Bitpazarı


 01 Aralık 2024

Minler köyünden usta Rahmetcan yaz boyu çalışıp, zengin bir adamın çatısını çaktı, epeyce para kazandı, zengin oldum diye düşündü kendi kendine. 

“Param çoğalsa ne yaparım?”  gibi düşünceleri vardı. Cebim bu kadar çok para görmemişti dese de tamamen yalan, çünkü cebi hiç para görmemişti. Kendi kendine gülesi geldi, terasta durup etrafa göz gezdirdi. 

Deredeki su ince buz tutmuştu. Bulutların hepsi aynı tonda beyazımsı görünüyordu. Güneş görünmüyordu. Ayaz insanın yüzünü kesiyordu. 

Eve döndü, çizgili takım elbisenin asılı olduğu askıya baktı. Hayır, takım elbise düğünde giyilir, pazar için günlük kıyafet yeterli. 

Elbisesini giydi, kuşağını içine bağlayıp, parayı koynuna yerleştirdi. “Bir pazar alışverişi yapıp geleyim” dedi. Hevesle taksici Mümin’e telefon etti.

Taksici Mümin: “Cadde üstünde bekliyorum” dedi. Kapıyı kilitleyip sokağa çıktı. Epeyce yürüdükten sonra caddeye vardı. Baktı ki Mümin yok. Başka yabancı bir taksici sıkılmış halde oturuyordu. 

– Evet ağabey geliyor musunuz? Diye sordu. “Nereye?”

– Yengibazar’a. Ama ben Mümin'i bekliyorum, dedi Rahmetcan. 

Taksici memnuniyetsiz bir ses tonuyla kendinden emin bir şekilde:

– Mümin gelmeyecek! Dedi. 

– Niçin? 

– Arabasının yakıtı bitti. Buyrun sizi ben götüreyim. 

Mümin’e tekrar telefon açtı, gerçekten de yakıtı bitmiş. Başı çarpmasın diye biraz eğilerek taksiye bindi. Araba hır hır ederek çalıştı. Sonra caddeye yönelerek gidiverdi. 

– Keyfiniz yerinde mi? diye sordu taksici. 

– Pazar alışverişi yapayım, dedi Rahmetcan memnuniyetle. “İnşaatı bitirdik, elimize para geçti.” 

– Ergeş Beyefendinin inşaatını yaptığını duyduk, dedi. 

Rahmetcan ona şaşkınlıkla baktı: “Buranın insanına benzemiyor, nereden acaba?” 

– Ona biz söyledik, dedi taksici. “Baktık ki yapacak bir sürü tören var, her birisi ayrı bir masraf. Bu adamın ustalığı iyi, evinizi ona yaptırın. Karşılığında arkın suyundan azıcık veririz. O suyla yüzünü yıkayan insanın içi ferahlar, üstelik mideye çok iyi gelir. Bunun üzerine teklifimizi kabul etti. Rahmetcan oturduğu yerden taksiciyi süzdü: Kahverengi alnı kırış kırış, omuzları çöp gibi. Tövbe tövbe, boynu ipince ama elleri kocaman! Yüzü bile kırış kırış gibi ve toprak renginde, bıyıkları kırçıl, aralarında bir iki tane sararmışları bile var. Ama gözler fevkalade canlı ve cin gibi bakıyor…

Yengibazar’a varıncaya kadar sokaktaki insan sayısı epeyce arttı. Gidecekleri yere ulaşınca taksici gülümseyerek:

– Adım Abdulhalik. Aslında biz üç kardeşiz. Benden başka Abdulgaffar ile Abdulkahhar var. Üçümüz de taksiciyiz. İşiniz bitince geliverin, birimiz sizi götürürüz, dedi saygıyla. 

Rahmetcan ücreti ödeyip pazar kapısına doğru gitti. 

Pazarın girişinde daracık bir köşede, beli bükülmüş yaşlı bir kadın elma şekeri ve horoz şekeri satıyordu. 

– Horoz şekeri ne kadar? 

– Bin som.

Rahmetcan sol tarafa yürüdü. Orada esmerce, mavi gözlü, yaklaşık otuz beş yaşlarında bir kadın ekmek pişirme malzemesi ve küçük tef satıyor. 

– Kardeşim şu çocuk tefi ne kadar?

– On iki bin som.

