Cihangir Mahdumun Köy Mektebinde Okuması (Turnalı Köyü Mektebinde-1898)


 01 Nisan 2020



Elif, be, te, se! Elif, be, te, se![1] Turnalı köyünün okulunda pek çok çocuk sesi arasında şu elif, be, te, se! Elif, be, te, se! diye ahenkle okuyan ses diğerleri arasından farklı işitiliyordu. Bunu söyleyen, okulda çocukları okutan Ahmetşah Hazret'in öz oğludur. Adı Cihangir. On yaşında. Hazret bu yıl öz oğlunu da okula verdi, derse başlamasını istedi. İlk önce kendi okulunda biraz okutup sonrasında daha büyük bir okula göndermek niyetindeydi. Hazret'in ilim sevgisi pek kuvvetli. Oğlunu en iyi şekilde okutmak istiyor. Hem, elhamdülillah, oğlu da pek zekiye benziyordu. Siz de duyuyorsunuz işte, nasıl durmaksızın dersini tekrar edip duruyor. Çocuk silkinip silkinip: Elif, be, te, se! diye her söylediğinde, Hazret’in sevinci gitgide artıyordu. İşte bugün elif, be okuyor; Allah sağlık verse, bir süre sonra imanın şartlarını hecelemeye başlar. Yaza doğru, belki “Heft-yek (Yedi dua kitabı)”nı hecelemeye de geçer. Bir hece tanımaya başlayınca, surelere geçip, “Kesikbaş”[2], “Be-devam”, “Yarım Alma”[3], “Yusuf Kitabı”[4] gibi köy okullarında okunmakta olan ders kitaplarını tamamlasa, ondan sonra işi sarfa[5] (dilbilgisi) geçirmesi kalır. Ah, şu dilbilgisi! Sarfı düşününce Hazret’in ağzından sular gelmektedir. Şu göz karası gibi aziz Cihangir’inin sarf ve nahve[6] (dilbilgisi) başladığını görse, ölse de Hazret gam yemez.

Hazret, kırk yaşlarındaydı. Büyük bir Hazretin medresesinde derin ilim almıştı. (…) Yine de fennin (bilimin) en önemlisi sarf ve nahivdir. Çünkü bunlar ilimlerin anasıdır. Medreseden mezun olup Turnalı köyüne babasının yerine molla oldu. Mezun olduğu çağlarda 29 yaşlarında idi. Bir komşu köyün mollasının kızıyla evlenmişti. En büyük çocuğu yukarıda adı geçen Cihangir mahdumdu. Ahmetşah Hazret'in niyeti medrese açmak ve orada ders vermek idi ve ayrıca, ona göre her mümin ve Müslüman için gerekli olan sarf ve nahiv ilmini en iyi şekilde okutmaktı. Bu sebeple molla olur olmaz, köyündeki okula çocukları toplayıp okutmaya başladı. Bu okul, birkaç molla zamanından beri, hiç tamir edilmeden kaldığı için eski ise de, yıkılmayan, bir köşesi iç taraftan güzelce balçık ile sıvanmış ve dış taraftan da deşik yerine bir büyük taş sokulup, üstünden toprak ile örtülmüş idi. Hatılı da pek çürük olsa da, iki yerden sütunlarla dikilip konmuştu. Buna göre Perşembe günü oğlanlar minderlerle oynadığında veya köylü[7] girdiği zaman onu minder ile vurup çıkarınca şu sütunlara pek şiddetli gelip çarpmadıkları takdirde, tavan tahtasının çöküp düşme ihtimali yoktu.

Okulun dört penceresi olsa da, çoğunun camı kırılmıştı. Kırılıp düşen cam gözünü: “Evvel aldım bir deste tavşan derisi onar tiyinden (kuruştan), pahası oldu sekiz som gümüş” diye güzel yazılı kağıtları veya hayvan zarı ile kapatırlardı. Okul köyün ortasından geçen bir yol üstünde ve köprü başında olması sebebiyle öğrenciler için su yakın olsa da, okulun yukarı tarafına köprü altına köylüler pek çok hayvan tersi döktüklerinden bahara doğru günler ısınmaya başladığında, tersler eriyip, pek bozuk ve kötü kokular yayıyordu. Hem de, ne hikmettir, bahara doğru sıkıntıya düşen öğrenciler hastalanmaya başlıyorlardı. 

