Karşıda sanki insan eliyle yapılmış gibi katmer katmer yükselen kaya vardı. Bir katman taş, bir katman beyaz kireç, onun üstünde bir kat kahverengi kil, sonra yine taş… O öyle bir kesilmiş ki, yer kat kat olup, yukarı doğru gidiyor, o doruğa ulaşsan, başın göğe değecek gibi görünüyor. Kayanın belinden yokuş yukarı giden yol boyunca at arabayı yavaş yavaş yukarı doğru çekiyordu.

Onlar nehir yatağından çıktıklarında, gökyüzü yerini değiştirdi. Aşağıdan bakınca başın değecek gibi görünen gök tekrar engin yüceliğine, çok yukarılara yükseldi.

Atı arabadan çıkarıp, çevresine bakınan İsakulu:

“İşte buraya Üst Yurdun Kırı derler,” dedi sevinçle.

Az önceki tozdan dumandan kirpikleri birbirine yapışan, boğazı kuruyan Otaga:

“Baba, peki ırmak nerede?” diye, daha başta sorduğu soruyu tekrarladı.

“Irmağın içinden daha şimdi geçtik ya. Demin geçtiğimiz tozlu derinliği görmedin mi?”

“Gördüm.”

“O ırmakmış işte. Bir zamanlar oradan bol sulu bir ırmak, coşkun bir nehir akıyormuş. Onun ne kadar derin olduğunu görmedin mi?” İsakulu göz aldığınca uzanan dev yarığa kıvançla baktı. Dişini sıkıp başını sağa sola salladı. “Gömüldü o ırmaklar, kızım, gömüldü. Bir baksana bu boş düzlüğe! Hanların beylerin gazabı, milletin açgözlülüğü böyle bir ırmağı bile kurutmuş. Bunun genişliğini görüyor musun, sonuna göz yetmiyor. Millet böyle bol suyun bile sonuna yetip, akıp duran ırmağı kurutmuş. Rızık arığından şimdi çakıl ve kum akıyor. Biz de toz içinde yatan boş yurdun sahibi olduk.”

 

            (Yazarın “Nakış” romanından alınmıştır.)


 

[1] O bölgede yaşayan halk hikayesi kahramanları, şah kızı Şahsenem ve çok maceralar yaşayan Garip anılıyor. Aşık Garip hikayesinin Türkmen varyantında Şahsenem ve Aşık Garip’in yaşadıkları yer olarak bugün Türkmenistan Daşoğuz vilayeti sınırları içinde kalan tarihi Vas bölgesi gösterilir.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 204. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 204. Sayı