Annesi, çocukluğunda Rahmetcan ya da kız kardeşine bunun gibi tef getirirdi. Ateşe tutunca derisi iyice gerilir o zaman çalındığında çok iyi tıngırdardı. 

Yirmi adım kadar pazarın içinde ilerlerdi. Sol taraftaki tezgâhlarda makas, bıçak, kevgir, kaşık ve bunun gibi yüzlerce mutfak eşyası satılıyor. 

Onlara baktı. “Ne alsam?” diye düşündü. Bir çakıya gözü ilişti.

Şu çakının fiyatı ne kadar?

– İki bin som 

– Bundan iki tane ver. Mutfak bıçağı ne kadar? Küçüklüğümde annemin böyle ahşap saplı bıçağı vardı. 

– Dört bin som.

– Ya makas? 

– On iki bin som. 

Bana iki tane mutfak bıçağı ile bir tane de makas veriniz.

– Bunların ticaretini mi yapıyorsun yoksa yeni yenge için ev mi diziyorsun? 

– Yok ya, çocukluğumda annemin evinde böyle şeyler vardı, dedi Rahmetcan. “Çok özlemişim. O takımı bende tamamlayayım, dedi. “Her eve girdiğimde gözüme ilişsinler diye” diyerek sözünü tamamladı.

Rahmetcan aldığı şeyleri torbaya koyup sonraki tezgâhlara yönelmek üzereyken burnunun dibinde pörtlek gözlü bir kadın peyda oldu. Bir elinde çorap, diğerinde uçkur.

– Çorap alın, iki tanesi üç bin som. 

–  Çoraba ihtiyacım yok. Uçkur ne kadar? 

– Bin beş yüz som.

Küçüklüğünde annesi donlarına uçkur geçirirdi, onu hatırladı. 

Pazarın iç tarafına doğru ilerledi. Tezgâhın sonunda iri yüzlü çingene bir kadının bir şeyler sattığını gördü. 

İplerin tanesi ne kadar? 

– İki bin som. 

– Bana hepsinden verin. Büyük delikli iğnelerden de verin. Şu şapdan da bin somluk sarınız. Nazar boncuğunuzdan da alacağım. Yirmi yaşımda bile annem gömleğimin yakasının arkasına dikerdi. 

Dolaşa dolaşa kumaş pazarına vardı. Aslında kumaşa ihtiyacı yoktu. Kumaşlar top top, çeşit çeşit... Satıcı kadınlar tahta metre ile ölçüp cırt diye yırtarak satıyorlardı. 

Kumaşçı kadına sordu: 

– Bakar mısınız, bunlardan kefenlik olur mu?

–  Evet, şunlardan oluyor, çok pahalı değil. 

– Kefenlik kumaş kaç metre olmalıdır?

– İki metre. Herkes iki metre alıyor.

– Ya ölü uzun boyluysa? 

– Bilmiyorum herkes o kadar alıyor. 

– Bana üç metre verin. 

Sandıkta annesinin “ölüm çeyizi” olurdu. O çeyizin içinde böyle bir kumaş da vardı. “Aldığım kumaştan üç tane torba diktiririm; bir tanesinde yoğurt süzerim, bir tanesine kurumuş ekmekleri koyarım, biri de kuru üzüm, ceviz ve benzerleri için lazım olur” diye düşündü. 

– Şu çaydanlıkta çay kaynatılabilir mi? Sanki biraz ince gibi mi? Eski siyah güğümlerden bulunur mu? 

– Bitpazarında bulabilirsiniz.

– Doğru oraya gitmem gerek.

– Annesi pazardan pişmaniye getirirdi. Onu hatırladı fakat bulamadı. 

İlginç, pazarda acaba havan satılır mı? Şu an parası çokken alabilirdi. Rahmetcan daha boyu bir karış olduğu dönemden itibaren havan döverek büyümüştü. 

Başka ne alsa?..

Tencereye ahşap kapak bulunmasa gerek. Ayakkabı desenli sakız nerede satılır? Şu çingene kadında bulunur mu acaba?

Bir şeyler alması gerek ama aklına gelmiyor. Evet hatırladı, tahta kepçe. Ama pazarda yok ki!. 

Tezgahların arasında uzun uzun dolaştı. Aradıklarımı nereden bulabilirim diye, eski püskü bir şeyler satan kadına sordu. Kadın dudağını ısırarak: “Hımm, onlar bitpazarında bulunur” dedi. 

