HaftanınÇok Okunanları
Ayşe Solmaz 1
ERKUT DİNÇ 2
ZEHRA TAŞDEMİR 3
KEMAL BOZOK 4
Emrah Yılmaz 5
ANAR 6
FEYZA TUĞÇE FIRAT 7
Ey Yaradan, tövbe kıldım, bu ne âfetten nişan?
El-aman, ey, el-aman, koru belalardan aman,
Arş u kürsi, levh kalem, yerler gökler eyler figan,
Bu Müslüman nâlesinden, dört bir yanı aldı duman,
Kıyamet koptu bugün, müminlere âhir zaman.
Miskinkılıç
“Göktepe alındı, Tekeler darmadağın edildi,
henüz hepsi boyun eğmemiş olsa da zaferimiz kesindir.”
F. M. Dostoyevski
Köpetdağ’ın kuzeyinde oturan Türkmenlerin esas karargâhı olan Göktepe Kalesi son günlerde tam bir teyakkuz halindeydi. Kaleyi savunmak uzayıp giden çetin bir sınava dönmüştü. Rus ordusu kaleyi sıkı bir ablukaya almış, içerde kalan insanların dış dünyayla ilişkisini tamamen kesmişti. Gündüz gözüne ne kaleye girmek ne kaleden çıkmak mümkündü. Kalenin içinde rahat yüzü görmek bir yana şöyle bir soluklanacak fırsat bile yoktu. Bir o yanda bir bu yanda gökten yağan top gülleleri patlıyor, güllelerin düştüğü yerde âdeta kıyamet kopuyor, o yerler kararıp kalıyordu. İnsanların tepesinden ateşli kurşun yağıyor, acımasız ecel göz göre göre geliyordu. Bir yere çarpıp seken kurşunlarla ölenler de az değildi. Çocukları kalenin ortasındaki meydanlığa bırakmamaya çalışıyorlarsa da mermi toplamaya, kurşun parçalarını toplamaya gönderiyorlardı. Henüz ölmemiş olanlar da ecellerinin çok yakın olduğunu hissettiği için ölü ile dirinin farkı azalmış, hayatla ölüm arasındaki perde iyice incelmişti.
Kale genişti aslında, neşeli kalabalıkların gülüş oynaş gezineceği bir yer olmalı gibiydi, fakat içinde henüz taş binalar ya da köşk olmadığı için ilk bakışta dağınık bir tavla gibi görünüyordu. Kaleye daha önce yerleşenler, belki de aslında buranın yerleşik halkı “karaev” denen yurtlarda yaşıyorlardı, kalan çoğunluk “döle” adı verilen sığınaklarda gün geçiriyordu. Dar bir kapı bırakılıp dört köşe edilerek kazılan bu barınakların üstü çam ağaçları ve yılgınla kapatılıyordu, üstüne top güllesi düşmediği sürece bu sığınaklar güvenli sayılırdı. Geçenlerde iki küçük oğlu ile kaleye sığınan bir dul kadın için de bir “tüm” kazdılar. “Tüm”ler sert toprakta dik bir çukur olarak kazılıyordu önce, sonra çukur bir yana doğru kazılarak alttan genişletiliyor, karanlık ama güvenli bir sığınak haline getiriliyordu. Yanlarında getirdikleri eşyalar, şilteler ve üç kişi geceyi o çukurda geçiriyorlardı. “Döle”, “tüm”le karşılaştırılınca daha genişti ve tabana bir yaygı yazıp rahatça uzanma imkânı vardı. Tagan “döle”de yaşayanların haline vaktine bakınca çocuk aklıyla onlara imreniyordu doğrusu.
Tagan’ı ve beraberindekileri getiren göç dalgasıyla birlikte kalenin içi tıklım tıklım olmuştu. Onlar Göktepe Kalesi’nden daha ilerde, dağdan inip gelen derenin yanında kurulan obadan gelmişlerdi buraya. Baharın bitip yazın başlayacağı günlerde şimdi kaleyi kuşatan düşman onların obasına ulaştı ve oralarda ağır savaş oldu. Düşman gelince, her zaman yaptıkları gibi obalarını öylece bırakıp dağa ya da çöle çekilebilirlerdi belki. Ne var ki buğday yetişmişti, biraz erken olgunlaşan arpaları biçmişlerdi bile, buğdaya gelince henüz biçilecek gibi değildi. Ruslar dağ eteğindeki obaları bir bir vuruyor, ekinleri ateşe veriyordu. Yerli halk ne olursa olsun mahsulü korumak lazım kararına geldiler. Düşmanı durdurmak, en azından ekin biçilinceye kadar, onun önüne bent olmak zorundayız diye savaşa çıktılar. İşte o çatışmaların birinde Tagan’ın babası şehit oldu.
Hiçbir güç, hiçbir kahramanlık düşmanı durduramadı, onlar çok kalabalıktı, silahları gelişmişti, onun için savaşta eşitlik yoktu. Ateşli gülle attan da insandan da hızlı olduğu için ne kaçarak vuruşacak ne kaçıp kurtulacak yer vardı. Önden Rus ordusu geliyordu, onların peşi sıra silahlarını taşıyan kervan ve yaralılarını tedavi edecek birlikler. Bu sefer savaşa son derece hazırlıklıydılar. Ordunun karşılarına çıkanlar, eli silah tutan adamlar ise gittikçe azalıyordu. Kesearkaç’a bütün il Göktepe Kalesi’ne göçmeli haberi yayıldı.
Hanlar ve serdarlar, tıpkı geçen yıl olduğu gibi, milleti bir yere, en büyük kaleye toplamak zorunda olduklarını, orada toplanarak korunmanın mümkün olacağını kararlaştırmışlardı. Rus ordusu bundan bir buçuk yıl önce yine böyle gazapla geldiğinde Tekeler onlara karşı geri çekilerek savaştılar. Pusuda yatıyor, sonra birden saldırıyorlar, sonra bozkıra, çöle kaçıyorlardı. Ruslar ise kâh durup kâh ilerleyerek, durmadan yürüyor, güneye açılıyorlardı. Bu kaçmalı kovalamalı savaş sonunda Rusları da Türkmenleri de Göktepe Kalesi’ne getirdi. Ahallı Tekeler kalede sağlam bir savunma sistemi geliştirdiler. Aynı zamanda Ruslara sert bir şekilde karşılık veriyorlardı. Göktepe çevresinde birçok defa muharebe oldu. Düşman Göktepe Kalesi’ni alamadı, cephaneleri tükendi ve sonunda geri çekilmek zorunda kaldı.[1] Kale halkı, bunu bayram ederek kutladı, düşmanın geri çekildiği yöne bakarak, at yarışı düzenledi. Söylentiye göre şimdi serdarlar milleti tekrar kaleye toplayarak benzer bir zafer kazanacaklarını umuyorlardı.
