Bir Ecdadın Evlatları - III


 01 Ekim 2025


Üçüncü Bölüm  /  Yakov – Jakıp

AKT.: GÜLMİRA OSPANOVA[1]

Milliyetini kendisi de bilmiyor.

İlk günlerde Rus diyorlardı. Şaşırtıcı değil. Hatta şüphesiz bir durum. Ancak Kazaklar, dış görünüşü kendilerininkinden farklı olarak gözleri mavi, sarışın insanların hepsine Rus derler. Bundan dolayı biraz büyümeye başladığında kendisinin Rus olduğundan şüphelenmeye başladı. Belki Ukrayn belki de Beyazrus’tur. Ya da Leh, hatta Yahudi de olabilir. Yine de kendini Rus sanıyordu. Rus, o kadar! O aralar köylü hemşehrileri, onun Rus olduğunu unutmuşlardı bile. Jakıp Köbegenov. Kendi aralarında “şu Jakıp”, diğer Jakıplardan ayırmaları gerekiyorsa “Köbegen’in Jakıp’ı” şeklinde ifade ediyorlardı. Jakıp: “Ben Kazak değil miyim?” diye düşünmeye başlamıştı. Memleketten uzakta yaşayan Kazaklardan biri, Rus’la ya da Leh’le ya da Yahudi’yle evlenmiş olabilir ya. Ancak ne kadar düşünürse düşünsün, babasını gözlerinde canlandıramıyor. Sarı alaca giyinmiş asker olduğunu biliyor, geniş kahverengi kemeri, kösele kını olan ağır tabancası olduğunu biliyor. Dış görünüşü, adı soyadı tamamen unutulmuş. Her şeyini unutmuş.

Aklında kalan, sonbaharın şiddetli soğuğunda bir şehirde annesiyle ikisi trene bindi. İnsanlar telaş içindeydi. Yorgun argın, yüzlerinden düşen bin parça. Buna ise her şey ilgi çekici geliyordu. Islık çalarcasına çuf çuf ses çıkaran lokomotif de, üst üste yığılır gibi sıkışan, bas bas bağıran, birbirleriyle tartışan, yüksek sesle konuşan kadınlar, kocakarılar, yaşlı adamlar, çoluk çocuk da. Yol boyunca keyifliydi. Trenin hareket etmesinden durması daha fazlaydı. Hareket edince insanlar sakinleşiyor, durunca ise huzursuzluk oluyordu. Ona göre hava hoştu. Gördüklerinden gözlerini ayıramadı. Uzun namlulu tüfekler asınmış, gri parkalı yaya askerler. Arkasına top bağlanmış, üstüne kahraman askerlerin bindiği açık veya kapalı arabalar. Tanklar! Çok tank. Arka arkaya dizilmiş vaziyette böcekler gibi gidiyorlar. İlginç olan, askerler de arabalar da tanklar da trenle aynı yönde gitmiyorlar, tam tersi istikamete yönelmişler. Hepsi bunların geldiği tarafa doğru gidiyor. Aynı yönde gitselerdi daha eğlenceli olurdu. İşin kötüsü, uçak göremedi. Göster diyerek sürekli annesini rahatsız ediyordu. Sonunda iki gece veya üç gece geçirdikten sonra uçak da gördü. Tren sabahın ilk saatinden beri küçük bir istasyonda duruyordu. Sabırsızlıkla beklediği uçaklar öğle vaktinde geldi. Kendilerinin çıktıkları taraftan. Grup hâlinde, sıra sıra dizilerek. Çok. Ellerindeki parmak sayısı kadar. İnsanlar eğlenmesine bakacağına darmadağın bir şekilde kaçıştılar. Annesi uçakları saymasına hiç fırsat vermeden elinden tuttuğu gibi kalabalıkla birlikte koşmaya başladı. Toprağı çıkartılarak oluşturulan bir çukura ulaşır ulaşmaz üzerine kapanarak yüzüstü yere uzandı. Yakov, ancak o anda korktu. Sessiz sessiz, boğulurcasına ağladı.

Bundan sonra ne olup bittiğini hayal meyal hatırlıyor. Gürültü patırtı sesinden gök sallandı, beline isabet eden darbeden yer sarsıldı. Mavimsi grimsi dumanlar, kızıl alevler. Yer yerinden oynadığında boyun omurlarının az kalsın kırılacak olduğunu hatırlıyor. Annesinin kendisini ezerek üstünden yuvarlandığını hatırlıyor. Etrafta çıt sesi duyulmayıp sessizlik hâkim olduğunda gözlerini açtığını hatırlıyor. Annesinin sağ eliyle toprağı tırmalarken sağ ayağıyla can havliyle debelendiğini hatırlıyor. Dirseğinden kırılarak sallanan sol kolundan, bacağı kopan sol ayaktan fışkıran kırmızı kan gözlerinin önünde. Paramparça olmuş, kaslara bağlı olduğu hâlde, kopan ayak ve kol parçasıyla birlikte zıplayan kıpkırmızı et, yarısına kadar kanla boyanmış bembeyaz uzun kemik gözlerinin önünde. Bundan sonra ne olduğunu ise hatırlamıyor.

Hafızasında kalan manzaralardan bir kesit de ilaç kokan temiz, ılık bir oda, beyaz önlüklü ablalar. Yürürken ayak sesleri çıkmıyor. Konuşmuyorlar, sadece ağızları kıpırdıyor. Dünya, tüm seslerinden ayrılmış, derin bir sükûnete bürünmüştü. İlk başta bu acayip duruma hayret etti. İki üç gün sonra bir kulağı hafif işitmeye başladığında ancak anladı ki sesten ayrılan kendisiymiş. Herkesin adımına, her tıkırtıya, her söylenen söze ürkerek baktı. Kendisiyle aynı odada kalan büyüklü küçüklü insanların, bembeyaz, tertemiz ablaların kim olduklarını idrak edemedi. Hatta kendisinin kim olduğunu, buraya nereden geldiğini de hatırlayamadı. Etrafındaki herkese şaşkınlıkla, sükûnetle baktı durdu. O gün bir rüya gördü. Annesinin elinden tutmuş, kaçıyordu. Nefesi kesilircesine koşuyor, bitap düşüyor. Ama arkalarından kovalayan bir canavardan ödü koparcasına korkmuş, bitkin olmalarına aldırış etmeden koşuyorlardı. Çok koştu. Gün boyunca, gece boyunca. Canavar, peşlerini bırakmıyor. Annesiyle ikisi o kadar yoruluyorlar ki değil koşmak ayakları üstünde duramıyor, emeklemeye başlıyorlar. Ancak o anda arkasına baktı. Uçakmış bunları kovalayan. Motor yerinde başı duruyor. Sivri burun ucu düşük, gözleri ateş gibi parlıyor. Kuru ağacın dalları gibi çatallanan tırnaklarını açmış, gövdesiyle yere kapanırcasına uçuyordu. Yaklaşıyor... Ulaştı... Pençelerini geçirecek... Yakalayacak! Simurg uçak, bunu kanadının ucuyla itiverdi ve annesini kaptığı gibi uçmaya devam etti. Annesi çırpınmıyor, devinmiyor. Canavar kuşun tırnağında el sallayıp gülerek gidiyor. Bu ise korkudan bağırarak ağlayıverdi. Birisi bunu hızlıca yerden kaldırdı. Bağrına basarak teselli ediyor. Bu, bağırarak ağlamaya devam ediyor. Beyaz önlüklü ablalar, aceleyle bunun baş ucuna üşüştüler. Sırayla kucaklarına alıyorlar. Biri okşuyor, diğeri öpüyor. Bu, daha fazla ağlamaya başlıyor: Annesinin kan fışkıran, kemikleri görünen ayak ve kolu gözlerinde canlandı, babasının geniş kahverengi kemeri ile kösele kınlı ağır tabancasını hatırladı, kendisinin kim olduğunu anladı. Ama üç ay boyunca hem işitme hem de konuşma yeteneğini kaybederek ölüm ile yaşam arasında gidip geldiğini, bir kulağının daha önceki gün duymaya başladığını, dilinin ise bugün, daha yeni çözüldüğünü bilmiyordu.