– Bitpazarı nerede?

– Yol boyunca ilerlerseniz büyük bir ark gelecek. Atlayıp geçtiğinizde pamuk sapları biçilmiş bir tarla göreceksiniz. Bitpazarı bugün orada. 

Rahmetcan’ın anlamadığını hissederek ilave etti:

– Seyyar pazar ya... Bir yakınlaşıyor, bir uzaklaşıyor. Geçen sefer Yayilme'deydi. Bu sefer yakına geldi...

2

Rahmetcan geri döndü. Sokak çok kalabalık. Trafik çok sıkışık, arabalar birbirini çok yakından takip ediyor ve sürekli korna çalıyorlar. 

–  Hey yakışıklı delikanlı! Fal açayım mı? Sadece bin som! Dedi deminki iri yüzlü çingene kadın onun geri döndüğünü görünce.

– Yok ya, dedi Rahmetcan. “Fala inanmıyorum.”

–  Fal açtırmasanız da yoldan geçerken dikkatli olun! Dedi çingene kadın gülümseyerek. 

Rahmetcan bu söze aldırış etmedi. Caddenin gürültüsü içinde sağa sola şaşkın şaşkın bakarak birkaç adım ilerlemişti ki böğründen '' küt'' diye sert bir darbe yedi. Ne olduğunu anlayamadan kedini havada buldu. 

… Gözünü açtığında tam burnunun dibinde bir yığın çakıl taşı gördü. Hâlâ ne olduğunu anlayamadı, sonunda sendeleye sendeleye yerinden kalktı. İnsanlar hemen etrafına toplandılar. Anladı ki araba çarptı. Hangi araba? Az önce ki kırmızı taksi. Mümin'in yerine gelen deminki boynu ince taksici: “Ne bilim, tanımıyorum! Birden önüme çıktı” diye homurdandı. “Yalana bak! Üç abi kardeşiz demişti ya...” Soğuk olmasına rağmen alnından ter akıyordu. Dudakları soldu, titremeye başladı... Korkmuş olsa gerek.

–  Kör müsün? Önüne baksana! Diye bağırdı Rahmetcan taksiciye. 

Gürültü içinde taksiciye yumruğunu gösterip, tehdit etti ve insanlara dönüp: 

– Sorun yok, iyiyim, dedi. “Bundan sonra gözünün önüne baksın!”

Kalabalık taksiciyi suçlamaya devam ediyordu. Rahmetcan ise biraz önceki kadının söylediği bitpazarına doğru yol aldı. 

Çıplak ağaçlar, dik kavaklar altında yürüye yürüye kuru arkın yanına geldi. Gerçekten de arkın öbür tarafı kocaman bir tarlaymış. İnce dumanlar arasından insanların bağırtısı çağırtısı duyuluyor. Önlerine bir şeyler yaymış halde oturan kadınlar göze çarpıyordu. Daha ötede birileri var gibiydi. 

Arktan atlayarak geçti. Yer buzla kaplıydı; bembeyaz ve üstünde yürürken tahta gibi takırdıyordu.

İnanlar geçmişten gelmiş gibi görünüyordu; üstleri toz toprak, yüzleri kir pas içinde kalmıştı. 

Zayıf bir delikanlı mangalda ateş yakıyor. 

–  Kuzu etinden biberli, mükemmel bir şiş kebabı yapmak istiyorum ama et yok, dedi Rahmetcanı görünce. “Yolda Numan Abiyle karşılaşmadınız mı? Et getirecekti… 

– Numan Abi kim? Tanımıyorum, dedi Rahmetcan. “Tahtta kepçe nerede satılıyor?” 

Kebapçı umutla bakarak: 

– Kebap yemiyor musunuz? Diye sordu.

– Yok, bana tahta kepçe lazım. 

– Cebinizde daha yeni bitirdiğiniz inşaattan kalma o kadar para olduğu halde cimriliğinize bakar mısınız!? Dedi kebapçı üzülerek...  “Şurada, biraz aşağıda sizin aradığınız şey.” 

Burada satıcı çok, alıcı az. Azıcık yürümüştü ki yerde kadın giysileri satan genç bir kadın gördü.  Bu genç kadın tanış gibi geldi. 

– Aa Rahmetcan Abi, sizde mi geldiniz? Diye sordu tatlı bir tebessümle.