İki çocuğuyla yalnız kalan ana, başını korumak için bu kaleden başka sığınacak yer bulamadı. Çünkü kulağına bu sefer gelen Rusların yaşına başına bakmaksızın önlerine çıkan her erkeği öldürdüğü, çok acımasız oldukları çalınmıştı. Ana, kocasının ölümünü, ak ekinin nasıl ateşe verildiğini, hayvanların kırıldığını düşününce bu gelenlerin gaddarlığıyla ilgili söylentinin doğru olduğuna inandı. Bu korkuyla da oğullarının derdine düştü, onların canını kurtarmak için nereye olsa gitmeye razıydı. Yol onu kendisi gibilerle birlikte sığınmak için bu kaleye aldı getirdi.
Kalede hep bir gürültü patırtı, bağrış çağrış, kimin ne dediği anlaşılır gibi değildi. Bir şekilde Kesearkaç’ın farklı yerlerinden toplanan halkın kaderi birleşmişti. At, ev, halı döşek gibi şeylerin sahibi var demezsek, geri kalan her şey ortaktı. Birinde buğday varsa ortak yiyorlar, ötekinin pişirdiği ekmeği paylaşıyorlardı. Gündüz herkes bir aradaydı, yalnız akşamları herkesin başını sokacağı bir deliği vardı. İşte böyle bir ortamda, Tagan’ın küçük ailesi için de ortalarda çok sıkışık olmayan bir yerden sığınak kazmışlardı. Kışın soğuğundan mı, yoksa oluşu mu öyle, her nedense toprak son derece sertti. Buz tutmuş yere kazmayı vuruyorlar, bir parçacık kesek koparıyorlardı. İki kişi sırayla çalışıyordu. Onlar pek katmanı yarıp sonunda yumuşak tabakaya ulaştılar, sonra beller işe girişti, yer derinleşmeye başladı. İçlerinden biri gençti, o konuşmuyordu, diğeri, kır sakallı Seydek Amca denilen durmadan konuşuyordu:
“İşte, yine mağaraya girme zamanı geldi, insan bir zamanlar mağaradan çıkmış diyorlar, şimdi tekrar geri dönüyoruz. Biz düşmanın da iyice gaddarına, insafsızına denk geldik, kökümüze kibrit suyu dökmeden bırakmayacaklar herhal,” diyordu Seydek Amca, bir yandan kürekle toprak atarken bir yandan söylenip duruyordu. “Artık yürük atından hayır yok senin, keskin kılıç da işlemez. Şimdi ateş işliyor, ateşli gülle gözün gördüğü hiçbir yerde kaçırmıyor hedefi. Artık eceli ateşli gülle ile gönderdikleri için, ondan korunmanın tek yolu yerin altına saklanmak. Rus’un kendine bak bir, onlar da siper kazıyorlar, siperin içinde iki yana hareket ediyorlar. Ateşli gülle bizi yere soktu.” Yere dayadığı küreğine yaslanıp, nefeslenen Seydek Amca tekrar konuşmaya başlıyor. “Bu gelenler daha önce görmediğimiz düşman, niyeti yağma ya da insanları köle cariye yapmak değil, bu milleti yok etmeyi koymuşlar kafalarına”. Rus, Kokant’ta da Hive’de de taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmamış diyorlar. İşte şimdi de sıra boyun eğmeyen Tekelere gelmiş.
İş bitti, Seydek Amca büyük bir dertten kurtulmuş gibi derin bir nefes aldı.
“İşte,” dedi, “Gelin, siz de artık evli eşikli oldunuz, benim de bir komşum olmuş oldu. Üstü yılgın dallarıyla örtülü yandaki döle bizimdir.” derken eliyle yandaki barınağı gösteriyordu.
Oğlanlar bu “eve” girmek istemediler, onlar böyle “tümde” karanlık çukurda yaşamak istemiyorlardı ama başka çareleri yoktu, yerin üstü tehlikeliydi.
Tagan’ın kardeşi anasının eteğini çekiyor, “Biz ne zamana kadar bu karanlık çukurda yaşayacağız?” diye soruyordu.
“Düşman gidinceye kadar.”
“Ya onlar gitmezse?”
“O zaman burada yaşamak zorunda kalırız.”
Korkunç kırım gece gündüz aralıksız devam ediyordu. Bu kalede nöbet tutanlar tam da burada, kara başlarından ziyade, çok değerli, önemli bir şeyi, yabancıya verilemeyecek, düşmana teslim edilmeyecek bir şeyi koruyorlardı, o korunan şeyin ne olduğundan çocuklar habersizdi. Bu anlaşılmaz durum Tagan’ı gününe koymadı. “Gerçekten, hayatları pahasına neyi koruyordu bu nöbetçiler?!” Tagan’ın ağır ve karmaşık sorusuna anası sade bir sözle cevap verdi:
“Onlar bizi koruyorlar.”
Ama o koruyanlar kendileri ölüyorlar işte. Her gün birçoğu ölüp dururken, bu nasıl koruma olacak?
“Biz çöle ya da dağa kaçarak kendimiz korunamaz mıydık?”
“O zaman da bunlardan olmazdık.”
“Biz bunlarla olmak için mi buraya geldik?”
“Evet, yavrum, bunlara katılmak, onlardan biri gibi olmak için geldik. Serdarımız ‘Yensek şöhretli oluruz, yenilirsek bağımsızlığın değerini bilir, vatanımıza sahip çıkmaya çalışırız.’ demiş. ‘Çöle kaçarak ya da dağa saklanarak düşmandan kurtulmak mümkün değil.’ demiş. Onun için bunların yanına geldik biz.”
Tagan, ananın yüzündeki ağır hüznü gördü, başka soru soramadı. Sonuçta o her ne ise korunan şeyin insandan daha değerli bir şey olduğunu tahmin etti.