Ablalar hep birlikte uğraşarak ağlamasını durdurdular. Birisi yarım küp şeker getirdi. Diğeri ciyak ciyak ses çıkaran bir oyuncağı ellerine tutuşturdu. Havadan sudan sorular sorarak konuşmaya çalıştılar. Ama bunun başı ağrıyordu. Söylenenlerin çoğunu tam duyamadı. Duyduklarını tam anlayamadı. Anladıklarına cevap vermek istemedi. Ancak ısrar edince bir soruya tek kelimeyle cevap verdi:

  •  A... a... ak-ıp!
  •  Yakov! dedi ablalardan biri. Hepsi ağladı.

  Ablalar, harikaydı. Hastane de iyiydi. Çocuk yuvası ise Yakov’un hoşuna gitmedi. Kaç defa trene bindi. Kaç defa yerini değiştirdi. Olsun. Pek fark yoktu. Yirmi otuz çocuğa bir tanecik anne. O bile sırayla değişiyor. Büyük çocuklar haylaz. Küçük çocuklar aksi. Diline, konuşmasına gülüyorlar. Söylenenleri hemen duymamasına ya da yarım yamalak veyahut yanlış anlamasına gülüyorlar. Toplam iki yıl içinde içine kapanarak yalnızlığa gömüldü. Her zaman yalnız, her zaman suratı asık. Zamanla taş yürekli oldu. O, kendisinin uzaktan geldiğini, buranın dış görünüşü farklı yabancı bir halkın memleketi olduğunu biliyordu. Biliyordu ve kendisini sadece yetim öksüz değil, tamamen yabancı biri olarak görüyordu. Beraber zaman geçirdiği çocukların çoğunun kendisi gibi olduğunu hiç aklına getiremedi.

  Neden hiç bilmez ama hep bir değişiklik, bir mucize bekledi. Sonunda yazın ılık günlerinin birinde ablaları, birçok ufaklığın arasından hemen hemen aynı yaşta olanlarını ayırarak onların köye gideceklerini, köyde anne babalarının beklediklerini haber verdiler. Çocuklar sevinç çığlıkları attılar. Yakov da sevindi. Ancak kulağı ve dili normal olan çocuklar gibi şımararak koşturmadı. Böyle olacağını, anne babasının kendisini bulacaklarını çoktandır biliyordu.

  Köye gidecekler sadece onlar değilmiş. Çok çoçuk. Çoğu ergen, on dört on beş yaşındalar. Onlar rahat, bağımsız davranıyorlardı. Elleri ceplerinde, tuh tuh tükürerek, fokur fokur sigara tüttürerek çalım satmaya başladılar. Götürmeye gelen insanları pek ciddiye almadılar, sözlerini dinlemediler. Yol boyunca bazen arabadan atlayarak birbirlerini itip kakıyorlar, bazen birbirlerini kovalayarak uzaklara gidiyorlar, bazen de hatta aralarında kavga ederek milleti rahatsız ediyorlardı.

  On kadar öküz arabasından oluşan kervan, dört günlük yoldan sonra ilçe merkezine zar zor ulaştı. Yolculuk zor geçti. Özellikle de son gün cana tak etti. Arabalara koşulan öküzler, salyaları akarak, boynuzlarını sallayarak tekdüze ağır yürüyüşlerini bir kere olsun bozmadılar. Yağlanması gereken tekerlekler gacır gucur ederek sağa sola sallanarak güç bela dönüyor ki parmaklarını saymak mümkündü. Kâh keçisakalı ve tuz çalısı kâh sık sorguç otları arasından eğri büğrü uzanan yol bir türlü bitmek bilmez, uzar gider. Bir platodan diğerine, bir tepeden diğerine bağlanarak uzayıp gider. Çocuklar, bu bitmez tükenmez monoton yolculuktan son derece perişan oldular. İlk günlerdeki gibi önlerinden hızlıca geçen tavşanlara, gözerimi yerde yamaçta boynunu uzatmış, ürkek tavırlı toylara[2] bakmayı da bıraktılar. Haylazları da kavga etmekten, itişip kakışmaktan vazgeçtiler. Öğlenki molada üç gündür besin kaynağı olan kaptaki yoğurt da bitti. Büyüklerinin karınları acıkmaya, küçükleri ise susamaya başladı. Nihayet gurup vakti düzensiz bir şekilde yan yana yapılmış, bazı yerlerde yoğun bazı yerlerdeyse tek tük ve dağınık, hep çatısız evlerden oluşan büyük kasabaya ulaştıklarında herkes sevindi.

Ertesi sabah bunları görmeye birileri geldiler. Aralarında askerî üniformalı, tabancası olan kimse yoktu. Hepsi yanık yüzlü, siyah gözlü, siyah bıyıklı, siyah sakallı, tımak[3] ve şapan[4] giymiş Kazaklardı. Şu çocuklar benim olacak, diyerek yedi sekizini alıp götürüyorlardı. Çok geçmeden gece elli altmış kadar çocuğun kaldığı idari binanın odasında sadece on on beş kadar ufak çocuk kaldı. Çorba, ayran içtiler, idari binada bir gece daha geçirdiler.

Sabah erkenden kalktılar, tekrar arabaya bindiler. Çoğu hâlâ uyukluyordu. Sabahın serinliğiyle titreyerek üşümekten ve acıkmaktan ağlamaya başladılar. Arabanın yanı sıra at üstünde giden alnı kırış kırış, kehribar gözlü, geniş yüzlü, seyrek bıyıklı yaşlıca Kazak, şimdi evlerinize gideceksiniz, anne babalarınıza kavuşacaksınız, deyince ağlamayı bıraktılar. Bıyıklı Kazak, huysuzlaşan çocukları sırayla önüne oturtuyor, yol boyunca hikâyeler anlatıyordu. Dikkatli bir şekilde dinleyen Yakov, her şeyi duydu ama hiçbir şey anlamadı. Yaşlı Kazaklar, Rusça konuşmuyorlarmış. Yakov, güler yüzlü ama Rusça konuşmayan boz atlı yaşlı Kazak’a da, Rusça bilmesine rağmen soğuk bakışlı ve arabayla yan yana gitmeyip bazen öne çıkan bazen de geride kalarak huzursuz olan boz atlı genç Kazak’a da, arabayı süren, tek kelime bile sarf etmeyen, etrafına bir kere olsun başını çevirip bakmayan ve yol boyunca mırıldanarak şarkı söyleyen yaşlı Kazak’a da şüpheyle bakmaya başladı. Anne babasının dış görünüşleri de dili de yabancı olan böyle insanların arasında yaşadığına inanmak istemedi.

Yakov’un şüphesi, gerçek oldu. Beraber getirilen çocukların hepsi anne babalarını buldular. Bunları getiren yaşlı Kazak, Reşit’in babasıymış. Yol boyunca ha bire önüne oturtmuştu. Siegfried’in babası, Çapayev gibi kıvrık bıyığı uzun, üstelik bembeyaz sakalı olan, Çapayev gibi soylu ata binen, kılıç yerine sarı alacalı kırbaç tutan mağrur, akça bir ihtiyarmış. Herkes anne babasına kavuştu. Hatta dazlak kafalı Olya da. Sadece Yakov, babasız kaldı. Annesini bulamadı.