Okul küçük olsa da, yatılı yetmiş çocuk vardı. Sadece bu yıl değil, her yıl böyle yetmiş, seksen, hatta bazı yıllar yüze yakın öğrenci oluyordu. Lakin Hazret’in canını sıkan şudur ki, okul bir türlü ilerlemiyordu. Öğrencilere sarf ve nahvi öğretip, diğer taraftan öğrencileri yığıp türlü bilimlerde de ders verecek medrese haline gelememişti. Hazret kendi biliminde hiç eksiklik görmüyordu. (…) Yine de okul ilerlemiyordu. Yoksa Ahmetşah Hazret’in öğretmenliğinde bir eksiklik ve ders işleyişinde bir düzensizlik mi vardı? Çünkü Hazret öğretmenliğinde hiç de eksiklik görmüyordu. Gerçi köye misafir gelip veya düğün olup yemeklere gittiği zamanlarda ders vermek için okula birer hafta gidemese de, boş vaktinde ve bilhassa günlerin uzun olduğu bazı zamanlarda günde üçer kez derse giriyordu. Ama şu da var ki, Hazret dertli dertli okula girmeğe başladığında, bedbaht köylü çocukları da okuldan mezun olmaya başlıyorlardı. Çünkü bahar gelmiş oluyordu. Oğlanların bağ bahçe işlerine gitmesi gerekiyordu, hem de ne gariptir ki, bu okul, bu köyde bir nice molla zamanından beri bulunmaktaydı. Köylülerin pek çoğu bu okuldan mezun olmuştu ama okuma yazma bilenler pek azdı. “Evvel aldım bir deste tavşan derisi, hakkı oldu üç som gümüş” diye yazmayı bilenler çok olsa da; askere giden oğlanlarına, evlenecek kızlarına kendi elleri ile istedikleri gibi mektup yazıp gönderecek babalar, ağabeyler (amcalar), analar ve ticaret için giden babalara mektup yazıp gönderecek, onlardan gelen mektupları hakkıyla okuyup anlayacak oğullar pek az bulunuyordu. Askere giden oğullar Rusların veya kendileri gibi okuma yazma bilmeyen Tatar askerlerinin birliğine düşseler, birkaç ay mektup gönderemiyorlardı. (…)

Hazret, eğer okulun niçin ilerlemediğini, nizamlı (tertipli) ve muntazam okullarda okuyan bir kişiden sormuş olsa, o kişi de: Hazret, gerçi sen medresede yirmi beş yıl ömür geçirmiş olsan da, yalnız taharet almayı, bağırış-çığırış münazara eylemeyi (söz yarıştırmayı) öğrendin, çocuk okutmayı öğrenmedin. Çocuk terbiyesi (pedagoji) ilmi ve okul yönetimi gibi çocuk okutmayı ve okulu idare etmeyi öğreten hususî bilimler vardır. Onları bilmeyen kişinin okuttuğu çocukta ve yönettiği okulda ilerleme ihtimali yoktur. (…)

Okulda terbiye edip (eğitip) çocukları okutmayı bilmenin pek çok şartı var. Bunun içindir ki Ruslar, Türkler ve başka Avrupa halkları gibi gelişmiş milletler çocukları okutmak amacıyla muallim ve muallimeler (öğretmenler) yetiştirmek için uzmanları yetiştirecek hususî okullar açıyorlar. Sen mescitte imam olmayı, cenaze gömmeyi, nikah kıymayı ve yemekten yemeğe koşup beliş (Tatarlara özgü hamur işi bir yemek) için yaratılan bir adamsın. Bu yüzden senin asıl görevlerini yapmaya zamanın kalmıyor. Okulda okutmak için ne yapıp edip, çalışıp çabalayıp, çocukları okutacak ilme sahip (çocuk eğitimcisi) bir öğretmen tayin etmek gerekirdi. 