Belki de milletten ayrılmak ölümden beterdir, yoksa insanı korumak için insan ölmezdi. Bu elbette çocuğun aklından geçen. Büyükler başka türlü düşünüyor olmalı, onlar şimdi kaç zamandır bir yere toplanmış o mukaddes şeyi kuruyorlar.
Karanlık sığınağın yanında kazığa bağlanmış bir at duruyordu, çocuklar o attan gözlerini ayıramıyorlardı. At da çocuklardan hoşlanıyor olmalı, bazen nemli gözlerini ışıldatarak oğlanlara doğru başını sallıyordu. Tagan bu ata atlayıp, kardeşi ile anasını da terkisine alıp bu belalı yerden uzaklaşmayı; ta ilerlere, ilerdeki yüksek dağlara doğru tutturup gitmeyi hayal ediyordu, fakat millet hürriyet diyerek, dağa ya da düze kaçmamış, tam da burada, etrafı korkunç bir kavgayla kuşatılmış kalenin içine hapsolmuştu.
Sonraki günlerde kaledekilerin durumu daha da ağırlaştı, onların hücumu başarılı olmuyordu, her seferinde gaddar düşman bahadırları geri çekilmeye mecbur ediyordu. Neyse ki kale surları ecelin önüne siper oluyor, silahsız zavallıları: ihtiyarları, kadınları, çocukları ve çocuk gibi dört bir yana vurunan atları düşman ateşinden koruyordu. Kale yapılırken Hive’den ustalar getirilmiş, kale onların planına göre, ustalar ve onların talimatlarını uygulayan yerli işçiler tarafından yapılmıştı. Tam onların istediği şekilde kıvamını bulmuş çamurla yükseltilen kale top mermisine dayanıyordu. Ayrıca kalenin üstünde ve kale kapısının arkasında keskin nişancılar vardı. Onlar kalenin direğiydi. Atış menzili içine düşmanın sokulmasına izin vermiyorlardı. Düşmana gelince, onlar da boş durmuyor, havan toplarıyla kalenin içini vuruyordu. Yukarda Allah, çevrede bahadırlar olmasa ayak altındaki bu sert toprak sığınmacıları korumaya yetmeyecekti. Toplar gazaba geldiğinde kadınları, çoluk çocuğu ecelden koruyan işte bu topraktan yapılmış kale ve yere kazılan “tümler”di.
Bir gün çocuklar aydınlığa çıktıklarında, “tüm”ün ağzındaki at görünmedi.
“Hani at?” dedi Arslan abisine.
“At yok…” Tagan başka ne diyeceğini bilemedi.
Çocuklar öylece şaşkın şaşkın bakınırken onlar için sığınak kazan Seydek Amcalarını gördüler.
“Seydek Amca, şurda duran at neden görünmüyor acaba?” diyerek Seydek Amca’ya baktı Tagan.
Seydek Amca’nın cevabı kısaydı:
“Dün onun sahibi öldü.”
“Atını ne yaptılar?”
“Atını gece kaleden çıkarıp dışarı kovdular.”
Bu çocukların kulağına çok tuhaf geldi. “Acaba biri ölünce, onun arkasında kalanları böyle kaleden çıkarıp kovuyorlar mı?”
Tagan merakına hâkim olamadı: “Atı ne diye kovdular ki?” diye sordu.
“Yuv günü at kazığında bağlı durursa bu kötüye yorulur. O hürriyete gitsin, dediler.”
Etrafta herkesin işi başından aşkındı. Atlar da adamlar da her gün biraz daha azalıyordu. Ölmek mutluluktu; bu korkunç ölüm kalımları görmemek, çocukların ahını nalesini işitmemek demekti. Ailesi, çocuğu bu kalede kalan insanlar bunu da seçmiş oluyorlar. Ölmek, borcunu ödeyip, ailene karşı vicdanını rahatlatmak demekti. Bunun için onlar ölümü seçiyor, gece düşman karargahına gidip, başa baş savaşıyorlardı, onları gecenin karanlığı koruyordu.
Geceydi ya da geç akşam, karanlıkta vaktin ne zaman olduğunu seçmek zordu, onların anası toparlanmaya başladı. Entarisini şalvarının içine soktu. Beline kuşak bağladı, başındaki börkü çıkarıp onun yerine başını bir yazmayla sıkıca bağladı.
Yıldız ışığında anasının hareketlerini izleyen Tagan:
“Anne, sen şimdi babama benziyorsun,” dedi.
Ana, oğlunun kinayesini ciddi kabul etti.
“Evet, yavrum, biz artık babana benzemezsek, halimiz yaman.”
Tagan da aynı ahenkle devam etti sorusuna:
“Babama benzeyip savaşa mı gitmek niyetin?”
“Evet, oğlum, savaşa gideceğim. Oturmanın bir faydası yok, bir de biz deneyelim bahtımızı.”
Oğlu başka bir şey sormadı. İki kardeş şaşırmış halde anaya bakıyorlardı. Ana şimdi sanki daha da gençleşmiş, güçlenmiş gibiydi. Gerçekten başı sarıkla sarılmış erkek adama benziyordu. Oğlanları onun merhametsiz düşmana karşı nasıl savaşacağını bilmiyorlardı, onların yanında ne tüfek ne kılıç, hiçbir silah yoktu. O ise bir silah almaya da çalışmamıştı, oğullarının başını öptü ve karanlığa karıştı gitti. Oğulları onun güney kapısına doğru gittiğini anladılar. Çünkü o kapı düşmana karşı çıkmak için kullanılabilecek en yakın kapıydı, açık sahraya bakıyordu.
Çocuklar biraz dalmışlardı, bu uyku mu yoksa öylesine bir dalma mı belli değil, ne de olsa vakit geçmiş. Sabah ayazı üşütünce uyanmak, daha doğrusu gözlerini açmak zorunda kaldılar. Yanlarında uzanan annelerini görünce Tagan hafif bir nefes aldı, gözü parladı. Tagan’ın içinden annesini kucaklayıp öpmek geldi ama rahatını kaçırmak istemiyordu. Soğuktan buz kesmiş ayaklarını ovarak toparlanıp otururken annesini dikkatle incelemeye başladı. O diri miydi yoksa ölmüş mü emin olamadı.
Aydınlıkta, gün yukarı yükselince annesini tekrar dikkatlice inceledi, yaralı olmadığından emindi artık.