Gerçi, sokağa atmadılar. Sonunda biri, bunu da aldı götürdü. “Ya tvoy mama[5],” diyor. “Ya tvoy mama.” deyip duruyor. Yakov, öz annesini unutmuş değil. Gözleri dupduru mavi, saçları kızıl, al yanaklı, uzun boylu, etine dolgun, beyaz tenliydi. Bu ise siyah gözlü, siyah saçlı, ince yapılı, orta boylu, esmer bir genç kadın. Annesi, Rusçayı pürüzsüz konuşurdu. Bu ise Rusça sadece bir iki kelime biliyor. Onu bile yanlış söylüyor. Onu bile yalan söylüyor. “Ya tvoy mama.” Nereden annem oluyormuş? Yabancı bir insan. Yabancı bir anne.

Yabancı anne, bunun elinden tutarak köyün bir ucundaki evine getirdi. Diğer evler gibi yüksek değil, çok alçak, küçük bir çadır. Yetişkin biri ancak tam ortasında ayakta durabiliyordu yoksa doğrulamazdı. Oturan iki kişi zor sığacak kadar dardı. Yine de çadır, Yakov’un çok hoşuna gitti. Oyun oynamak için yapılmış evcik gibi. Kendini rahat hissederek keyfi yerine geldi.

Önüne kenarı kırık ahşap kâseyle azıcık kaymak, yumruk kadar büyüklükte yumuşak peynir gelince mutluluğuna diyecek yoktu. Diğer evde otururken boğazından yiyecek geçmiyordu, şimdi ise iştahı açıldı, biraz cıvık sarı peynirden iştahla yedi, yoğun kıvamlı ve lezzetli kaymağı silip süpürdü. Ondan sonra bir kâse ayran içti.

  •  Of! Of! dedi göbeğini okşarken mutluluktan gülerek. Göbeği şişmişti.

Yabancı anne de güldü.

  •  Apa[6], dedi işaret parmağıyla kendini gösterip. Apa! Adı Apa’ymış.
  •  A-pa, dedi Yakov. Söylenmesi kolay, sade ve güzel bir kelime. Apa, dedi ikinci kez tekrarlayarak.

Apa, mutlu oldu. Başını okşarken bir şey dedi. Yakov, anlamasa da keyiflendi. Ne de olsa iyi bir sözün söylendiğini hissetti.

Apa, ayran içip kurut yedi ve bir yere gitti. Yakov, evde tek başına kaldı. Kapı açık olmasına rağmen dışarı çıkmadı. Apa, çadırın alt kısmını açık bırakmıştı. Eski keçe üstünde yüzüstü yatarken komşu evlerden birer birer çıkıp aynı yöne doğru giden kadınlar ile yaşlı erkeklerin arkalarından bakıyordu. Apa, o yok yoksul kalabalığın içinde gidiyordu. Az sonra nehir kıyısındaki yükseklikten geçip gözden kayboldular. Yetişkinlerin peşi sıra çocuklar çıktılar. Çoğu kendisiyle yaşıttı. Birazcık büyükleri de vardı. İçlerinde kendisiyle beraber gelenlerden kimse yoktu. Hepsi yabancıydı. Kıyı boyunca koşarak gürültü şamata eşliğinde onlar da gittiler. Ondan sonra derin bir sessizlik çöktü. Sadece nehrin öteki tarafından uzaklardan arabanın mı traktörün mü homur homur sesi kesik kesik geliyordu.

Eski bir zamanda uzakta, dünyanın öbür ucundaki bir şehirde, bir istasyonda yük taşıyan trene bindiğini, onun sık sık durmak az gitmek suretiyle tıkır tıkır, sallantılı, monoton hareketini, suratları asık askerlerin bindiği arabaları, boyunlarını öne uzatarak yolun tozunu toprağına katan çok sayıdaki tankları hatırladı. Uçak görmek için can attığı, sonunda gördüğü, milletin çil yavrusu gibi ertafa kaçıştığı aklına geldi. Ayak ve kolu paramparça, üstünden başından fışkıra fışkıra akan kıpkırmızı kana gömülerek debelenen annesi göz önüne geldi. Önceleri bu manzara aklına geldikçe tüyleri diken diken olurdu. Bu sefer öyle olmadı. Çok bulanık. Başka biri görmüş, başka biri yaşamış sanki. Korkunç ama inandırıcı olmayan bir masal. Bir varmış bir yokmuş. Buna rağmen gözlerine dolan yaşları tutamadı. Kedersiz, sessiz ağladı. Ağlarken uyuyakalmış.

Yine bir rüya gördü. Yine kaçıyordu. Tek başına. Tek başına kaçıyordu. Peşinde yere gövdesiyle kapanırcasına uçan bir uçak. Yetişecek, silahını tam da buna doğrultarak vuracak. Ayaklarını, kollarını tamamen koparacak. Sadece yetişemiyordu. Ama Yakov da yorgun bitkindi. Hem ayaklarını hem de kollarını hissetmiyordu. Kendisinin değildi. Ağaca dönüşüyordu. Uçak yetişti. Şimdi vuracak. Şimdi koparacak... Meğer kovalayan öz babasıymış. Bulutlardan atlayıp iniyor, hemen kucaklıyor. Yanaklarından öpüyor. Dudakları yumuşak. Alnında beşgen kırmızı yıldız var. Öz babası. Yine yanaklarından öpüyor. Dudakları dikenli. Yine öpüyor. Dikenleriyle tırnayarak öpüyor. Baktı ki, babası değil. Başka biri. Alnında siyah gamalı haçı var. Faşist. Yakov’un ödü kopuyor. Kaçmak istiyor, kıpırdayamıyor. Bağırmak istiyor, sesi çıkmıyor. Korkunç adam, dikenli dudaklarıyla yüzünü gözünü tırmalayarak, her tarafına salyalarını bulaştırarak öpüyor, öpüyor. Beni tanı, diyor. Beni tanıyorsun, diyor. Alnıma bak. Alnında ne yıldız vardı ne de haç. Tek bir gözü vardı. Tek gözlü, tek kollu ucube. Tanıyor. Biraz önce bunları getirenlerden Devranbek adlı biriydi.

  •  Höst, höst!

Yakov, uyandı. Hava kararmış. Ayakları, kolları uyuşmuş. Deminden beri çadırın alt kısmından bunun ağzını burnunu yalayan tosunmuş. Apa da eve girdi. Sırtını pışpışlayıp bir şeyler diyor. Buna rağmen Yakov, tir tir titreyerek epey bir zaman kendine gelemedi.

Apa, çadırın tam ortasına tezekleri üst üste dizerek ateş yaktı. Sacayağını kurdu, tencereyi astı. Süt pişirerek üstüne su ilave edip kaynattı ve yulaf da ekleyerek yemek yaptı. Kendisi için büyük kâseye, Yakov için küçük kâseye doldurdu. Her iki kâse de halka giydirilerek tutturulmuş, yamalı. Yamalı kâseyle içtiği yemeğin adı, kara lapaymış. Lezzetli. Yakov, isteyince yarım kâse daha yedi.

Evde döşek yoktu. Apa, bir köşede duran eşyaları kaldırarak yer döşeği yaptı. Yakov’un üstüne yıpranmış, eski püskü, her yerinden yün fışkıran büyük bir yorgan örttü. Kendi üzerine kürk örttü. Yastık niyetine katlanmış eski kapitone monta başını koyar koymaz horlamaya başladı.

Yakov’un içi pır pır ediyor, uyuyamıyordu. Ocakbaşında iki üç parça köz parlıyordu. Kapının üst kısmındaki delikten bir iki yıldız gülümsüyordu. Köz gri renge büründü. Sanki ciğerlerine hava alıp veriyormuş gibi kâh ışığı artıyor kâh sönükleşiyordu. Böylece soluklanarak zaman ilerledikçe zayıflamaya başladı. Sonunda sönmeye ramak kaldı. Söndü. Bunun aksine yıldızlar daha da parladı. Yan yana duran iki yıldız. İkisi de gülümseyip el sallayarak çağırıyor gibiydi. Aniden yıldızlar sönüverdi. Tekrar göründüler. Tekrar söndüler. Birisi kapatmış. Birisi kapının önüne gelip içeriyi dinliyormuş. Tıkır tıkır ettirerek kapının yan tarafından içeriye elini uzattı. Kapının sürgüsünü açmak istedi. Eli yetişmemiş olacak ki açamadı. Karanlık eve giren görünmez el, iki üç kez boş döndü. Meçhul kişi, yine içeriye kulak verip biraz irkildi. Sonra tıslayarak fısıldadı:

  •  Sakıp... Hey, Sakıp...

