Azerbaycan Topraklarının İşgali ve Hasret Edebiyatı’nın Doğuşu


 01 Temmuz 2021


Karabağ’da savaş tüm hızıyla devam ederken ve 30 yıllık esaret adım adım son bulurken, Azerbaycan topraklarının işgaline ve Azerbaycan’ın bölünmüşlüğüne farklı bir açıdan da temas etmek isterim. 1813 Gülistan ve 1828 Türkmençay Antlaşmaları ile Azerbaycan topraklarının Rusya ve İran arasında paylaşılması günümüze kadar Azerbaycan Türklüğünü sadece siyasi ve askerî açıdan değil, edebî açıdan da etkilemiş, bu bölünmüşlük ve “Bötüv Azerbaycan”a olan sevda, Hasret Edebiyatı’nın ortaya çıkmasına neden olmuştur. 

Azerbaycan topraklarını parçalayan bu iki antlaşma ile Aras Nehri iki ülkenin sınırı olarak tayin edilmiş, Aras Nehri’nin iki yakasının birbirine hasreti üzerine yüzlerce türkü söylenmiş, kitaplar yazılmıştır. Sovyetler Birliği zamanında söylenmesi dahi yasak olan Aras türküsü bu özlemi ne güzel dile getirmiştir: 

“Aras’ı ayırdılar

 Kum ile doldurdular, 

Ben senden ayrılmazdım

Zor ile ayırdılar.” 

Ay Laçın, can Laçin,

Men sene kurban Laçın”

Elbette Türk adından dahi korkan, bu nedenle yöresel dil farklılıklarından “yapay milletler” yaratmaya çalışan komünist ideoloji, (Çarlık Rusya ve devamında Sovyetler Birliği Türk Dünyası’nı parçalamak için Türkleri; Azeri, Kazak, Kırgız gibi isimlerle nitelendirilmiştir.) bu şiirlerin ve nicelerinin sözlerini dahi değiştirmiştir. Sovyetler Birliği Dönemi’nde Laçın Türküsü’nün yukarıdaki sözlerle dile getirilmesi yasaklandı ve bu dönemde sanki bir aşk şarkısı gibi söylenmeye başlandı:

“Araz akar lil ile, deste, deste gül ile

Men yarımı sevirem, şirin, şirin, dil ile

Bahçalari sari gül, yarı gonça, yarı gül

Gec açıldım, tez soldum, olmayaydım barı gül

Ay Laçın, can Laçın, men sene kurban Laçın”

Bu şiirlerin, türkülerin birçoğu Türkiye Türklüğü tarafından da çok sevilmiştir.  Elbette sözlere, harflere dökülen bu sevda, Çarlık ve devamında Sovyet Rusya’nın Türkler üzerindeki baskısı nedeniyle ne yazık ki çoğunlukla doğrudan dile getirilememiş, metaforlarla ifade edilmiştir.  Dolayısıyla bu dönemde Türklük aşkıyla yanan birçok Türk aydın, M. F. Akhundzade’nin “Eğer yazmak istediklerimi mevcut zamanda ve mekânda yazamıyorsan zamanı ve mekânı değiştirerek içinden geleni yaz, anlayan anlayacaktır”[1]sözlerine uygun olarak fikirlerini dolaylı olarak dile getirmek zorunda kalmıştır. 

Örneğin, yıllardır bıkmadan dinlenen “Ayrılık” şarkısı aslında bir insani aşkı değil, vatan aşkını, Güney’in Kuzey’e, Tebriz’in Bakü’ye hasretini gizliden gizliye haykırmaktadır:

“Fikrinden geceler yata bilmirem,

Bu fikri başımdan ata bilmirem,

Neyleyim ki sana çata bilmirem,

Ayrılıg ayrılıg yaman ayrılıg

Her dertten acı aman ayrılıg…”

Yine Bahtiyar Vahabzade’nin ünlü “Gülistan” şiiri de Kuzey’in Güney’e sevdasını dillendiren en önemli eserlerdendir:

Nece ayırdınız tırnağı etten

Üreği bedenden, canı cesetten?

Ahı kim bu hakkı vermiştir size

Sizi kim çağırdı vatanımızı.

Ağalar bilmedi birdir bu toprak

Tebriz de Bakü de Azerbaycan’dır

Bir elin ruhunu dilini anacak

Kâğıtlar üstünde bölmek asanddır.”

 

1953’te Stalin’in ölmesinden sonra iktidara gelen Kruşçev ile birlikte Sovyetler Birliği’nde yaşanan görece ılımlı politik iklime rağmen Vahabzade, “Gülistan” şiiri nedeniyle çalıştığı üniversiteden kovulmuş ve komünist rejim tarafından iki yıl göz hapsine tabi tutulmuştur. Ama tüm tepkilere, baskılara rağmen o, davasından dönmemiştir. “Dil bir milletin namusudur.” diyen Cemil Meriç, Türkçenin doğru kullanılmasına büyük önem vermiş, tüm baskı politikasına rağmen 1954’te yazdığı “Ana Dil” şiirinde dilin bir milletin kimliği olduğunu şu sözlerle vurgulamıştır:

“……

Ey dilim kudretinle dünyalara yol açmış.