“Savaş nasıl geçti, anne?”
“Fena değildi, gittiğimize değdi.”
Küçük Arslan;
“Sen düşmana karşı savaştın mı?” diye cıvıldadı.
“Ben savaşmadım, savaşanlara yardım ettim. Düşmana karşı erkekler savaşıyor, onlar önden gidiyorlar, biz kadınlar, onları takip ediyoruz. Onlar nöbetçilerin işini bitiriyorlar. Bizim görevimiz onlar bir şey alabilirlerse onu hemen kaleye alıp getirmek.”
“Siz kalabalık mısınız?”
“Var, dört beş kadın. Her iki üç savaşçının peşine bir kadın takılıyor. Bizim elimize bir şey geçerse hemen kaleye çekilmemiz lazım. Ben iki tüfek alıp geldim.”
Ana, başardığı işle gurur duyuyordu.
“Vay be!” dedi Tagan, “Büyük iş başarmışsın.”
“Bu sıradan bir iş, kalede kimin elinde silah varsa, o Ruslardan alınmıştır. Bizimkiler daha önce iki top, bir de onların bir bayrağını almayı başarmışlar.”
“O tüfekleri atmak mümkün mü şimdi?” dedi Arslan, annesinin getirdiği ganimet merakını celp etmişti.
“İçinde mermisi varsa atarlar. En azından o tüfekler artık bize ateş edemez.”
Aradan bir gün geçti, anneleri tekrar beline kuşak kuşandı. Önceki sefer yaptığı gibi tekrar boyu uzar, hatları sertleşir gibi oldu. Karanlığa karıştı gitti.
Tagan sabah erkenden gözünü açtığında bitkin halde uzanmış yatan annesini gördü. Bu sefer onun ne konuşacak ne geceki savaşın nasıl olduğunu anlatacak mecali vardı.
“Düşman bizim geldiğimizi anladı. Kurşun yağmuruna tuttular bizi. Başımızı kımıldatmaya bile fırsat bulamadık.” diyen ana sanki başka biri duymasın diye fısıltıyla konuşuyordu. “Başımızı kurtarsan şükredecek haldeydik. Benim önünden giden genç yaralandı. Biraz ortalık sakinleşince onu sürüyüp kaleye döndüm…”
Bu can sıkıcı gecede başlarına gelen onları durdurmaya yetmemişti. Yine gece hücumuna hazırlanıyorlardı. Doğrusu kaledekilerin başka çaresi de yoktu, onlar bir şeye güvenebilirlerdi, gecenin karanlığına. Bu sefer zamanında dönmediler. Tagan bir ağırlık hissetmiş gibi, yarı uykulu yarı uyanık çok bekledi annesini. Sonunda yeryüzü aydınlandı, tan ağarıp gün doğdu. Çatışmaya gidenlerden henüz bir haber yoktu. Bunu kime soracağını, annesini nerede arayacağını da bilmiyordu. Güneş yukarı yükseldiğinde, dört adam çuvalın üstüne yatmış halde alıp geldiler annelerini. Getirip çocukların yanına koydular. Ana, uyluğundan yaralanmıştı.
Öğleye doğru komşuları Seydek Amca geldi. Yaralının çevresinde döndü, sonunda başucunda başını eğip durdu ve bir şeyler sormak istiyor gibi, ikircikli yutkundu ama hiçbir şey söyleyemedi o konuşkan adam. Geldiği gibi, yine sessiz sedasız çıkıp gitti. Aradan epey zaman geçti, bu sefer Gerek Tabip denen kadınla geldiler.
Tabip yaralıyla baş başa kalınca Tagan’ın yardımıyla onun dış giysilerini çıkardı, yarayı açtı. Bir kan izi demezsen ortada görünen bir şey yoktu. Tabip eli ile yaranın çevresini kontrol etti, onun tenine parmağını dürterek, şişlik var mı yok mu anlamaya çalıştı. Sonra yarayı örttü, başını aşağı eğip oturdu ve alçak sesle konuştu.
“Mermi uylukta kalmış, o belayı çıkarmak lazım…”
Tabibin dış görünüşüne baksan, bu sayıklar gibi konuşuşuna baksan, yaralının bedeninden mermi çıkaracak birine benzemiyordu. Aslında o, bir işler yapacak da akıl mı yürütüyor yoksa öylesine uyukluyor mu o bile belli değildi. Sonunda yine kendi kendine söylenir gibi:
“İsterse buna su verin durun.” dedi ve başını aşağı eğip, kalktı gitti.
Ana anlaşılmaz şeyler sayıklıyor, bazen köpek gibi ince sesle inliyor, dudağını yalıyordu. Belki de su istiyordu, başka bir ses çıkardığı ya da hareket ettiği yoktu. Çocukların gözü onun göz kapağındaydı. Ama gözünü açmıyordu bir türlü. Oğlanlar ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Daha kaleye gelmeden, dağ eteğinde oturdukları zamanlar, kadınların arasında konuşulan laflar Tagan’ın zihninde canlanmaya başladı. Bu toprağa Ruslar gelip, sağda solda çatışmalar başlayınca, her kim ise birinin bedeninde mermi kalmış. O mermiyi çıkarmak mümkün olsa, onun ölümden kurtulacağı söyleniyormuş ama oku çıkarabilecek mahir tabip bulamamışlar. O zaman bir kadın şöyle demiş: “Ömür boyu kocasından başka kimseye sevgiyle bakmamış, yedi çocuk doğurmuş bir kadın bulunsa, o yaralının üstünden atlayıp; kurşuna ‘Çık haram mermi!!!’ diye emretse, işte o zaman o mermi adamın vücudundan çıkarmış.” Acaba bu kalede insan vücudundaki mermiye sözünü dinletebilecek öyle kadın var mıdır? Eğer varsa, bu yaralananlardan birini olsun kurtarabildi mi acaba? Kalede bedeninde kurşun kalan birçok insan var. Oğlanın aklı buna ermiyordu, sorayım dese soracak kimse yoktu. Yoksa kalenin içinde insan da yaralı da ölü de ne kadar desen vardı.
Ana kendine gelmedi. Dirilikten tek nişan ondan gelen iniltiydi. Ertesi gün o inilti de kesildi. Derken rengi kararmaya başladı. Öğleye doğru nefes alamaz oldu.