Yakov, hemen tanıdı. Devranbek! Yol boyunca kaşları altından somurtarak bakıp durmuştu. Döver diye düşünmüştü ama yaşlı adamdan çekinse gerek dövmedi. Arabaya yaklaştıkça Siegfried’le ikisini ezip çiğneyecekmiş gibi üstüne üstüne gidiyor, dik dik bakıyor, geri çekiliyordu. Siegfried’i bilmiyor ama Yakov, yol boyunca içi rahat edemedi, huzuru kaçtı. İşte o Devranbek, gecenin bir vakti tek başına gelmiş. Dövecek, boğacak, vuracak. Yakov, korkudan donakaldı. Nefes alıp vermeye, parmağını oynatmaya cesareti yoktu.

Devranbek, yine bir iki kez seslendi ve yine içeriye elini soktu. Çadırın duvarını şıkırdatarak az kalsın devirecekti. Sonunda Yakov, sürgünün tak sesiyle yuvasından çıktığını çok net duydu. O anda menteşesi gıcırdayarak kapı da açılıyordu. Çaresiz kalan Yakov, can havliyle sesi yettiği kadar bağırdı. Eve girmiş olan Devranbek de donakaldı. İniltiyle horlayarak uyuyan Apa da uyandı. Yakov, yuvarlanarak Apa’nın bağrına, kürkün altına girdi. Bundan sonra ne olduğunu tam bilmiyor. Bütün anladığı, Apa uyandıktan sonra Yakov’u kaçıramayacağını anlayan Devranbek sinirlenerek tekmeyle tenceredeki lapanın kalanını döktü, içinde su olan ibriği devirdi. Dışarıya çıkarken kırbacıyla şak diye çadıra vurup gitti. Apa, karanlıkta el yordamıyla hareket ederek ibrikle tencereyi yerlerine kaldırdı, kapıyı iyice kapattı, ondan sonra kalbi küt küt atarak kürkün altında saklanan Yakov’u kucaklayarak bağrına bastı ve uzun süre ağladı.

Sabahleyin evde kalmaya korktuğundan Apa’yla beraber gitti. Harman yerinde çalışıyormuş. Dün homur homur sesi gelen şey, tahılları toplayan makineymiş. Adı ma-la-til-ka. Hareket etmesinden durması fazlaydı. Homurdanmaya başlayınca Apa deliğin yanında duran kişiye deste deste buğdayı uzatıyor. Tozdan sadece gözleri parlıyordu. Dudakları simsiyah, ağzı burnu güneş yanığı, harıl harıl çalışıyordu. Bir kez olsun dinlenmiyordu. Sadece patoz durduğunda nefes alıyordu. O anda hemencecik olduğu yere oturuyordu. Ancak bir rahat yüzü görmüyordu. Nereden geldiği belli değil, Devranbek oracıkta bitiverdi. Herkese kızmaya başladı. Özellikle de Apa’ya. Kimse de karşı çıkmıyordu. Apa da. Ama diğerleri gibi gözlerini kaçırmıyor, Devranbek’in yüzüne dimdik bakıyordu. Korkmuyordu. Yakov da korkmadı. Kalabalığın gözü önünde kimsenin ona dokunamayacağını biliyordu. Harman yerinin yakınlarında çekirgeleri kovalayarak oyuna daldı.

Akşam herkesin uykuya yattığı sırada Devranbek yine geldi. Apa henüz uyanıktı. Devranbek, geçen gecedeki gibi hoyratça davranmadı. Sesinde rica hatta yalvarma hissediliyordu. Çok yalvardı. Ama Apa yumuşamadı. Israr artınca yalandan uyuyan Yakov’u uyandırdı.

Devranbek gittikten sonra Apa dünkü gibi ağlamadı. İç geçirdi o kadar. Çok kez iç geçirdi. İç geçirmelerle sabahı etti.

Çok geçmeden Yakov, azıcık Kazakça anlayacak duruma geldi. Apa’nın adı Apa değilmiş, Sakıpcemal’miş. Telaffuzu zor, uzun bir isim. Apa, anne demekmiş. Yakov, Sakıpcemal’in öz annesi olmadığını bilse de daha önce olduğu gibi “apa” demeye devam etti. Ne zamandır sevgiye aç çocuk, yabancı kadına içi ısındı. Yalnız Sakıpcemal’e değil, önceleri dış görünüşleri oldukça yabancı gelen köy Kazaklarına da alıştı. Çekingenliği de azaldı. Köyde rahatça dolaşıyordu. Ama tek başına. Çocuklarla pek içli dışlı olmuyordu. Yine de köy yaşamına iyice alıştı.

Sabahın alaca karanlığında evin dışında atın ayak sesleri duyulurdu. Ustabaşı Berden.

  •  Sakıpcemal! Hey, Sakıpcemal! der bas bas bağırarak.

  O anda anne uyanıktır. Eğilerek ocakbaşındaki küçük koru üfleyerek ateşi yakar ve tezekleri üst üste gelecek şekilde dizer.

  •  Efendim, kaynım, diye ses verir.
  •  Allah canını almaya, kalksana! der Berden. Ocakbaşının yakınında at üstü duraklar ve on adım ötedeki komşu eve yaklaşır.
  •  Küliman! Hey, Küliman!

Hiç cevap veren olmaz.

  •  Küliman! Boyun devrilesi Küliman! Aşermiyorsan kalk artık!

Küliman’ın tok sesi duyulur.

  •  Allah Allah! Madem uyanıksın neden ses vermiyorsun, güneş doğdu, der Berden. Beyaz tabanlı atıyla bir sonraki eve gider.
  •  Beket! Hey, Beket!

Beket de cevap vermez.

  •  Kerata! Senin yaşındaki Rus çocukları gönüllü olarak savaşa gidiyorlarmış. Sen ise yan gelip yatıyorsun. Beket!!

Hâlâ ses seda yok.

  •  Kalkacak mısın kalkmayacak mısın?! Beket! Hey, Beket!

Bu sefer Beket ses vermiş olacak ki Berden:

  •  Hadi yavrum, “on üçünde otağ sahibi” derler, hızlıca yüzünü yıka, kahvaltını et, der ve ilerler.
  •  Boyun devrilsin, Tilevbay... Milletten ayrı düşen özel çiftçi... Hâlâ yok ortada. Onu da mı benim uyandırmam gerek! diyerek kalabalık köyden ayrı oturan Tilevbay’a giderken laf sayar.

Milletle birlikte uyanıp çadırın alt kısmından bakan Yakov, her şeyi görür, her şeyi duyar. Ustabaşı ancak köyün öteki kısmına geçerek uzaklaşınca yerinden kalkar.

Anne, inek sağmaya girişir. Alev alev ateş yanar. Uğuldayarak çay kaynamaya başlar. Annesi yere küçük alaca sofra açar. Yakov’a bir kâse akşamdan kalma lapayı verir. Kendisi çay içer. Çay dediği, kaynamış saf su. Tek özelliği, süt katılmış olması. Bundan dolayı aksu denir. Anne, buram buram terleyerek kırık kâseyle dört beş tanesini içer.