– Paşşahan! Burada ne yapıyorsun?

Paşşahan’ın bundan beş altı yıl önce birisiyle konuştuğu için kocası tarafından öldürülesiye dövüldüğünü ve evden kaçıp gittiğini duymuştu.  Pazarda karşılaşmak varmış! 

Paşşahan'ın yanakları solgun, benzi kaçık, çenesi buruşuktu. Ama yine de süsünden hiç taviz vermemişti: iki yandan zülüfleri dökülmüş, kaşlarına da sürme çekmişti.

– Gelin hanıma gömlek almaz mısınız? Diye sordu Paşşahan. “Bakın adece bir kere yıkanmış, temiz kumaştan.

Rahmetcan: 

– Tamam sağ olun, diyerek ilerleyiverdi. 

On adım kadar yürümüştü ki traktörcü Mahkem Abiyi gördü. Önünde birkaç kurumuş ekmek, kavut, soğukta sertleşmiş samse[1] ve çocuk oyuncakları vardı. 

– Ne satıyorsunuz? Traktörünüz mü bozuldu? Diye sordu büyük bir şaşkınlık içinde. 

– Çocuklarımın rızkı! Diye cevap verdi Mahkem Abi, ekmek ve samseleri göstererek. “Traktörüm çoktan emekliye ayrıldı. Siz ne yapıyorsunuz? Bir şey mi satıyorsun yoksa bir şey mi arıyorsun? 

– Tahta kepçe ve havan almak istiyorum, dedi

– Şu aşağıda görmüştüm, dedi Mahkem Abi. Hâlen duruyordur. Yaşlı bir adam satıyordu. 

Hırsız Eber'i de gördü. Hırsız Eber çaldığı şeyleri sermiş satıyordu. 

– Eveet sizde mi geldiniz? diye sordu Hırsız Eber bir şeyden memnunmuşçasına. “Satmayınca geçim zor Rahmet Ağabey!” Hırsız Eber gözlerini hiç kırpmadan, dikkatle bakarak konuşmaya devam etti: “Burası bitpazarı. Kim ne bulursa işte onu satıyor.”

Sattığı şeyler ilginç idi: eskimiş, saçaklanmış ip, kırklık, ağaç kabuğu soyan rende vs. 

– Halkta çalınacak eşya kalmadı ki… Ama sizde para vaar!” dedi Hırsız Eber işaret parmağıyla gösterip tehdit edercesine.

 – Param olduğunu sen nerden bildin?

– İşte kabarık duruyor ya! Diyerek Rahmetcan’ın koynunu gösterdi Eber. Rahmetcan bakınca gerçekten de göğsünün kabarık durduğunu fark etti. “Benim tanışlarım çıkıp pazarda çalışmaya başlamışlar meğer. Benim haberim yokmuş” diyerek şaşkınlıkla ilerleyiverdi. 

Allah Allah, kendi köylüleri ve uzun zamandan beri görmediği etrafındaki insanların çoğu pazardaymış meğer! Yabancılar da çok, onlar da bulduklarını önlerine koymuş oturuyorlardı.

– Neden yeni pazara gitmediniz?

– İnsanı güldürmeyin ağabey. Bu dediğin imkânsız bir şey, dediler onlar. Ayrıca istesek de giremeyiz. Bekçileri çok sert, hemen kovarlar. 

... Gerçekten de dut ağaçlarının altında koca kafalı biri dibek satıyordu. 

Dibek, dut ağacından yapılır. Kalın gövdesi bel boyu kesilip alınır ve içi tamamen oyulur. Onda mısır da kurumuş ekmek de dövmek mümkündür. 

– Dibeğiniz dut ağacından mı? Diye sordu koca kafalı adama. 

– Evet, kendi diktiğim dut ağacından, dedi o. “Çocuklarım vefasız çıktılar, bakmadılar. Mecburen diktiğim ağaçları birer birer kesip bir şeyler yapıp satıyorum. Alın ucuz veriyorum.”

– Kaça satıyorsunuz?

– Neyiniz var?

– Param var.

– Para lazım değil, dedi o memnuniyetsiz bir tonda. “Bir şeyle değiştirelim. İğne ipliğinizle takas edelim. Ama iğnenin deliği büyük olsun. 

– Yok, dönüşte alırım, dedi Rahmetcan fikrini değiştirerek. “Pazarda dolaşırken dibeği taşımayayım.” 