Merhumun baş ucunda oturan molla kendince bir şeyler okudu ve el açıp dua etti.
“İşte, bu rahmetli de dünya azabından kurtuldu. Onun artık korunmakla da işi yok, sığınakla da. Artık onun için bir korku, tehlike de yok. Merhumenin mekânı cennettir.” diyerek teselli etmeye çalıştı ölünün oğullarını. “Allah’ın izniyle sizin babanız da ananız da cennetliktir. Siz cennette anne babanıza kavuşursunuz.”
Onu o haliyle, üstündeki kıyafetleriyle Kılıç Ağa’nın yazgıları, keçe duvarları ayrılan karaevinin yanındaki cenazelerin yanına götürüp bıraktılar. Orada yatanların hepsi için aynı şey söylendi: “Mekânı cennettir!” Mollanın dediği gibi bu dünyanın azabından kurtulan, yeri cennetten olacakların sayısı her geçen gün artıyordu. Kalenin içinde bu şekilde cenaze gruplarının on beşi oluştu. O cenaze gruplarını gördüğü zaman, kendi diriliğine şaşıyor gibi bir duygu uyanır gibi olsa da insanın içinde, bahadırlar ölüyor, acizler kalıyordu. Onlara doğru bakmak çok zordu. Hatta onların yakınından geçmek bile hoşa giden bir şey değildi. Herkes oralardan uzaktan dolaşarak, çok o tarafa bakmamaya çalışarak geçiyordu. Diriler cennete o kadar da heves etmiyor gibiydi, her ne kadar katlanmak güç de olsa, diriler arasında yaşama isteği güçlüydü. Onları bir korku geri tutuyor, belki de yaşamaya olan bu heves, mermilerin altına varmalarına engel oluyordu. Bu korku onları ölümden uzak durmaya mecbur etse de karanlık sığınağa girip yatmak zorunda bırakmıyordu. Savaş sadece eli silah tutanların omzunda değildi. Onun acısını, yaşlılar ve kadınlar çekerken, azabı da çocuklara düşüyordu. Tagan ile Arslan ve ondan daha küçük yaştakiler savaşın ne demek olduğunu o kadar anlamasalar da yaşanan korkunç olayların şahidiydiler. Onlar kaleye düşen mermileri, kurşun parçalarını topluyorlardı. Çocukların gözü önünde, düşmanın kızgın mermisiyle eteğini dolduran bir oğlan çocuğu sekip gelen kurşunun isabet etmesiyle savaş kurbanları arasına katıldı. Ecel büyüklere olduğu gibi çocuklara da acımıyordu. Bu durumun ne ile ve asıl ne zaman sona ereceğine kalede kimsenin aklı ermiyor gibiydi. Onlara düşen sadece mücadele etmek ve bir mucizeyle düşmanın geri çekilmesini beklemekti.
Surlarda nöbet tutanların dediğine göre, Ruslar şimdi kalenin dibini kazıyorlardı… “Düşman kaleyi kuşatarak düşüremeyince, altını kazıp, içerden bir yerden çıkmaya çalışıyormuş,” söylentisi yayıldı. “Bizimkilerin bundan haberi var.” diyen Seydek Amca çocukları rahatlattı, “Bahadırlar kaseleri ters çevirip yeri dinliyorlar. Onların yukarı çıkabilecekleri yerlerde bekliyorlar, aşağıdan kim gürünse kellesini alacaklar.”
Çocuklar anlamakta zorlandıkları bir şey duysalar, komşuları Seydek Amca’nın yüzüne bakıyorlardı. İhtiyar da kendi akranıyla konuşuyor gibi anlatıyor, çocuklara durumu izah etmeye çalışıyordu.
Bu sefer endişeliydi.
“Bizim kethüdamız sayılan aksakal geçen gece kendi ailesini çocuklarıyla birlikte kaleden çıkarıp göndermiş. Kaledekiler düşmanın önünde göğüs gerip ölmeli, onlar ise, sanki, tohumluk kalacak. Kendi başını kurtarmak için kaçıp gidenden tohum olmaz. Bunu iyi belleyin, halkını terk edip kaçandan tohum çıkmaz.” Seydek Amca başını iki yana sallıyordu.
İhtiyarın can sıkıntısı çocuklara da bulaştı. Bütün bu olanlardan iyice morali bozulan Tagan o kale kapısından çıkıp, kardeşini de yanına alıp, rastgele yürüyüp gitmek istedi. Tagan’a öyle geliyordu ki onlar çöle bir çıkabilseler, peşlerinden kurt demezsen, başka düşman yetişemezdi. Ama Seydek Amca’nın dediklerini de hesaba katmak lazımdı. Bir zamanlar anneleri de aynı şeyi söylememiş miydi? Bunlardan ayrılır gidersen sonra bunlardan olmazsın. Oğlanların annesi bunlardan olmuş, şimdi şehitlerin arasında yatıyordu. Yine de Tagan kaleden çıkıp kaçmak düşüncesini bir türlü hayalinden çıkaramıyordu.
İşte, o kardeşiyle gidiyormuş, fakat çöle değil de dağa kaçmışlar. Onlar uçurumun kenarına varıyorlar, yol iyice ince, aşağıdaki kara kanyonun dibi görünmüyor. Tagan’ın ayağı kayıyor o sırada. Bir kez basacağı yeri ayağının ucuyla defalarca yokluyor. Her seferinde de basacak yer bulamıyor... Çok yavaş, yürüyerek değil, kayaya yapışarak öne doğru sürünüyor derken. Kara taşın soğuğu Tagan’ın elini de ayağını da tutmaz hale getirmiş. Belini büken bir korkuyla korkuya dönüşen endişe de omzuna binmiş. Titriyordu Tagan, damarı çeken elleri ile soğuk kayayı tırmalıyordu. Kara kaya üstüne abanıyor, onların üstüne gürleyip yıkılacak gibi görünüyor. Öylesine yorgundu ki, eli ayağı uyuşmuş, mecali kalmamış... Şimdi birazcık güçlü bir rüzgâr esse, onu kayadan sıyırıp alacak, yol ise kayanın beline dolanmış, gittikçe inceliyordu...