Sende benim halkımın kahramanlıkları dolu

Tarihi varaklanır

Sende nice bin yıllık benim medeniyetim.

Şan şöhretim saklanır

Benim adım sanımsın

Namusum vicdanımsın”

Millî olan her şeyi düşünmenin dahi yasak olduğu Sovyetler Birliği Dönemi’nde Vahabzade, ülkesinin sorunlarını bazen başka ülkelerle özleştirmiş, kendi ülkesinin ıstıraplarını başka başka coğrafyaları anlatarak aktarmaya çalışmıştır. Örneğin, “Yollar-Oğullar” adlı eserinde Cezayir halkının Fransız sömürgeciliğine karşı azatlık mücadelesini anlatırken gerçekte Azerbaycan’da Rus emperyalizmine duyulan millî tepkiyi dile getirmeye çalışmıştır. Benzer şekilde, Cezayir’e yaptığı bir seyahat sonrasında kaleme aldığı ve Cezayir halkının ana dilini konuşmaktan mahrum bırakılmasını konu alan “Latin Dili” isimli şiiri de gerçekte Azerbaycan’ın ana dilinden koparılışına yönelik bir ağıttır. Bu manada “Latin Dili” adlı şiiri metaforik bir anlatımla asırlardır Rus saldırılarına maruz kalan Türk dilini ve bu dili konuşamayan milletinin durumuna bir iç çekiştir. Resmî dilin Azerbaycan dili olarak belirtilmesine rağmen Rusçanın resmî ve toplumsal hayattaki önceliğini eleştirdiği bu şiirde, Cezayir’i Azerbaycan ile Fransa’yı da Rusya ile özdeşleştirerek şöyle seslenir:

“Latin dili!

Her sözünde dünya boyda yük taşıyor,

Latin dili!

Millet ölmüş, dil yaşıyor

Sen derde bak, vatan da var, millet de var.

Ancak onun dili yoktur.

Öyle bil ki ayna gibi.

Şimdi böyle hangi dile ölü diyek?

Vatan varken, millet varken,

Küçük yoksul komalarda

Tutsak olan bir dile mi?”

Halkı ölen

Özü kalan

Bir dile mı?”[2]

Azerbaycan’ın bölünmüşlüğü büyük bir acı, “Bötüv Azerbaycan” ise bitmeyen bir sevda olmuş yüzyıllardır. Bu yüzden Azerbaycan’daki Hasret Edebiyatı’na dair daha birçok örnek verilebilir. Ben son olarak Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu’na ithaf edilen “Laleler” türküsünden bahsetmek isterim. 25 Mayıs 1918’de Kafkas İslam Ordusu, Ermeni ve Bolşevik çetelerin katliamlarına maruz kalan Gence’ye girmiştir. Her yerin çimenlerle kaplı olduğu bahar ayında yeşil çimenler üzerinde talim yapan Türk askerileri başlarındaki hilal motifli püsküllü fesleri ile laleye[3] benzetilmiş ve Aslan Aslanov’un muhteşem sözleriyle unutulmaz bir türküye dönüşüvermiştir:

“Yazın evvelinde Gence Çölü'nde

Çıhıblar yene de dize laleler

Yağışdan ıslanan yarpağlarını

Seripler dereye düze laleler

Laleler laleler laleler laleler

Laleler laleler laleler laleler

Hayalımdan neler gelib ne geçer

Yaz geler ellere durnalar göçer

Bulağlar simaver ağ daşlar şeker

Benzeyir çemende köze laleler

Laleler laleler laleler laleler

Laleler laleler laleler laleler

Meylim üzündeki gara haldadır

Hicranın elacı ilk vüsaldadır

Ne vahddır aşığın gözü yoldadır

Bir gonağ gelesiz bize laleler

Laleler laleler laleler laleler

Laleler laleler laleler laleler”

 

Dr. Esma Özdaşlı


 

[1] Zhala Babashova, “Milli Mücadele Şairi Bahtiyar Vahabzade”, Turkish Studies-International Periodical

For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Vol. 9, No.12, 2014, s. 11. 

[2] Esma Özdaşlı, “Mahkum Milletlerin Hapishanesinde Bir Aydın: Bahtiyar Vahabzade (Hayatı, Fikirleri ve Türkiye’ye Bakışı), Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 8, Sayı 14, 2006.

[3] Azerbaycan Türkçesinde gelinciğe lale denir. Dolayısıyla laleden kasıt gelinciktir. Yani şair Türk askerlerini gelincik tarlasına benzetmiştir. Azerbaycan’da laleye tulpan denir.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 175. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 175. Sayı