Çay sofrası toplanır toplanmaz dışarıdan yine bir atın ayak sesleri gelir. Yine ustabaşı Berden. Ama bu sefer hiç beklemez:

  •  Sakıpcemal! Güneş iyice yükseldi!
  •  Küliman! Hey, Küliman! Oyalanmadan çabuk çık!
  •  Beket! Bu kadar sallanman yeter, gözüm. Ta uzaktaki ihtiyar Tilevbay bile harman yerine ulaştı ulaşacak. Çabuk ol! diyerek birer defa seslenir gider. Bundan sonra kimse gecikmez. Kalabalık oluşturarak yavaş yavaş işlerine güçlerine yönelirler.

Yakov, ilk zamanlarda herkesle birlikte harman yerine giderdi. Gün boyunca oralarda dolaşırdı. Onu bağrına basan kadından ayrılmak istemediğinden ve Devranbek’ten korktuğundan. Zaman geçtikçe şahsı için hiçbir tehlikeli durumun olmadığını anladı. Üstelik hep harman yerinde oyalanmaktan canı sıkıldı. Dolayısıyla sabah erken uyanmasına rağmen evde kalmaya başladı. Çok içli dışlı olmasa da köy çocuklarıyla oynardı. İçlerinde tek tük eski tanıdıkları da vardı. Buna rağmen dilindeki kusur, herkesten uzak durmasına sebep oluyordu.

Ancak ilk baştan tek başına oyunlar oynamaya alışmış olan Yakov, kendi kendine eğlenirdi. Buzağıya binerdi. İneğe bakardı. Bazen eline çuvalı alıp tezek toplamaya giderdi. Hem eğlence hem de yardım. Anne de konu komşu da memnun kalırdı. Hatta soğuk bakışlı Devranbek bile bir keresinde Yakov’un tezek dolu büyük bir çuvalı güç bela taşıyarak tepeden indiğini görmüş: “Aferin Yahudim! Aferin Rusum!” diyerek övdüğü de olmuştu.

Kar yağmaya başlayınca Sakıpcemal, koyun gütmek için biraz uzaktaki kışlaklardan birine taşındı. Bir yanı sessiz dağ. Diğer yanı ölü düzlük. Otuz kırk kilometre mesafeye kadar yerleşim yeri yoktu. Etrafta sabah erkenden gidip akşam ahıra kapatılmak üzere dönen koyun izlerinden, kar üstünde dağınık bir şekilde saçılan koyun tersinden, oralardan geçip giden vahşi hayvan izinden başka hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Gün boyunca ahırın yanında bir grup alaca kanatlı karga gezerdi. Geceleri dağ tarafından kurtların uluma sesleri duyulurdu. Dış dünyadan bu obaya yakın canlılar, sadece bunlardı. Ama oba halkı canı sıkılacak, kendisini yalnız hissedecek durumda değildi.

Sakıpcemal, ahırın güney tarafındaki ağaç dalından ağıla kapatılan cılız, zayıf koyun ve keçilere, kuzu ve toklulara bakardı: Saman yedirir, ağılın içini temizler, pınar başına, yalağa götürürdü. Ne var ki yaşlı çoban Köbegen’in hasta karısının hiçbir şeye faydası yoktu. Hayvanların peşinde, milletin dili dönmediği için Kazakça Jakıp adını sahiplenen Yakov da dolaşırdı. Ahırın yanındaki işlerinin bir kısmını halleden Sakıpcemal, burnu delik alaca öküzü büyük bir sepete koşar ve saman taşımaya giderdi. Yakov da birlikte giderdi. Sepete biner, dirgenle uzatılan samanı ayaklarıyla basmaktan başka yardımı dokunmazdı. Bunu bile bir iş sanır, mutlu olurdu.

Hepsi aynı evde yaşardı. Dip odada Köbegen ve karısı. Girişteki odada Sakıpcemal ve Yakov. Eskimiş döşek, yıpranmış sandık ve üstünde dizili eski püskü yorganlar, yastıklar. Hep beraber oturur, yemek yerdi.

Yakov, akşam koyunları ahıra kapattıktan sonraki oturmaları severdi.

Köbegen’in karısı, hep ateş yakar, su kaynatır, ocakbaşında zaman geçirirdi. Sakıpcemal, ya el değirmenini çevirir ya da buğday, yulaf, arpa, mısır ezmesi hazırlardı. Bazen kurut ezer, arada bir hatta hamur açardı. Ortada, eskimiş yuvarlak sarı yer masasının üstünde kırık kâsenin dibine tutuşturulan fitil çıtırdayarak yanardı. Masanın başköşesinde, eski keçe üzerinde dizüstü oturan Yakov, sobanın yanında keçi postunun üzerinde bağdaş kurarak oturan Köbegen. Bir iki kâse çay may içerek ısınan çoban dede, gözlerini bir açar bir kapar, alnını okşar, sağına soluna sallanarak biraz oturur ve yumuşak bir sesle anlatmaya başlardı:

  •  Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Pire berber iken, deve tellal iken... Hep böyle başlardı. Hep yeni bir masal anlatırdı.

Yaşlı Köbegen, her defasında masal anlatmaya başladığında:

  •  Pışık, derdi hasta esmer kocakarı. Masal senin neyine!

Köbegen, karısının bu alışılmış sözüne hiç aldırış etmezdi. Bıyığını burar, sakalını sıvazlar ve coşardı.

  • ... Eski bir zamanda bir zengin yaşarmış, her türlü mal varlığı varmış, evlat hasreti çekiyormuş...
  • ... Eski bir zamanda bir asilzade, ülkeler gezmiş, soylu ailelerden güzel bir yâr aramış...
  • ... Eski bir zamanda baldır bacak yetim bir çocuk, Bağdat pazarında gezermiş. “Ne çok aklım var, ne yazık ki param yok.” diye ağlarmış...
  •  Senin zenginlerin, beylerin kime derman, hanzadelerin, asilzadelerin kime fayda, derdi esmer kocakarı. Bağdat pazarı senin neyine. Zavallı adam, lapanı ye, otur oturduğun yerde. Kime lazım senin masalın.

  Gerçekten de ocakbaşından ayrılamayan hasta, esmer kocakarının da iş güçten bir türlü boş vakit bulamayan Sakıpcemal’in de masal dinlemeye hiç fırsatı yoktu. Hem dili tam öğrenemeyen hem de kulağında sıkıntı olan Jakıp, ne kadar dikkat kesilse de hikâyeyi zor anlardı.

  • ... Anne ve babasıyla kavuşmuş, hasret gidermiş.
  • ... Otuz gün oyun, kırk gün düğün yapmış, muradına ermiş.
  • ... Millete ağa, kürke yaka olmuş.

Büyüklü küçüklü dört kişi, uyku vakti geldiğinde birbirinden ayrılırdı.

  Kocakarı oflayıp poflayıp eski ağaç döşekte yatar, durmadan yakınır, bazen Tanrı’ya bazen insanoğluna kargışlar yağdırarak gece boyunca gözüne uyku girmezdi.

  Yaşlı Köbegen, başköşede uyurdu. Üstünü çıkarmazdı. Döşek de kullanmazdı. Büyük siyah kürke sarılır sarılmaz horlamaya başlardı. Geceleri iki üç kez dışarı çıkar, evi dönerken köpekleri yoklar, etrafı kollardı. Köbegen’in şarkı söyler gibi çıkardığı bağırma sesine iki köpeğin heyecanla havlama sesleri karışarak dağ yankılanırdı.