Heyhat! O kaya birden onların başına yıkılmasın mı?! Tagan irkilerek uyandı. O tedirginlikle kardeşinin omzunu kavradı, “Anne!” diye bağıracaktı ama sesi çıkmadı. Elini sallayacak oldu, eli dediğini yapmadı. Canı bedeninden yolunuyor gibi oldu. O anda, başını kaldırmayı başardı, var gücüyle yekindi. O çaba, kâbusun omzundaki ağırlığından kurtulmasını sağladı…
İki kardeş uyku sersemi halde birbirinin yüzüne bakıyorlardı, sanki, Arslan da korkunç bir rüyayla ya da sevimsiz bir nedenle uyanmıştı.
Derken her günü yıla dönen ağır günlerin en korkunç anı geldi çattı. Yılan yılının rebiüssani ayının üçü, pazartesi günü[2] kuşluk vakti sura üflenmiş gibi bir gümbürtü kulakları sağır etti. Karanlık sığınaklarında üstlerine toprak dökülüyordu. Yer öyle sarsılıyordu ki altı üstüne gelecek gibiydi. Öyle ki bunun bir top mermisinin etkisiyle mi yoksa Tanrı’nın gazabıyla mı olduğunu bile anlayamadılar. Tagan’ın başı dönüyordu, o anda karar vermesi gerekiyordu. Sığınaktan kaçması mı doğru yoksa tortop olup sığınağın dibinde saklanmak mı?
“Ne oldu?” İki göze dönen Arslan yanıp sönmüş buz gibi odunlara dönmüş elleriyle abisine yapıştı.
Ne olduğunu anlamamıştı Tagan: “Kaya yıkılıyor…” diye sayıkladı ve o da iki büyük göze dönüp, dışarı çıkmaya davrandı.
Kaleyi dev gümbürtü ve toz duman kaplamıştı. Kalenin ilerdeki doğu surları sarı bulut şeklinde göğe fırlamış. Kalenin en sağlam parçası, keskin nişancıların toplandığı, bahadırların koruduğu yeri göğe kalkmış, sanki bir süre gökyüzünde asılı kaldıktan sonra şimdi sarı toz bulutu halinde yere iniyordu. Aşağıda, kalenin yerinde toz toprak savruluyordu. O taraftan atların kişneyen sesi, tüfeklerin takırtısı ve insanların yardım isteyen iniltisi, feryat figan işitiliyordu.
Tagan aceleyle sığınağa girdi ve köşeye kıvrılmış oturan kardeşini kucakladı. Onu iki omzundan tutup silkeledi. Keskin ayaz damarlarını dondurmuştu sanki, eli ayağı uyuşmuş, dediğini yapmıyordu. Sonunda donmuş kalmış gibi görünen ufaklık ayağa kalktı. Tagan onun kulağına bağırdı:
“Kaçalım!”
Onlar tümden çıktıklarında, kalenin içinde gürültü patırtı, silah sesleri, at kişnemesi, çocukların, kadınların iniltileri, yekpare bir uğultu meydana getiriyordu. Abisinin “kaya yıkılıyor” derken kaleyi kastettiğini anlamaya çalışır gibi Arslan o sarı toz bulutunun kalktığı yere baktı kaldı. Çevredeki insanları akıl almaz bir telaş sarmıştı, bu faciadan bakışlarını savmak kolay değildi. Tagan insan ölünce ruhunun gökyüzüne çekildiğini duymuştu. Patlayıp yıkılan kalenin de göğe yükseldiğini görmüştü, bu öylesine şaşırtıcı bir görüntüydü ki kale yıkılmamış da kaleyle birlikte kendi canı çekilip alınmış gibi ne hareket edebiliyor ne konuşabiliyordu.
Sonunda onları bir şey, belki de içlerindeki henüz çıkmamış canları harekete geçirdi. Çocuklar annelerinin yattığı yere, Kuleli tepenin eteğindeki Kılıç Ağa’nın dışının keçesi ayrılan evine doğru koşmaya başladılar.
Düzensiz şekilde kazılan döleler, tümler, yıkılmaya yüz tutmuş karaevler, onların koşmasını engelliyordu. Kızıl halılar, türlü kıyafetler, kadınların, atların süsleri, takıları ortalığa saçılmıştı. İnsan canının bir değeri olmadığı gibi eşyanın da değeri kalmamıştı. Çocuklar bu civarda koşarak mermi kurşun parçaları topladıkları için çevreyi avuçlarının içi gibi biliyorlardı.
Onlar sevimsiz kokulu ceset yığınına dikkat etmeden geçtiler. Düşman son günlerde millete ölüsünü toplama fırsatı bile vermemişti. Tepeden yağıp duran ateşli kurşun yüzünden kalenin ne o köşesinden ne bu köşesinden edilen sonsuz hücumlardan başkaldırmak mümkün değildi, onun için de cesetlerin konuluşu düzensizdi. Tagan ile Arslan’ın annelerinin cesedi çoktan ortada kalmıştı, onun çevresi genç ihtiyar, erkek kadın cesetlerle doluydu. Çocuklar buraya birkaç kez gelmişlerdi, her şehit kendi elbisesiyle yattığı için annelerini göz kararı buluyor, ona doğru hasretle bakıyorlardı. Ama ana gözünü yumduğu için yanında yatanlarla ilgilenmediği gibi gelip geçenler de etrafta kopan gürültü patırtı da kendi çocukları da onu harekete geçirmiyordu. Artık onun bu dünyaya, çevreye herhangi bir dahli yoktu.
Tagan, Kılıç Ağa’nın evinin berisinde durup yüksek sesle ağlamaya başladı. Kardeşi de abisini yalnız bırakmadı. Öyle bir yas figan ettiler ki ciğerleri eriyip akıyordu sanki ne var ki civardakilerin ağıt dinlemeye elleri değecek gibi değildi. Zaten şimdi ağıt yakmanın zamanı da değildi.
Başka çaresi olmayan çocuk şimdi abisinin ayağı dibine yığılmış, hıçkırıklarla ağlamaya devam ediyordu. O bir çocuk değil de eniğe, çaresiz, anası öldürülen, kendi boğazına da kürekle basılmakta olan, ha demeden tüylü başından cüda düşecek eniğe benziyordu. Tagan kardeşinin biçare halini görse de kendini sakinleştiremiyordu. Nedense oturmuş yeri tırmalıyordu. Eline kum değmese, başka tutacak şey de yok. Gözyaşı gözünün önünü alaca bulaca etmişti. Dağ tarafında atlar kişniyor, erkek adamların heybetli sesleri, bunları da bastıran kadın çocuk feryatları gittikçe güçleniyor, yaklaşıyor gibiydi. Tehlike Tagan’ın kulağını kaplamış, beynini sarsmıştı.