Dibekçiden biraz uzaklaşmıştı ki Koşterekli kaymakama rastladı. Bu adam üç dört yıl önce kaymakam olmuştu. Şimdi önüne koyun kellelerini dizmiş satıyor. 

– Kelle de mi satılıyor? Diye gayri ihtiyari sordu Rahmetcan.

– Satmıyorum, alıyorum, dedi kaymakam bey. “Kimde koyun kellesi varsa getirsin. Çok ilginç, bunlara bakarak hangisinin semiz hangisinin zayıf olduğu anlaşılmıyor.”

– Onca zenginlik, sonu gelmez yalanlar, ışıltılı vaatler… hepsi uçup gitti, dedi o içi geçirerek. 

Biraz daha ötede tahta kap ve kaşıklar satan bir kadınla karşılaştı. Kadının başı açık, saçlarını ortadan ikiye ayırmıştı. 

– Pilav tenceresinin üzerine kapatılan tabaktan var mı? Diye sordu Rahmetcan.

– Kocam götürdü, diye cevap verdi genç kadın. Tövbe, bunca şey getirsem de yine memnun edemiyorum. Pilavın da pişmesin, diyerek alıp götürdü. Kocamın adı Numancan. Kendisi kasap, birazdan et getirirse şaşırmam. Bakın, sadece kap ve kaşıklar kaldı. On dört kişilik ahşap pilav tabağım vardı, tıpkı kurulu düzenim gibi o da ortadan ikiye bölündü maalesef…

Rahmetcan biraz daha ilerledi. Birisi bıçak satıyor fakat hiçbiri işe yaramaz. Kiminin ağzı körelmiş kimini pas basmış…

– Birini kesmek istiyorsanız aradığınız şey tam da burada, dedi bıçakçı. “Keskinleri de var ama ben onları satmıyorum. Şanıma yakışmaz…

Biraz ötede çopur yüzlü genç bir gelin çeyizindeki yorganları ve döşekleri satıyor. 

Birden fark etti, yiyecek hiçbir şey yok. Bu pazarda yiyecek bir yana insanın ağzını ıslatacak su ve ayran bile yok… Pişmaniye, horozşekeri, nohut, kelle eti satanlardan bir tanesi bile yok…

Fark ettiği ikinci şey ise zamanın bir türlü geçmemesiydi. Güneş görünmüyor, bulutların arkasında parıltısı belli oluyordu. O parıltı olduğu yerde hiç kımıldamadan duruyordu. 

– Tahta kepçe nerede satılıyor? Diye sordu geline Rahmetcan. 

– Burada değil, susamcıların olduğu yerde satılıyor, dedi gelin memnuniyetsiz bir ses tonuyla.

“Çok ilginç, yeni pazardan değil de bitpazarından alacaklarım daha fazlaymış meğer… Tanışların hepsi bitpazarındaymış!” diye hayret etti Rahmetcan. 

 

3

Sonunda baktı ki dut ağacının altında annesi oturuyor. 

Üzerinde siyah hırka, küçük çiçekli mavi uzun gömlek, başörtüsünü çenesinden bağlayıvermiş. 

– Evet yavrum, geldin mi? Dedi annesi sevinerek. “Eğilsene kurban olduğum! Öpmek istiyorum, boyum yetişmiyor.

Eğildi, yanağından hasretle öptü. 

– Saçların ağarmış vah Rahmet’im! Dedi. “Alnına çizgi çizgi kırışıklıklar düşmüş. Belin eğilmiş, boynun bükülmüş. Eski halinden eser kalmamış. Çok çile çekmişsin balam!..

– Ah annem, ne diyeyim ki!? Dedi Rahmetcan. “Bir şekilde gün geçiriyordum. Rızık kapımız bir yerden açılır diye bekliyordum. Sonunda zengin bir adamın evini yapıp para kazandım. Bir şeyler alayım diye pazara geldim ve şükür ki seni burada buldum. 

– Evet evet, dedi annesi. “Sen henüz aşağı inmedin. Kimler gelip geçmedi ki…” 

Sonra: 

–  Neler aldın? Diye sordu merakla. 

Rahmetcan annesine aldığı şeyleri gösterdi. Şap, nazar boncuğu, karanfil, büyük delikli iğne, sağlam siyah ve beyaz ip, üç metre kumaş...