Okula öğretmen tayin edince, bizim gelirimiz eksilir diye korkuyorsunuz. Lakin bu boş bir fikirdir. Eğer halkın yararına namus ve insafınızla çalışır iseniz, ahali size daha da fazla muhabbet besler. Geliriniz de artar. Cemaat arasında kadir ve itibarınız da gittikçe artar.” diye söylerdi. Fakat bizim Ahmetşah bu düşüncede olan kişilerle pek görüşmüyor, hem görüşmeyi de gerekli görmüyordu. (…) Ayın, gayın, fe, kaf[8]! Ayın, gayın, fe, kaf! Ayın, gayın, fe, kaf! Gördünüz mü? Daha dün elifba’ya başlayan Cihangir mahdum bugün, yani bir gün içinde nasıl merhale katetti. Ayın, gayın, fe, kaf’ı nasıl da sedalı okuyor! Hazretin oğlu muhtemel adam olacağa benziyor. Dün sabah erkenden babasının verdiği dersi akşam vakti evlerine dönüp annesine dinlettiğinde ondan da bir ders aldı. Komşu köydeki müezzin dayısı gelmişti. Ona dinletip ondan da bir ders aldı. İşte bundan dolayı bir gün içinde cim, ha, dal, zel’leri[9] geçip ayın, gayın, fe, kaf’a da gelip yetişti.

Cihangir mahdum pek güzel ilerlemekte idi. Fakat bir kazaya dûçar olup, birkaç gün okula gelemedi.

Kazaya dûçar olması şöyle gerçekleşti: Bir gün sabah erken mahdum acele ederek okula geliyordu. Halbuki okul girişinin dış tarafı pek kalın buz tutmuş idi, oğlan kapıya geldiğinde kayıp dengesini kaybederek avludaki kaynamakta olan semavere çarptı, semaver oğlanın üzerine devrildi, oğlanın bazı yerleri yandı. Bu yüzden birkaç gün hasta yattı. Bu uğradığı felaketten dolayı (oğlunu felaketlerden, musibetlerden korumak için) mollanın hanımı dünya görmüş, ömür sürmüş bir yaşlı kadından yedi gece yarısında yedi hamamdan yedi taş aldırıp, yedi kırın ortasında taşları attırdı ve ilacı-devası bu olsun, dedi. Hazret de boy abdesti aldıktan sonra ibrikte kalan suyu cin duaları ile üfürüp oğluna her gün içiriyordu. Aradan çok zaman geçmedi. Bir kamışlı gölde işitilen kurbağa vıraklaması gibi Ahmetşah Hazretin okulunda da sayısız ve hesapsız pek çok ses arasında “vav, he, lam elif, ya!”, “vav, he, lam elif, ya!”[10] sesi apaçık işitilmeye başladı. (…)

Cihangir mahdumun yazmaya da hevesi olsa gerek, çünkü evde yalnız başına kaldığı vakit, babasının kalem ve mürekkep kabını alıp, rastgele, eline geçen her bir kâğıt üstüne türlü türlü çizgiler ve sığır sureti gibi resimler yapmaya çalışıyordu. Babasından birkaç kez kendisi için kâğıt ve kalem istese de, Hazret’in fikrince, hecelemeyi ve Tatarca grameri öğrenip bitirmeyen çocuğu yazı, çizim ve hesap gibi şeylerle uğraştırmak hiç de faydalı ve akla uygun olmadığından[11], oğlunun ricasını (arzusunu) kabul etmedi. (…)

Bahar geldi, medrese dağıldı. Şu geçen bir kış içinde hangi çocuk çalışmış? Hangi çocuk ilerlemiş? Hangi çocuk geride kalmış? Okudukları gerekli ve faydalı şeyler miydi? Çocukların ömürleri ile biçare ve yoksul köylülerin çocuklarını okutmak için ettikleri masraflar boşa gitmiyor muydu? Medresenin durumunu ve çocukların okuma sistemini değiştirmeye, yenilemeye hacet yok muydu?.. Bunları sen ben değil, okulda çocukları okutan Ahmetşah Hazretin kendisi de bilmiyordu. (…) Okulu tutmasının, çalıştırmasının, öğrenci yığmasının maksadı onlara bir şeyler öğretmek değildir, belki okutmaktır, hem de ne okutmak? Doğrusunu söylemek gerekirse, okutmak da değil, ders anlatmak, hem de sarf ve nahivden, yani kendi ana dilini bilmeyen çocuklara Arapça dersi vermektir. Köylüler çocuklarını çoğunlukla çalışıp çabalayıp iki üç yıl okulda tutuyorlar, çocukların bir iki yılı hiçbir şey anlamadan hecelemeyle geçiyor. Kalan bir iki yılda ise “Kesikbaş”, “Be-devam”, “Kızıl Elma[12]”, “Fezaili’ş-Şehr[13]” gibi hiç faydasız kitaplar okutulup ömürleri zayi ediliyordu. Asıl her bir Müslüman için gerekli olan iman, inanç ve dini hükümlerden ve gerçek hayatlarında her gün ve her saat gerekli olan yazı, hesap, tarih ve coğrafyadan hiç haberleri olmuyordu. Müslümanlığı sadece bıyık kesip, saç kazıtıp kelepüş (bir tür başlık) giymekten ve güzel cübbe giyip mescide varmaktan ibaret zanneden, bozuk fikirli, sözden anlamayan bir mutaassıp takımı oluşmuştu. Bütün işi gücü gıybet (dedikodu) etmek, ticaretle yetinmek olan, medeniyet ve gelişmeye dört başlı düşman oluyordu. Kendisi hiçbir şey bilmediği halde başkasına inanmıyor, nüfus sayımı[14] sırasında Tatar diye yazacak olsalar, yok yok, ben Tatar değil, müslümanım diye cıngar çıkarıyorlardı. İşte bizim iptidai (ilk) okullarımızın gençleri bunlardır. 