  Yakov ile Sakıpcemal, giriş odasında, sobanın dibinde yatarlardı. Sakıpcemal de Köbegen’in hasta karısı gibi gece boyunca huzursuzlanırdı. Uykuya dalışı da uyanması da çok kolaydı. Ama kimseye beddua etmezdi. Hafifçe iç geçirirdi. Bazen yüzüstü yatar ve zayıf inilti sesleri çıkarırdı. Köbegen’le nöbetleşe hayvanlara bakar, ahırın etrafını kollardı. Yakov, kimse ona söylemese de hep Sakıpcemal’le birlikte kalkar, birlikte dışarıya çıkardı. Yıldızların donduğu, gökyüzünün titrediği ayazlı geceleri ikisi, dağ karaltısının göründüğü yöne bakarak köpeklere seslenirdi. İlginç olan, bunların bağırış seslerine hiçbir zaman köpekler havlamazlardı. Ahırın dibinde, çer çöp arasında çömelerek yerde yatmalarına devam ederlerdi. Yanlarına gidince kafalarını azıcık kaldırır, kuyruklarını sallarlardı. Köpeklerin bu davranışlarına alışan Sakıpcemal ile Yakov, onları yerinden kaldırmak için uğraşmazlardı, zaten havlamayacaklar. Sesleri kısılana kadar bağırır, bağırır, üşümeye başlayınca eve girerlerdi.

  Sabah herkesten önce Köbegen kalkardı. Ondan sonra Sakıpcemal ile Yakov. Her günkü monoton yaşam başlardı.

  Yakov, sabahtan akşama kadar hep hareket hâlinde olurdu. Ancak tezeklerin kaldırıldığı yoğun günler dışında büyükler gibi ayaklarına kara sular inmezdi. Daima enerjikti. Baharın gelmesiyle birlikte o da yoğun mesaiye başlamak zorunda kaldı. Hayvanlar yavrulamıştı. Bütün zorluklar Sakıpcemal ile ikisinin payına düştü.

  Köbegen koyunlara bakardı. Hasta kocakarıdan bir fayda yoktu. Sakıpcemal’in kıştan bir deri bir kemik zar zor çıkan kötürümlere bakmaktan, dişi koyunlara yem vermekten ve ahırı temizlemekten hiç boş vakti kalmazdı. Yavrulara bakma ve annelerini emmelerini sağlama işleri, büyük oranda Yakov’un payına düştü. Ne kadar zor, ne kadar meşakkatli olsa da eğlenceliydi. Üstelik ağız sütü de bol. Karnı hep tok olurdu. Apa’nın da morali yerindeydi. Hatta esmer kocakarı da Tanrı’ya olan kargışlarını azalttı.

  Havalar ısınmaya, her taraf yeşermeye başladı. Kar sadece dağ eteklerinde kaldı. Ahırın çevresi çimenliğe dönüştü.

Yakov, sabahtan akşama kadar kuzular ve oğlaklarla oynardı. Akşamları da eğlenceli masallar dinlerdi. Kendini Köbegen’in çocuğu olarak görmeye başlamıştı. Sakıp ile Köbegen’in evlatlığı.

Boşunaymış. Hayvanlarla yaylaya göç ederken Sakıpcemal, samancıların köyüne taşındırıldı. Saman toplayıcı oldu.

Yakov, Köbegen’i de onun esrarengiz masallarını unutarak yaz boyunca düz alanlarda aşık oynadı. Eskisi gibi kendini yabancı hissetmedi. Güreşenle güreş tuttu. Dövüşenle dövüştü. Bağırarak koşturdu. Avaz avaz kavga da etti. İnsanların ne dediklerini hep anlardı. Kazakçası çok ilerledi. Sadece düşüncesinde. Duyduğu zaman. Tabii o da yüksek sesle ve net söylenirse. İş konuşmaya gelince hep irkilirdi. S-z, t-d, r-l hep t-d olarak çıkardı. “Aşık” diyemez, “atık” derdi. “Taka” dediği ise “saka”[7]. “Kakta ödim, kiyıd ödim” – kaksa özim, kiyır özim. Çevredeki insanlar anlamasa da çocukların hepsi anlardı. Buna rağmen çekinirdi. Mecbur kalmadıkça konuşmamaya gayret ederdi.

Saman bitmeye yakın evi, ekin toplama işine girişti.

Ekin toplama işleri bitince tekrar eski kışlağa taşındı.

Böylece zorlu hayat şartlarında zaman akıp gidiyordu.

Üçüncü yılın sonbaharında, ilk karın yağdığı gün Köbegen’in karısı öldü. Son ayda hepten yatalak olmuştu. Geceleri “Pışık... masal... masal senin neyine... senin masalın kime lazım, sen kime lazımsın?” diye sayıklardı.

Köye hayvan sayımı için Devranbek başta olmak üzere iki üç kişi gelmişti. Sayım işi hikâye oldu. Gelenlerden bir kişi koyunlara bakmaya gitti, diğer ikisi Köbegen’le birlikte yakın yerdeki damı çökmüş kubbeli eski bir mezarın yanı başında mezar kazmaya girişti. Yer taşlı, sert olduğundan bütün bir gün çok zorlandılar. Naaşı ertesi sabah defnettiler. Ondan sonra hayvan sayımını yapan görevliler, sıradaki kışlağa doğru yola çıktılar. Köbegen de koyunları otlağa çıkardı. Sakıpcemal ile Yakov, büyük ve boş evde kalakaldılar.

Yaşlı kadının adı var ama kendi yok gibiydi. Konuşmasına da oturup kalkmasına da kimse dikkat etmezdi. Kimse ona önem vermez, adam yerine koymazdı. Şimdi ise yokluğu iyice hissedildi. Bunu Köbegen ile Sakıpcemal şöyle dursun Yakov bile hissetti. Köbegen, gözlerini yumup sallanarak masallar anlatmaya son verdi. Sakıpcemal, günlük işlerini üstünkörü yapıyordu. Yakov ise tembelliğe ve uykuya yenik düştü. Kış bir türlü geçmek bilmedi.

Sonunda bahara doğru Yakov, bu evde bir değişikliğin yaşandığını fark etti. Bir akşam Köbegen, yine masal anlatmaya başladı.

Uyku vakti geldiğinde Sakıpcemal, döşeğini içeriye Köbegen’in yanına serdi.

Köbegen, bir kez anlattığı masalı asla tekrar etmezdi. Hep yeni masallar anlatırdı. Hayvanlar yavrulamaya başladığında bu özelliğini yitirdi. Karıştırıyor, üç dört gün önce anlattığı masalı yeniden anlatıyor, bazen hatta bir masalın başı ile başka bir masalın sonunu bağlayıp karıştırdığı da oluyordu. Mülayim, uyumlu Sakıpcemal’in de huyu değişti. Öteberiyi bahane ederek Köbegen’e dırdır etmeyi alışkanlık hâline getirdi. Yakov’a ise soğuk davranmaya başladı.

Eskiden yaşlı karısının söylediklerine hiç aldırış etmeyen Köbegen, Sakıpcemal’in yüz ifadesinden bile çekinir oldu, o konuşmaya başladığında ise tamamen siner, ne yapacağını şaşırırdı. Akşamları ikisi ayrı ayrı yorganlar örtünür, sırtını dönüp yatardı. Yine de döşekleri yan yanaydı. Dolayısıyla Yakov, bu sene yaylaya Köbegen’le birlikte taşınırız diye düşünüyordu. Öyle olmadı. Bunlar samancı köyüne gitti, Köbegen ise koyun sürüsüyle tek başına kalakaldı.

Çok geçmeden Yakov da tek başına kaldı. Saman makinesine koşulan öküzleri büvelek tutunca, Sakıpcemal makinenin bıçağına düşüp öldü. Yakov ağlamadı. Sakıpcemal hiç çocuk doğurmadığı veya genç olduğu için ya da Yakov büyüdüğü için veyahut yaralı yürek ile sıkıntılı dil uyum sağlayamadığı için olsa gerek, nihayetinde biri evlat diğeri ana olamadı. Yakov, kimsesiz yetim öksüzdü, Sakıpcemal ise yakın bir akraba çocuğuna kardeşi gibi bakan iyi bir akraba gibiydi. Son zamanlarda ikisinin arası soğumuştu. Ama Yakov, gerçek yetimliğin ne olduğunu Sakıpcemal öldükten sonra yaşayıp gördü.