– Dibek de buldum. İşte şu tarafta, dedi. “Dönüşte gelip alacağım, diye tembih ettim.

–  Evde dibek vardı ama kırıldı, dedi annem. Demir tel ile sıkıca bağlasan, halen mısır dövülebilir. Ah Rahmetcan'ım, iyi ki geldin!.. Seni çok merak ediyordum. Evsiz barksız kaldın diye endişeleniyordum. Şimdi içim rahatladı. 

 

Mümin

Ben taksici Mümin'im.

Rahmetcan ağabey telefon açıp “Beni yeni pazara bırakır mısın?” dediğinde “Tamam” deyip yola çıktım. Yarı yolda arabam bozuldu. Kaputu açıp, kablolarda temassızlık mı var diye bakarken gazın bitmiş olduğunu fark ettim. 

O esnada kırmızı bir taksi gelip önümde durdu. O adamı ömrümde hiç görmemiştim, tanımıyordum. Boynu ince, elleri büyükçe biriydi. 

– Evet Mümin, dedi “Yakıtın mı bitti?” 

– Bitti, dedim üzülerek. “Müşteri de beni bekliyor.”

– Müşterin Rahmet ağabey mi? Diye sordu gülümseyerek taksici. Sen işini hallet, biz onu götürürüz. 

Cebinden lastik iple sarmalanmış telefonunu çıkarıp saate baktı. 

– Bir saat kalmış, dedi. “Sadece bir saat.”

Sonra üzülerek:

–  Bir iki sene daha yaşasaydı n’olurdu ki? Diye söylendi. “Gidip gelseydi şu eski püskü pazara.”

– Bana Yengibazar’a gideceğini söylemişti ama?

– Onun ne işi var Yengibazar’da? Dedi şaşırarak taksici. “Bir saat kaldı dedim ya. Tamam işine bak.” 

– İşte böyle deyip, taksisine bindi ve ıssız, sisli yolda kaybolup gitti. 

– Bundan sonrasını ben de sonradan duydum. Taksinin plakasına bakmak aklıma bile gelmemişti. Başka taksicilerden de sorup soruşturdum, öyle bir taksici bulamadım. 

Düşündüm, bulsa bulsa polis bulur.  Onlarda bütün taksicilerin plakaları var zaten. Şu tuhaf taksinin plakası da vardır illaki…

 

Kalabalık İçindeki Kişi

Uzun boylu o adama kırmızı taksi çarptı. Allah korkarım, iftira atmak istemem ama sanki bilerek çarpıp kaçtı. 

Pazar çıkışında tek başına onu bekledi. Bir iki kişi torbalarını sırtlanmış halde geldiler. ''Gitmiyorum'' diyerek onları başından savdı.  Kollarını direksiyona dayayıp, başını yaslayarak bekleyiverdi. 

– Allah Allah! Boynu ipince, elleri kocaman...

Uzun boylu adamın pazardan çıktığını görünce birden doğruldu ve arabayı çalıştırdı. 

Uzun boylu adam sağına soluna bakarak yoldan geçmek istedi. Bir iki araba geçtikten sonra dikkatle karşıya geçmeye çalışırken taksici birden gaza bastı. 

Taksi ona yanından çarptı. O anda uzun boylu adam karşı tarafa savruldu. Oradaki esnaflardan biri dükkanının önüne çakıl döktürmüştü. Tam o çakılın üzerine düştü. 

Herkes gürültüyle adamın başına üşüştü. 

Uzun boylu adamın bir ayağı ters dönmüş, boynu bükülmüş, kımıldamadan gözlerini göğe dikmiş yatıyordu. 

–  Öldü, dedi birisi üzücü bir ses tonuyla. Adamlar dönüp bakınca bunu kasap Numan ağabeyin söylediğini gördüler. 

Bir anda bir uğultu yükseldi. 

– Yok ya, belki bayılmıştır!

– Öldü diyorum! Dedi Numan ağabey bağırarak. “Gözü açık gitti. Göz, canın çıkıp gittiği tarafa dönük kalır. Öldü bu adam.”

Kırmızı taksi yoktu. “Kaçtı kaçtı!” Diye bağırıştı kalabalık. 

– Siz gitmeyin, şimdi polis gelir şahitlik edersiniz, dedi bir kişi ona. “Adınız nedir?”