Şu üç dört yıl içinde senin oğlun ne okudu? Ne bildi? Dünya için faydalı bir şey öğretmişler mi? diye köylülere sorulsa, ne cevap verirler acaba? Verecekleri cevap belli değil. Çünkü onlara bunu soran yok. Hazret kendisi, elbette o hiç sormuyor. (…) Sorulsa da: “Kaderde böyle yazılmıştır.” diye kısacık cevap verirlerdi. Lakin hayvan güderken oğlakları bataklığa saplanıp hiçbir şey yemeden kalsa, kaderde yazılan böyledir demiyorlardı. Niçin hayvanlara bakmıyorsun, niçin güzel yerlerde otlatmıyorsun diye çobanı tutup tartaklıyorlardı. Göz nurlarından aziz olan çocukları bütün ömürleri boyunca cahil, ahmak olarak hem kendi hem de başkaları için boynuzlu bir bela oluverdiğinde: Kaderde yazılan böyle imiş!

Bahar geçti, yaz geçti, güz geldi. Yanlış söyledim, güz değil, kış geldi. Çünkü Ahmetşah Hazret okula çocukları toplayıp okutmaya başladığında Aralık ayı olmuştu… Şubat ayına kadar hemen her gün yeni  bir öğrenci okula geliyordu. Okula nasıl sığıyorlardı diye merak etmeyin. Çünkü bir taraftan böyle toplansalar da diğer yandan okuldan ayrılmaya başlıyorlardı.

Kadı[15], her gün cemaat parası istiyor, mum ve odun getirmelerini söylüyordu. Mum alınacak parayla çocuğun babası pazardan içki alıp içip eve dönüyor. Dönünce karısını dövmeye yelteniyor. Okulda kadı efendi oğlunun sırtına sopa vuruyor. Perşembe sabahı Hazret’e sadaka için çocuğun babası para getiremiyor.

Sufi Molla çöreğe İsmail ve kara ekmeğe İbrahim isimlerini takmıştı, iki de bir de çocuğa: “Hani, bugünlerde İsmail görünmemeğe başladı! Sadece İbrahim ile tadı olmuyor ki!” diye söyleniyordu. İşte öğrencinin ıhlamur kabuğundan yapılmış çarığı kaybolmuş. Perşembe evlerinden semaver alıp gelip çay içecek olmuşlardı. Kendileri girdikten sonra birileri avludaki semaverin kurnasını açıvermişler. Suyu akıp bitince caz-cuz edip semaver eriyip gitmiş. Ya Rabbi! Ne yapmalı? Her gün yattıkları zaman Sufi Molla eline sopa alıp, elif yatınız! Elif yatınız! diye bağırıp duruyor, azıcık gülme ve konuşma sesi çıkınca da: “Biktimir (Pekdemir), gülen sensin ha, gel hele buraya!” diye yanına çağırıp, sırtına sopayı vuruyor. Hem buna vurmak gerek. Çünkü babası zengin olduğu halde Sufi Molla'ya her zaman İbrahim (kara ekmek) gönderiyordu. Seyrek-meyrek de olsa neden İsmail (çörek) göndermesindi? Sabah kalkma vaktinde Kadı Efendi: “Kalkın!” diye bir kez seslenir; ikincisinde caz-cuz sopa sesi işitilmeye başlardı…