Eskiden evde ne varsa çekinmeden yerdi; kendi evinde yaşadığından açlığa da tokluğa da dikkat etmezdi. Artık el kapısında var olanı bile ölçüp tartarak yer oldu. Eskiden insanlar onun için Sakıpcemal’in oğlu der, kimse onu dışlamazdı. Artık kimse onu düşünmez, dikkat etmez oldu. Sadece iki üç ay içinde zayıfladı, çöktü, perişan hâle geldi.

Millet kışlağa taşınırken birilerine takılarak Köbegen’in evini buldu. Başka gidecek bir yeri de yoktu zaten.

Köbegen, geçen sene askerden dönen, alnı çökük biriyle beraber yaşıyormuş. Yanakları çökmüş, gözleri pörtlemiş, çok değişmişti. Hep üzgün üzgün otururdu. Sesini çıkarmaz, kendi konuşmayı başlatmazdı. Ona yöneltilen konuşmaları da çoğunlukla duymazdı. Duyarsa da olur veya olmaz anlamında başını sallar geçiştirirdi. Yakov’un gelişine sevindi. Yanında yatırırdı. Birkaç kez atına bindirerek koyun gütmeye de götürdü. Yakov, kendini yeniden himaye altında hissetmeye başladı. Ama bu duygu da uzun sürmedi. Kışın ortasında yaşlı Köbegen de karısı ile Sakıpcemal’in peşinden gitti. Erken kalkmış ve koyun ahırının bir köşesinde çılbırla kendini asmıştı. Bu sefer Yakov ağladı. Yüreği ezilerek gerçekten ağladı. Yumuşak başlı Köbegen için. Bahtsız Sakıpcemal için. Yağan mermiler altında kana boğularak ölen meçhul kadın, öz annesi için. Hatta hayatı hastalıklarla azap içinde geçen, çenesi düşük esmer kocakarı için. Nihayet kendi için. Başkalarına muhtaç olduğu için, tamamen yetim ve öksüz kaldığı için. Ne kadar uğraşsa da kendini durduramadı.

Köbegen, bütün masallarıyla birlikte toprağa girerek sonsuza dek gözlerden uzaklaşınca Yakov, hemen dimdik durmaya çalıştı; kendini kimsesiz ama tek başına ayakta durabilecek bir yetişkin gibi hissetti. Gerçekten de o aralar Yakov, epey büyümüştü. On dördüne girmişti. Ama hep temiz havada yaşamaktan ve çalışmaktan yaşıtlarından hem vücut yapısı daha iri hem de güçlüydü. Dış görünüşe göre kolhozun çalışma çağındaki nüfusuna dâhil edilmişti.

Bütün bir yaz çocuklarla birlikte canla başla çalıştı, saman balyaları yaptı. Sonbaharın kara soğuğunda çamurlara bata çıka eski ahırları onarmaya yardım etti. Kış boyunca bazen tezek kaldırdı, bazen saman taşıyarak bir kışlaktan diğerine gidip geldi. Nihayet üç dört yıl içinde koca delikanlı olup çıktı.

Büyüyünce ebeveynlerini araştırdı. Daha doğrusu babasını. Nerede doğduğunu, nereden geldiğini. Soyadının ne olduğunu. Tek bir kelimelik cevap aldı. Neizvestnıy. Bu, soyadı. Neizvestnıy, meçhul demek. Kim olduğu meçhul olunca böyle bir soyadı verilmiş. Neizvestnıy, nereden geldiği ve kim olduğu belli değil demek. Kazaklar, bu durumda soysuz sopsuz derler. Babasız derler. Gayrimeşru derler. Yakov, bu durumu kabullenmek istemedi. Kabul edemedi böyle bir soyadını. Öyleyse ne? İvanov mu? Yoksa Petrov mu Sidorov mu? Belli değil. Hepsi işte o Neizvestnıy’ın kardeşidir. Nihayet düşündükten sonra kendine bir soyadı buldu. Sakıpcemalov olmaz. Kadındır. Köbegenov. Doğrusu bu. Yakov Köbegenov. Böyle yazdırdı.

Aylar geçti, yıllar geçti. Yakov ismi, söylenmesi kolay Jakıp’a döndü ve tamamen benimsendi. İnsanların uzun bir süre dilinden düşürmediği Rus adı da aktivist Devranbek’in yaydığı Yahudi adı da unutuldu. Gözlerinin mavi, burnunun büyük olması ve dış görünüşünün farklı olması da onu diğerlerinden ayıran özellikler olmaktan çıktı. Rüzgârdan ve güneşten yanık yüzlü, kapitone pantolonlu ve deri kürklü sıradan kolhozculardan biri oldu.

Jakıp, çiftlik yöneticisinin veya ustabaşının talimatlarını ikiletmez, bahaneler uydurmazdı. Ayrıca ele aldığı işi hakkıyla yapardı. Ne iş olursa olsun bana mısın demezdi. Kaytarmaz, üstünkörü yapmazdı. Bunu bilen yöneticiler, nerede zor iş varsa bunu gönderirlerdi. Nerede bir eksik gedik varsa bununla tamamlarlardı. Kıtlık yılı yılkılara baktı, kuruluğun hâkim olduğu yıl kuyular kazdı. Taş taşıdı, koyun ahırları yaptı, çamur dökerek evler inşa etti, arklar açarak ekinleri suladı; saman biçti, saman yığınları yaptı, yapmadığı iş kalmadı. Kimileri bunu Jakıp’ın güçlü oluşuna bağladıysa da kimileri dürüstlüğüne, çalışkanlığına bağlardı. Ne yazık ki konuşması sıkıntılı yoksa Kazak’a taş çıkartır, derlerdi. Evli barklı olsa gül gibi yaşayıp giderdi ama maalesef, diyerek üzülürlerdi. Çevresindeki iyi niyetli kardeşlerinden kız bakanlar da oldu.

Bunların ilk önce hedef aldıkları kişi, Polina adlı bir ahçı kadındı. Bundan yedi sekiz yıl önce şehirden yaz çalışmasına geldiğinde köylü gençlerden biri bunu kaçırmış, bırakmamıştı. Sonra ise salıverdi. Ama Polina, bu köye tamamen yerleşti. Sabahtan akşama kadar kazan başında dolaşan, beş altı yaşında esmer yumurcak bir oğlu vardı. Kendi ise etine dolgun, bıngıl bıngıl yusyuvarlak bir kadındı. Yirmi yaşımı yeni geçtim, diyor ama kim bilebilir ki bunu. Ancak kırkına girmediği kesin. “Tam Yakup’a göre.” dediler düşünceli insanlar. Ancak evlilik konusunu konuşunca Polina: “Allah korusun! Ahraza karı olacak kadar düşmedik. Allah yazdıysa bozsun! Evlerden ırak!” diyerek asla kabul etmedi. Yelkenleri suya indiren dünürler, köyde Jakıp için uygun başka kimin olduğunu araştırmaya başladılar.

O aralar Yakov’un gönlünde kadın meselesinden bambaşka bir konu vardı. Dışarıdan bakınca eskisi gibi durgundu ama iç dünyası değişerek bambaşka bir ruh hâlini almıştı.

Eskiden ben kimim, neredeyim, neden buradayım, bugünüm neden böyle, yarınım ne olacak şeklindeki sorular üzerinde hiç düşünmemişti. Millet de kendi gibiydi. Hayvanlara bakıyor, saman biçiyor, ekin topluyor. Yaşlısı da genci de erkeği de kadını da yaz kış hiç boş durmuyor. Yakov da o kalabalıktan biri olarak yaşıyordu. Başka türlü de yaşamak varmış meğer. Bunu yayladaki köyün yakınında hep beyaz çadır kurarak bütün bir yazı geçiren, maden arayan jeologlardan öğrendi.