Adım Numancan ama şahitlik edemem. Gitmeliyim. Bitpazarına et götürmem gerek! Diye üzüntüyle cevap verdi koltuğunun altındaki beze sarılı koyun budunu göstererek. “Siz kendi aranızda halledersiniz.” 

Mahalle Sakinleri

Rahmetcan’ın mahallesindekiler bu haberi duyunca sanki her gün böyle şeyler oluyormuşçasına:

–  Aa, öyle mi olmuş! Deyip üzülmekle yetindiler sadece. “Evet, herkes bir gün gidecek… İyi adamdı, yaşasaydı keşke. Ömür boyu çalıştı. Temel kazdı, tuğla ördü, döşeme çaktı, çatı yaptı. Rızkı bu kadarmış, eceli yetti…”

Üç dört delikanlıyı mezar kazmaları için mezarlığa gönderdiler. Sonra Rahmetcan’ın kardeşine “Cenazeyi bu evden mi çıkaracağız?” diye sordular. 

Gözleri kızaran kardeşi: “Annemin evinden çıkaralım. ‘Ben ölürsem annemin evinden çıkarınız’ derdi hep. Yaşı elliyi geçmiş olsa da annemi çok özlüyordu” dedi.

– Peki, madem vasiyeti öyleymiş, yerine getirelim öyleyse, dediler mahalle sakinleri.

 

Rahmetcan

Rahmetcan ise halen annesiyle konuşuyordu. 

– Hazırlan Rahmet’im! Dedi anne sonunda. “Burada ne işin var? Yürü evimize gidelim.”

– İğdeleriniz halen oluyor mu? Diye sordu Rahmetcan. “İğdeli çay demleyecek misin?”

– İğdeye yabani armut da katıp demleyeceğim. Bol yağlı katmer de yaparım, dedi anne. “Hadi, canım evladım. Buralarda çok vakit geçirdin, yeter!”

Rahmetcan küçük çocuklar gibi sevinerek annesinin peşine düştü.

 

Son

Rahmetcan’ın koynundan epeyce para çıktı. “Bakar mısınız, sanki öleceğini biliyormuş da kimseye ağırlık etmemek için hazırlığını yapmışa benziyor… Cenaze merasimine de taziyesine de kırkına da elli ikinci gecesine de ve diğer anma törenlerine de yetti de arttı bile. Öleceği ayan olmuş gibi parayı koynunda taşımasına ne demeli!?”

Kardeşi paranın artan kısmıyla birkaç fidan almaya, onları ağabeyinin mezarına dikmeye niyet etti. “Yine de artarsa, geçim zor, bir işe yarar elbet…”

Bütün bunlar bir günün içinde yaşandı.

Akşama doğru sis iyice yoğunlaştı. Yeni pazarın satıcıları tezgahlarını toplayıp evlerine gittiler.

Peki bitpazarı?

Bomboş bir tarla, kırağı ağartısı ve cam gibi buzdan başka bir şey yok. 

Bu pazarın satıcıları ve müşterileri nereden gelip nereye gittiler, kimse bilmiyor…

Burada kara güze mahsus buz gibi rüzgârı esiyor sadece.

“Beni dinleyin!” diye haykırıyor, ağaçların dallarını öfkeyle silkelerken.

“Sözlerimi dinleyen yok mu?” diyerek daha da öfkeleniyor…

Rahmetcan çok sevdiği bir şarkıyı söyleyerek yalvarıyor:

 

“Dünya sarığa bir kéliban, gamzede kéttim,

Bir lahza dem almey turuban, lahzada kéttim.

 

Bir müşfik-i hemraz cihan içre tapalmey,

Hasret otidin küydim ü matemzede kéttim.

 

Sürtmey bu kara yüzni barib ravzalarığa,

Ermanda yürüb lek buzuğ külbede kéttim.

 

Her can kéler ü kétgüsidur, bilsem ani hem,

Kétmesçe yürüban yene gurbetzede kéttim.

 

Gafil kişiler kéçeyü kündüz tilegey mal,

Dünya ile dinni satiban gamzede kéttim.

 

Ta yarnı hayal eyledi Meşreb, közni açtı,

Yüz derd ü elem birle ki, méhnetzede kéttim.”

 

Mart-Nisan 2021


 

[1] Türkistan’a özgü bir çeşit içli börek (Aktaranların Notu).

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 216. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 216. Sayı