Yine Seyfullah ve Gaynullah ağalar Ahmetşah Hazret'i her gördüklerinde: “Oğlumuzun eti senin, derisi bizim; katı davranınız, Hazret!” diyorlardı. Ahmetşah Hazret de: “Öyle olmalı, ustanın vurduğu yer cehennemde yanmaz” diye cevap veriyordu. Hazret çocuğun kulaklarını çekiyor, Sufi Molla ile Kadı, haklı olsun haksız olsun, her gün sırtına sopa vuruyorlar, arkadaşları gülüyor, alay ediyorlar, kabuk ayakkabısını çalıyorlardı. Mürekkep şişesini kırıyorlar, dersi bilmek imkansız, çünkü anlatan kişi yok, nasıl okumalı ve öğrenmeli, yol gösteren de yok. Fakat, oku, çalış, molla olursun, diyorlar. Durmam bu okulda, çıkıyorum! İşte (karlar eriyip) damlalar damlamaya başladı. Bahar geldi. Tırmık bağını, pulluk dizginini örmek gerek.

˗˗ Baba! Ben yarın için de ders (ödev) alıp geldim, yarın sabah gitmeyeceğim, evin işlerine bakarım. İşte, inek buzağılamış, anneme buzağı tasması gerektir, onu da örüp veririm.

˗˗ Tamam, oğlum, bir günden bir şey olmaz.

… İşte, okula gelmeyecek olursan böyle olur! Çıkar giyimini, yat uzan, caz-cuz! Her sopadan Perşembe sabahı verilmemiş olan iki kuruşluk para sesi çıkıyor. Ölürsem öleyim, bu okula bundan sonra gelmem! (…) 

Bizim Cihangir mahdum pek akıllı tabii. Bu yıl heceleri tamamen tanıyıp surelere geçti. Sureleri biraz okuduktan sonra da “Kesikbaş” kitabına başladı, hiç öğreten olmasa da, orada çocuklardan göre göre harfleri yerleştirmeyi de öğrendi. Böyle çabalayıp durdukça, oğlan bahara doğru kişi isimlerini de yazmaya başladı. Bir ara oğlanın komşu köydeki müezzin dayısı gelmişti. (…) Müezzin, oğlandan kalem isteyip aldı. İşte ben sana bir sıra yazıp vereyim, benim ikinci gelişime kadar şunu iyice öğren, diye kağıdı dizinin üstüne koydu. Kalemi güzelce tutup, ağzını yumup, başını sol tarafa biraz eğip ve harfleri her yazışında dudaklarını kımıldatıp hemen oracıkta yazıverdi: “Evvel aldım bir deste tilki derisi – sekizer somdan (liradan), hakkı oldu yirmi beş som gümüş.”

Oğlan pek sevindi. Hazret ile karısının da mutluluğunu anlata anlata bitiremeyiz. (…)

Nisan başında okul dağılıp kapandı. Medrese boş kaldı. Hazret bu yıl da kıraat (bakmadan ezbere sedalı okuma) ettirmeyi düşünüyordu. Lakin Sufi Molla: Kış vakti her Perşembe ben onlara kıraat okuttum, onlar hali hazırda gayet iyi biliyorlar”, deyince, buna kanaat getirdi (inandı). Sufi Molla Turnalı köyünden yetmiş kilometre kadar uzaklıkta bir Şeyh Hazretine varıp, onun tekkesinde (müritlerin şeyhin eli altında zikir[16] etmek için toplanıp oturdukları yerleri) durmak için kaldı?. (…) Medresenin kapısının önüne uzun ağaçlar dayayıp onların üstünü samanla kaplamışlardı. Gerçi baharın ilk günleri olsa da, bazı günler soğuk olduğundan komşu köylüler bu ağaçları birer birer alıp evlerinde yakmaya başladılar. Eşilip düşen samanların üstüne de sığırlar gelip yatıyorlardı. Nisan sonlarında güneş etkisini arttırıp karları eritince, medresenin etrafı açıldı.