Bir ara ilerden Deli Sapar göründü. O bağırıp çağırıyor, iki elini sallıyor, tüm gücüyle bir şeyler söylüyordu. O bazen böyle bağırarak kaleyi ok kestirme geçer giderdi. Pek ona aldırış eden olmazdı. “Delinin başı belasız.” dedikleri gibi ona ok kılıç da kâr etmiyor, kalenin kâh o yanında kâh bu yanında görünüyordu.
O bir yandan elini sallarken:
“Kuzey kapısına git! Kuzey kapısına git! Kuzey kapısına git!!!” diyor, tüm gücüyle bağırıyordu.
Özel olarak kimseye hitap etmiyor, hiçbir tarafa bakmıyor, sadece kuzey kapısına doğru elini sallıyordu. Deli Sapar’ın kan çanağına dönen gözleri etrafını görmeden, sıkılan yumruğunu sallayıp, o bir dediğini tekrarlayıp duruyordu.
“Kuzey, kuzey kapısına git!”
Tagan kardeşini alıp, kuzey kapısına koştu. Yürüdükçe kendisini toparladı. Düşe kalka yürüyen kardeşine dişini sıkıp yükleniyordu.
“Yürü diyorum, pis herif, hadi!”
Çocuk iki büklüm gidiyordu. İki adım atsa, üçüncüde eli ile emekliyordu. Gözlerinden akan yaştan, sığınağın tozundan toprağından yüzleri çamurla kaplanmıştı. Tagan kardeşini azarlıyor, ensesinden itekliyordu, koltuğundan tutup öne sürüklüyordu, ama hiçbir şekilde elinden kaçıracak gibi değildi.
Kalenin birkaç çıkışı olsa da Deli Sapar’ın dediği gibi herkes kuzey kapısına yönelmişti. O kapıdan çıkıp, sert topraklı alçak tepeleri aşsan kendini çöle atman mümkündü. Bunu anlayan Tagan acele etti. Kardeşi ise artık koşamıyor, sürünüyordu, iyice olmayacak şeyi yapıyor, eli ayağına ayağı eline dolaşıyordu. Kardeşini sürüklercesine götüren Tagan’ın iki elinin de takati kesildi, eli artık söz dinlemek istemiyor gibiydi.
“Pislik, hadi!..” Artık onun sesi değil, dişinin gıcırtısı duyuluyordu.
Kale kapısı kalabalıktı. Koyun sürüsünün ağıldan birbirine çarpa çarpa çıkışı gibi kaçanlar yürümüyor, gövdeleriyle birbirini iterek, öne doğru ilerliyorlardı. Ayak altına düşersen işin bitti demekti. Düşeni kaldırmaya ya da çiğnememeye kimsenin gücü yetmezdi. Eğer kardeşini elinden kaçırırsa bir daha bulamayacağını anlayan Tagan onu iki koltuğundan kavrayıp önüne aldı.
Kardeşi ona pek ağırlık vermedi. Sıkış tepiş ilerleyen kalabalık onları ileri doğru sürüklüyordu.
Kaleden çıkılan yerde bir genişlik vardı. Orada herkes bir tarafa koşuyordu. Her taraf da çöle doğruydu.
“Kafir!” diye, yan taraftan bir kadın korkunç bir çığlık atarak bağırdı. “Peşimizden kovalıyor!”
Doğu yönünde üç atlı yalın kılıç kaçmakta olanların peşine düşmüştü. Kaleyi kuşatan askerlere “Esir almak yok.” buyruğu verildiğinden haberi olmayan millet şaşırıp, toparlanıp, nereye kaçacağını bilemiyor, tersine dönüyor, ellerini kaldırıyordu.
Düşmanın ise keyfi yerindeydi, atlılar kadınları ileri bırakıp erkekleri kuşatıyorlardı. Tatlı canını öylece peşin vermeyip kaçıp kurtulmaya çalışanlar vardı. Bazısı geri dönüp savaşıyordu, ne var ki düşman at üstünde olduğu için, ona kılıç yetirmek zordu.
Tagan ne atlılara ne çarpışanlara bakacak durumda değildi. Acelesinden artık iyice yürüyemez hale gelen kardeşini sürüyordu. At toynağının gümbürtüsü çevresinde değil sanki tam tepesinde yankılanıyordu. O gidişine Tagan’ın dizimde derman kalmadı, ayakları birbirine dolaştı. Ama yere düşmedi. Tam düşecekken ala entarili bir kadın kardeşini omzundan tuttu. Çocuğu taşıması için Tagan’a yardım etti. Bu sefer üçü birlikte koşmaya başladılar. Kadın:
“Daha hızlı! Hadi çabuk!” diyor, Tagan’ı da beraber koşmaya teşvik ediyordu.
Tagan artık koşabiliyordu. Yükü hafifleyince gücü geri gelmiş gibiydi. Yanında güçlü bir koruyucunun olması yüreğine kuvvet vermişti, ama çöl çok uzaktaydı.
Kadının saçları dağılmıştı, ayağı da çıplaktı. Koşup giden Tagan nedense onun çatlak çatlak olmuş ökçesine bakıyordu. Belki de onların kalan ömrü o ayakların koşuşuna bağlıydı.
Onların tam arkasından biri çığlık attı. At kişnedi. Bağıranın sesi ince olsa da erkek adam olduğu o facialı durumda bile anlaşılıyordu. Bu çığlık onların önünü kesti, ne yapacaklarını şaşırdılar. Kaçmayı bırakan, durdukları yerde ters dönüp at üstündeki eli kılıçlı kan içiciyi de al kanıyla birlikte indirerek at toynağının altında iki büklüm olan, çırpınan adamı gördüler.
Kadın Tagan’ın kardeşini kavrayıp koltuğuna aldı da derhal yüzünü örttü. Demirci maşası gibi iki kola dönen Tagan ise onun eteğine yapıştı.