Jeologlar tamamı Kazak olan uzak bir köyde yaşayan tek Rus olarak Yakov’u kardeş belleyip kendilerine yakın tuttular. Çağırıp misafir ettiklerinde de tesadüfen karşılaşarak sohbet ederlerken de yabancı bir bölgede böyle yaşamasının doğru olmadığını, şehirde yaşamasa bile Rusların olduğu, meyvelerin bol olduğu, yaşamanın kolay olduğu yerlerden birine gitmesi gerektiğini söylerlerdi hep. Gerçi Yakov’un Rusçası yetmediğinden pek anlaşamazlardı. Ancak Rus gencinin Rusça bilmediğini düşünemeyen jeologlar, Yakov’un sürekli sorular sormasını ve doğru dürüst konuşamamasını işitme ve konuşma engelinden ötürü olduğunu sandılar. Defalarca tekrarlayarak iyice anlattılar. Yakov’un bütün anladığı şuydu: Şehir hayatı nurlu bir cennet; sadece belli saatlerde çalışıyorsun, vaktinde dinleniyorsun, cumartesi yarım gün mesai var, pazar ise iş yok, yılda bir ay izin cabası; yemekhane, restoran derken istediğin yemeğin hazır geliyor; sinema ve tiyatro, eğlenceler. Rahat yaşam şehirde. Köpeği bağlasan durmayacak böyle bir yerden gitmesi gerek. Uzatmadan hemen gitmesi gerek.

Bu tür konuşmalardan sonra Yakov, hayatında ilk defa kendinin başka bir milletten olduğu konusunu ciddi olarak düşündü. Yüreğinin bir köşesinde saklı duran bulanık resimleri yeniden canlandırarak annesi ile babasını hatırladı. Hiçbirinin adını bilmiyordu. Biri tabii ki öldü, diğeri ise sağ olsa bile onunla hiç karşılaşmayacaktı. Kimsesi yok. Tek başına. Sadece kendini düşünmeli, sadece kendisi için yaşamalı. Oysa şu anki hayatı, hayat değil. Yabancı bir yer, yabancı bir ortam. Onu burada tutan hiçbir şey yok, gitmeli. Öz kardeşleri olmasa bile aynı kanı taşıyan soydaşları arasında yaşamak ne güzel olurdu. Kendi düşüncesi mi yoksa başkasının mı bilmiyor. Sonuç itibarıyla bu düşünce, aklına kazındı. Ne yapıp edip şehre gitmeyi kafasına koydu.

Fakat birden gidemedi. Yoğun çalışma zamanında işten izin alması imkânsızdı. Üstelik kolhoz, ne zor işler olsa da üstesinden gelen gözde işçisinden ayrılmak istemedi. Yoğun çalışma zamanı bittikten sonra da sürüncemede bıraktı. İkna etmeye çalıştı, akıl tavsiyelerde bulundu, korkuttu ama olmadı. Yakov, “şehre gideceğim” diyor başka bir şey demiyordu. Sonunda birçok zahmetlere katlanarak çıkışını aldı. Kimseyle vedalaşmadan aynı gün şehre gitti.

*          *          *

Aradan bir yıl geçti. Milletin yaylaya yeni göç ettiği günlerdi. Jakıp, ilçe merkezi Sarterek’e gelmiş, diye bir söylenti yayıldı. Falanca görmüş. Filanca konuşmuş. Söylentiler dallanıp budaklandı. Bazıları: “Zavallının kafa kâğıdı yokmuş, bir yere işe giremeyince çaresiz geri dönmüş.” dediler. Bazıları da: “Kafa kâğıdı varmış, sadece Rusça bilmediğinden şehirde barınamadı.” dediler. Bazıları ise: “Bunlar boş laflar. İş de yapıyor, barınıyor da. İzne çıkmış. Kolhozda çok parası kalmış, onun için dönmüş.” dediler.

Çok geçmeden “Belarus” traktörüne binerek Yakov’un kendi de geldi. Çok şık giyinmiş. Üzerinde sopa kadar kravat takılmış beyaz naylon gömlek, pantolonunun çizgileri azıcık kaybolmuş, dizleri birazcık çıkmış yeni kahverengi takım elbise, başında güneş koruyucusu kalkık gri bir şapka. Yazlık alaca paltosunu rastgele katlayarak sol bileğine asmış. Diğer elinde büyük siyah valiz. Saçını uzatmış, bıyık bırakmış. Çok değişmiş. Eski yüzü yanık, esmer Yakov değil, iri yarı sarı Rus.

Millet hemen tanıdı tanımasına ama çekingen tavırlarla selamlaştı. Beraber büyüdüğü, omuz omuza çalıştığı bir iki arkadaşını Yakov kendi gitti kucakladı. Sonra herkesle samimiyetle selamlaşmaya başladı. Yaşlıların sırtlarına hafifçe vurarak çocukların yanaklarından öperek ağzı kulaklarında mırıl mırıl bir şeyler söylüyordu. Sadece dış görünüşü değil hâl ve davranışı da değişmiş gibiydi.

İki üç gün içinde köydeki hanelerin hepsinde misafir edildi. Valizin içi Hint çayı ve rengârenk oyuncaklarla doluydu. Çay, yaşlı analara; oyuncak ise küçük çocuklara. “Hayret! Şehir, bilim ve medeniyet merkezi dedikleri doğruymuş, cahil Jakıp bile bir yıl içinde bu seviyeye gelmiş.” diyerek şaşırmayan kimse kalmadı. Geçen sene hepsi ayıplamıştı, şimdi ise hepsi tasvip ediyor: “Burada ne var sanki? En nihayetinde memleketimizdir diye bırakamıyoruz. İyi ki gitmiş.” dediler. Yakov’un gideceği günü beklediler. Ona hediyeler hazırladılar.

Ancak kimsenin beklemediği bir olay oldu. Köylülerle hasret gidererek kımız içip et yiyip biraz dinlenen Yakov, bir gün sabah valizin dibinde yatan yeni mavi tulumunu çıkarıp giydi ve saman balyalamaya çıktı. Ertesi gün de ondan sonraki gün de gitmedi. Aradan bir iki ay geçince kimsenin beklemediği şaşırtıcı bir durum daha oldu: Yakov, yaşlı Küliman’ın evine yerleşti. Küliman’ın ta ne zaman çocuk yuvasından Yakovlarla birlikte gelen Olya adlı kızı evde kalmıştı. Saman işlerindeydi. Öğle tatilinde kalabalık kadınların arasında dinlenirken yanına gitmiş ve: “Sen iyi kadın, bense güçlü delikanlı. Güçlü delikanlıya iyi kadın gerek.” demiş. Akranlarının uydurduğu şakalar. Kimse yanında değildi ki. Şahit olan kadınlar ise t-t-t, d-d-d demekten başka bir şey anlamadık, diyorlar. Bunlarınki de gırgır şamata. Gerçek şu ki o gün Yakov evlendi. Şöyle böyle değil, basbayağı. Ertesi gün ustabaşından izin alarak ilçe merkezine gitti ve evlilik cüzdanlarını getirdi. Hemen de âdet yerini bulsun diye küçük bir ziyafet verdi.

Ancak o zaman millet, Jakıp’ın köye kesin dönüş yaptığını ve artık bir yere gitmeyeceğini anladı.

 

[1] Dr.Öğr.Üyesi, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü.

[2] Eti için avlanan, kızıl tüylü bir kuş (Ç.n.).

[3] Kazak millî şapkası (Ç.n.).

[4] Kazak millî kıyafetlerinden kaftan, cübbe (Ç.n.).

[5] ‘Ben senin annenim’ anlamında Rusça bir cümledir (Ç.n.).

[6] ‘Anne’ anlamında Kazakça bir sözcük (Ç.n.).

[7] Büyük aşık kemiği (Ç.n.).

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 226. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 226. Sayı