Medresenin dış tarafından yığılıp koyulan toprak temelin üstüne uzun sakallı ve gayet havalı, kibirli yaşlı keçiler ve genç genç dertli keçi tekeleri toplanıp güneşte ısınmak için yatmaya başladılar. Bunların çok hareket etmeleri yüzünden medresenin deşik köşesini tıkamak için konulan taşın üstündeki topraklar eşilip, deşik açıldı. Keçilerin olmadığı zamanlarda bu delikten ördekler içeri girip medresenin döşemesinde kış boyunca yığılıp duran çamurlarla çatıdaki tahtadan kar suları akıp yığılan sazlıklarda gayet keyif ve sefa ile yürüyorlardı.

Bahar iyice gelip yerler kuruyunca, köylülerin ilk işi saban toyu (tarım bayramı) yapmaktı. Bunu yapmak için önceden Molla'dan izin alıyorlar, ondan sonra genç gelinlerden havlu, mendil, eşarp ve her evden yumurta ve para toplayıp, köyün bir köşesinde bir bayram yapıyorlardı. Güreş tutuyorlar, at koşturuyorlar ve insanları yarışa sokup geçenlere ve üstün gelenlere hediyeler veriyorlardı. Biçare köylülerin yılda bir kez yaptıkları yegâne milli bayramlarıydı. Bunu bitirmek değil, her ne şekilde olursa olsun yardım edip geliştirmek ve yıldan yıla daha geniş ve daha güzel yapmak için çabalamak gerek idi. Hâlbuki delikanlılar ile kızlar görüşüyorlar deyip, Ahmetşah Hazret’in saban toyu yapmaya hiç izin veresi gelmiyordu.

Eğer genç hevesliler dosdoğru kendileri gelip sorsalar, izin vermeyeceği apaçık belli olduğundan, gençler buna bir çare bulmuşlardı. Köyde Pekdemir adlı yaşlı bir köylü vardı. Çoluk çocuğu azdı. Bu köylü Molla'yı da severdi. Lakin köylüleri daha çok sevmekteydi, her birini kendi evladı gibi görüp muhabbet beslemekteydi ve onlara faydalı olmak için çabalardı. Köylüler de bunu umumî babaları gibi bilip hürmet ediyorlardı. Yiyeceğini yemiş, yaşayacağını yaşamış (görmüş geçirmiş) bu ihtiyar, tecrübeli ve doğru düşünebilen bir adamdı. Fikrince gençleri engellemek pek doğru değildir, onları kısıtlamaktan kimseye fayda yoktur. Genç çağlarında onlara az da olsa özgürlük vermek gerek. Oynasınlar, gülsünler. Bu dünyaya bir kere geliniyor, iki kere değil. Edepsizlik edecek olan kişi, ne kadar kısıtlasan da edecektir. Gençlerin eline özgürlük verirken, onlara terbiyeli, ahlâklı olmayı da öğretmek gerek. İyi ile kötüyü ayırt edip ona göre davransınlar. Pekdemir Ağa’nın Hazret’e de sözü geçiyordu. Çünkü sağlığında bu adamdan her yıl hatırı sayılır miktarda vergi, zekât ve fitre[17] gelip duruyordu. Artık kendisi de günden güne yaşlanıyordu. Öldükten sonra bunun fidyesi[18] de az olmaz. Bunu kızdırmaya gelmez. Çünkü civardaki mollalar ve ayrıca Şeyh Hazret bu adamı her zaman olta atıp avlamaya çalışmaktan geri durmuyorlardı. Lakin, Allah’a şükür, Pekdemir Ağa bu tür avlara düşmüyordu. Çünkü Allahü Taala’yı tanıyıp, peygamberleri bilip, elimden geldiği kadar ibadet ettiğimde, çalışıp helâlinden kazandığımda, insanlara zararım dokunmadıkça, elimden geldiği kadar başkalarına yardım da ettiğim sürece ben kendim şeyhim, Perşembeleri mescide toplanıp şeyh karşısında uyuklaya uyuklaya, burun çekip oturmaktan hiç fayda gelmez, diye söylüyordu.