Ötede, kale tarafında vahşiler kaçışan kalabalığı yarıp geçiyordu. Çöl ile kalenin arası o kadar uzaktı ki, kaçanlar o tarafa koştukça, acıyla hasreti çekilen çöl sanki geri çekiliyordu. Kadın iki çocuğu sürüyordu, bir yandan ağlıyor, bir yandan Allah’ı, peygamberi, aklına gelen evliyaları yardıma çağırıyordu. Bu sefer, şimdi, bu feryat figanda aman kalmayı, en zor şeyi istiyordu Tanrı’dan. Yol üremiyor, düşman takibi bırakmıyordu.
Onların yanından geçen iki atlı önden kaçıp giden oğlanın peşine düştü. Ecel acele ettiriyordu. Soluk soluğa kalan kadın ne yapacağını bilemedi, telaşlandı iki yana döndü. Onun iki gözü ilerden kendisine doğru at sürüp gelen askerdeydi.
Kadın o telaşla birden yanındaki tandır ocağını gördü. Millet kaleye sığındığından beri bu tandırın yakınına gelinmemiş olduğu belliydi. Kadın hemen çocukların ikisini de koltuğundan kaldırıp tandıra attı, kendi de üstüne çöktü.
At toynakların gümbürtüsü tandırın dışında yeri sarsıyordu. Zavallı, kırbaç yiyor olmalı, kıvrılıp bir yana savruluyordu, ama ne yapıp ediyor tandırın üstünden düşmüyordu. Karanlık tandırın içindekilerin, Allah’a sığınıp, kim bilir ne zamanlardan kalma külü avuçlayıp kadere boyun eğip beklemekten başka çaresi yoktu.
Epey vakit geçti, sonra onların üstü aydınlandı. Tagan tandırdan başını çıkardığında, başı dönen, yüzü gözü şişen bu kadını neredeyse tanımayacaktı. O ise:
“Kaç, çöle kaç!” diye, bağrını yere vermiş inliyordu.
Çocuk, kardeşini elinden tutup, kuzeye doğru koştu.
Onlar öyle bir kaçtı ki, canlarını alıp geri veren ananın son iniltisini gerçekleştirmek ister gibi, var güçleriyle seğirttiler. Ayakları yere değmiyordu. Onlar sanki çölde rüzgâr önünde savrulan kuru ot kümesiydiler. Kuru, çatlak, beyaz topraklı alanlardan kayarak gidiyorlardı.
Sonunda sarı kumlara ayakları değince hızlarını azalttılar.
Bir kum tepesini aştıktan sonra, oğlanlar kaçanların büyük kısmının önde olduğunu anladılar. Avareler inliyorlar ve daha kuzeye, çölün içine doğru çekiliyorlardı. Kanocak’ın[3] bizzat atlılara baş olup kaçanları on beş “çakrım” kadar yani on kilometreden fazla kovalayacağını biliyor gibi, kalenin sığınmacıları inleyerek, gücünün yettiği kadar çölün içlerine çekilmeye çalışıyorlardı.
Kana boyanan güneş ilerde, çok uzakta, kenarda görünüyordu, yüzü kederli gibiydi, sararıp sönerken böyle titreyip duruşuyla, bugün doğduğuna, bu faciayı gördüğüne pişman olmuş gibiydi. Zar zor aşağı sallansa da bir türlü batamıyordu. Eğer batabilse, dönüp bir daha doğmayacak gibi duruyordu.
Yer, sonunda biçareleri gölgesine bürümeye başladı.
Kenardan yükselen korkunç uluma içini titretiyordu. O kurt uluması değildi. Çakal sesi de değildi. Naçar ananın ulumasıydı. Yere çökmüş iki yumruğunu kütletip alnına vuran kadın:
“Hani benimkiler? Nerede kaldı onlar? Bahtım karardı, devem çöktü. Vay, benim kara bahtım! Kırdılar, erkek sabi komadılar kırdılar. Yaşlı genç, kundaktaki bebeğimi komadılar kırdılar...” diye inliyordu. “Dünyam karardı! Bu kır saçlı başı ben şimdi ne yapayım?... Tohumumu tüketti yezitler. Ak bebeğimi kara cesede döndürdüler.”
İki kardeş o kadından uzaklaştılar.
Az ilerde bir kadın çocuğun kulağını çekip:
“Sen Karayusuf’sun, unutma bunu,” diyor, kendi aşiret adını çocuğa belletmeye çalışıyordu. “Arın namusun yere düştü bugün, arın namusun... Bunu unutma! Bugün senin yurdun toza dumana karıştı.”
Kulağı çekilerek nasihat edilen çocuk gözlerini kocaman açmış kulağının acısına dayanmaya çalışıyordu.
Tagan aklı başından gitmiş şaşkın şaşkın bakarken, o korunan şeyi hatırladı. Acaba millet onu korudu mu, kaleden alıp çıktı mı? O korunan değerli şey bu insanların arasında var mı acaba, yoksa kalede mi kaldı? O bunu birine sormak istiyor gibi kardeşine baktı. Tagan’a mı öyle geldi bilinmez, kardeşinin gözleri büyümüş gibiydi ve gözbebeği ortada değil, kenara kaymış gibiydi.
Yüzüne soru sorar gibi bakıldığını anlayan çocuk, birden konuştu.
“Hadi, o kadını, annemizi bulalım!”
Tagan, işte o zaman bu insanların arasında niçin anlamsız şekilde dolaşıp durduğunu anladı. Onlar derhal diğer topluluğa doğru yürümeye başladılar.
Kimsenin yanına yaklaşacak gibi değildi. Her birinin derdi bir diğerinden ağırdı.
İki çocuk üzerlerinde kalkan olup canlarını kurtaran o alaca entarili, yalın ayak, saçı başı dağılmış kadını arıyorlardı. Onların inancına göre ana mutlaka diriler arasında olmalıydı.
Korkudan gözlerinin feri kaçan, yürekleri parçalanan çocuklar için ölümden kurtulmak henüz dirilik demek değildi.
[1] Bu Rus generali N. P. Lomakin’in Ahal Tekelerine karşı ilk seferi. Lomakin 189 yılı Ağustos’un 28’inde Göktepe savaşında ölen ve yaralanan 450 askerini geride bırakarak geri çekilmek zorunda kaldı.
[2] Miladi tarih hesabıyla 1881 yılı 12 (24) Ocak. Ahalteke’de Göktepe Kalesi’nin düştüğü, binlerce insanın kırıldığı gün.
[3] Kanocak: Rus genarali M. D. Skovlev’in Türkmenler arasındaki lakabı.