Saban toyu yapma vakti gelince, gençler toplanıp Pekdemir Ağa’ya geliyor ve Hazret’ten izin alıvermesi için istekte bulunuyorlardı. Bu yıl da öyle yaptılar: Pekdemir Ağa: 

˗˗ Yarın sabah mescitten çıkarken ben Hazret’i çaya alıp geleceğim. Sabah kuymak (akıtma) pişirin ve yağını da çok koyun, -- diye geceden karısına tembihleyip yattı. Sabah olunca Pekdemir Ağa Hazret’i alıp geldi. Tabak tabak kuymaklar boşaltıldı, yiyip bitirildi. Hazret’in cübbesinin göğsündeki lekeler daha da çoğaldı ve saban toyuna da izin verildi. (…)

Saban toyları bitti. İşe başlandı. Hazret saban sürmede imece etti. Karabuğday ve yulaf saçtırdı. İmece etti, ot söktürdü, imece etti, arpa biçtirdi, demet getirtti. Güz geldi. Yine saban imecesi etti – arpa saçtırdı. İmece etti – odun getirtti. Bir taraftan bebekler doğuyor, gençler evleniyor, karı kocalar kavga ediyor, ayrılıyorlar ve yaşlılar ölüyordu. Bu işlerin hepsi de Hazret sayesinde gerçekleşiyordu. Az olsa da keseye hareket, mala bereket gelmekteydi.

Eylül ve ekim ayları geçti. Kasım’ın yarısı oldu. Şimdi Hazret’e de medrese kaygısı girmeye başladı.

Hazret pek kaygılı, çalışkan, gayretli, takva sahibi kişi, her ne olursa olsun, şu medrese kaygısını aklından çıkarmıyordu, hem köylüler de, kır işleri bitti, çocuklar boş duruyorlar, Hazret okutmaya başlasa iyi olurdu, diye konuşmaya başladılar.

Hazret’in kendisi de ders yapmaya çok istekliydi. Bu sebeple Kasım ayının sonlarında bir Cuma günü Cuma’dan sonra Hazret halka dedi:

˗˗ İşte cemaat, kış gelip çattı. Çocukları okutma vakti geldi. Çocukları okutmak ve onun hocasını beslemek   anne babaya farzdır. Kendiniz de biliyorsunuz, biz çalışkanlık konusunda eksik değiliz. Siz de şu medreseyi ihya etmeye çalışınız. Şimdi odun, mum gerek. Nasip olursa, ben medreseye Pazartesi günü girmeye başlayacağım. Siz de o günden itibaren çocuklarınızı göndermeye başlayın. Kendi medresemiz var olup, okumak için çocukları başka köylere gönderen kişilere iznim ve rızam yoktur. Hocanın bedduası hiçbir zaman yerde kalmaz. 

Cumartesi günü okula çocuklar birer birer gelmeye başladı. İçeriyi süpürüp temizlediler. Kırılan pencere gözlerini hayvan zarlarıyla kapladılar. Medresenin köşesindeki ördeklerin girip çıkıp durdukları deliği yine şu eski taş ile tıkayıp, çevresini çer çöple doldurdular. Öğrencilerden birinin annesi balçık getirip buranın iç ve dış taraflarını ve yer döşemesinin de delik yerlerini sıvadı. Çocuklar evlerine gidip birer ağaç odun yüklenip getirdiler. Medresenin sobasını yaktılar. Minder ve giyimlerini sedire ve ayakkabılarını (çarıklarını) soba başına koyup, çömleklerini[19] ve ibriklerini yere dizip koydular. (…)

Soba biraz yanınca, birisinden çay, şeker ve birisinden yağlı çörek ile katmeri ortaklaşa paylaşıp çay içecek olmuşlardı. Lakin yazıklar olsun! Bu dünyanın kime rahat yüzü gösterdiği var ki! Çok geçmedi, medresenin içi dumanla doldu, çünkü soba hiç bakılmadığı ve temizlenmediği için yarılıp gitmişti ve geçen yıl da birkaç kere ateş püskürtmüştü, bu yıl da tümüyle bozulmuş ve çatlamıştı. Bir çocuk da evden annesini çağırıp balçıkla bacayı sıvattı. Öğrenciler günden güne arttı ve Pazartesi, yani Hazret’in derse gireceği gün gelip çattı. (…)

(Amma Ahmetşah Hazret hafta boyunca medreseye gelememişti: Köy ağaları onu ya çaya misafirliğe ya doğan çocuğa ad koymaya ya nikâh meclisine çağırıp duruyorlar veya Hazret’e birer misafir çıkıp geliyordu. Öğrenciler ise vakitlerini gülüp oynayarak türlü oyunlarla geçiriyorlardı.—Düz. Ş.S.)

Hazret medreseye girip, bir yere yığılmış olan minderlerin üstüne oturup, ders vermeye girişti. Çocuklar Hazret’in çevresine toplanıp her biri kendi dersini (ödevini) sedalı okumaya ve Hazret de her birine ayrı ayrı ders vermeye başladı. Elbette, en önce dersini (ödevini) alan Cihangir mahdum oldu. O geçen yıl başladığı “Fezâili’ş-Şehr” kitabını çıkarıp ödevini aldı. Gerçi duraksaya duraksaya okusa da, (harfleri) güzel tanımaya başlamıştı. (…) Okuduğunu anlıyor mu, anlamıyor mu, Türk dilinde olan başka kitapları da okuyabiliyor mu, (aslına) bakmadan yazı yazabiliyor mu, imlâsı[20] doğru mu, az da olsa hesaplamayı öğrenmeye çabalıyor mu? Bunların hiçbiri Hazret’in aklına gelmiyordu. (…)

Hazret vakti olduğunda medreseye ikişer üçer kez geliyordu. Vakti olmayınca veya düğün, hasat işleri filan çok olduğunda bir hafta boyunca gelmediği de oluyordu. Sufi Molla da medreseye döndü ve İbrahim ile İsmail’in arasındaki farkı yeni öğrencilere güzelce anlatıyordu. (…)

Cihangir mahdum önceki gibi çalışıyordu. “Fezâili’ş-Şehr”i bitirdi… Müezzin dayısı geldiğinde “Bakırgan”ı[21] pek sedalı okuyup dertlendiriyordu. Hatta bir keresinde müezzin pek keyiflenip çocuğa kesesinden on kuruşluk bir gümüş para çıkarıp verdi. Molla cinsi için vermek denilen şeyin ne kadar zor olduğu pek malumdur. Ayrıca, bir müezzin için bu kadar büyük bir kaygı ve isteklilik göstermek harikulâde bir şeydir. (…) Güneş çıkıp günler ısınmaya ve (karlar eriyip) damlalar damlamaya başlayınca medrese yine boşaldı ve uzun sakallı kart keçilerle dertli genç tekecikler de, medresenin temeli üstünde yatıp, bir çeşit felsefî düşüncelere ve şairane hayallere dalmaya başladılar. Ahmetşah Hazret de, karısı ve karısının kardeşi müezzin ile görüş alışverişinde bulunup, bu yıldan sonra Cihangir mahdumu şehre medreseye göndermeye karar verdi. (…)[22]

Fatih Kerimi

(1870-1937)

Kerimov Muhammed Fatih Gilmanoviç. Tatar yazarı, eğitimcisi, matbaacı.

 

[1] Arap alfabesinin ilk harfleri.

[2] "Kesikbaş" XIII-XIV asırlarda yazılan Tatar edebiyatı yadigârı.

[3] "Yarım Elma" dinî-mitolojik hikâyeler kitabı.

[4] "Yusuf Kitabı" Kul Ali'nin "Kıssa-i Yusuf" eseri (XII.yy)

[5] Sarf: Arap dilinin morfolojisi.

[6] Nahiv: Arap dilinin sentaksı.

[7] Mujik: Köylü, çiftçi.

[8] Arap alfabesindeki harfler.

[9] Arap alfabesindeki harfler.

[10] Arap alfabesindeki harfler.

[11] Eski mektep medreselerde dört beş yıl yazıyı öğretmezler, aritmetik vb. konuları da okutmazlardı.

[12] "Kızıl Elma" eski bir edebiyat yadigârı.

[13] "Fezaili'ş-Şehr: Ayların faziletleri" Cemalettin Bektaşi'nin yazdığı dinî içerikli eser. 1854'te Kazan'da ilk kez basılmıştır.

[14] Nüfus sayımı.

[15] Mektep medresede düzeni sağlayıcı.

[16] Allah ismini defalarca anma.

[17] Adet olduğu üzere Mollaya getirilen sadakalar. 

[18] Ölen kişinin günahının bağışlanması için verilen mal.

[19] Demirden yapılmış çömlek.

[20] Doğru yazım kuralları.

[21] "Bakırgan" XII. yüzyılda Orta Asya'da yaşayan meşhur şair Süleyman Bakırgani'nin kitabı. Bu kitap Tatarlar arasında çok okunmuştur.

[22] Hikâye kısaltılarak alınmıştır.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 160. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 160. Sayı