Dervişin Rüyası


 01 Şubat 2025

Dervişin Rüyası[1]

(Rusların Göktepe’de yaptığı vahşet ve Türkmen soykırımının 140. yılına)

Çolak Dervişin Göktepe Kalesine ne zaman, nereden geldiğini bilen kimse yoktu. O, kalenin surunun dışındaki yıkılmak üzere olan, küçücük taşlardan örülmüş, balçıkla sıvanmış, eskiden kalma gözetleme kulesinde yatıp kalkardı. Gündüzleriyse ucu elindeki ucu tokmaklı asaya dayanıp, kalenin bir o başından, bu başına dönüp duruyordu. Köyün köpekleri onu gördüklerinde tanıdıkları için ürümezlerdi. Derviş belindeki kuşağa sığıştırdığı ekmeği itlerle paylaşarak yerdi. Eskiyen, parça parça olan hırkasının içinde kalan ekmek kırıntılarını da kale duvarındaki kuşların payı diyerek serperdi.  Bazen belh cinsi dut ağacının altında düzzüm[2] oynayanların yanında eğleşirdi. Ona “Sen geldin mi, gittin mi?” diyen yoktu. Bunun sebebi kalede yaşayan ahali, Çolak Dervişi tanımalarıydı. Soru sorduğunda “Nereye gidiyorsun?” diye, ondan doğru cevabı almak kolay değildi. Kaşlarını çatıp, homurdanırdı.

- Yalan dünyadan önce dünyaya gelen var mı? Bu durakta ömürlük kalan var mı, ben durayım? Yaşasalardı, hani bu büyük kaleyi inşa edenlerden kim kaldı? Bu gölgesinde oturduğumuz Belh cinsi dut da yoktur. Onlar bile benim varacağım Gerçek dünyama bir vakit varmıştırlar. Bu dünyanın zevki sefası size, ahu nalanı bana ait olsun. Tüccar, cihanın toruna düşdüğünde, gözünü açtığında mal menal diye açar. Malı, dünyaya kime nasip etti? Hiç kimseye, ne bana, ne de size kalır. Ya hu, ya Hak, ya Hu, Hu, Hu…

Çolak Dervişin yırtılan, parça parça olan hırkasını, bağcıkları kopan çarığını Kurban ayında yenileseler de onlar dervişin sırtında, ayağında bir ay geçer geçmez eskiyiverirdi. Sebebi, omun yorganı hırkası, yastığı çarığıydı. Dışarıda da sırtındaydı. Dervişin kapı kapı gezme âdeti yoktu. Hiç kimsenin sofrasının başında oturmazdı. Onun kale dışındaki yattığı yere her akşam derviş gelmeden önce sıcak ekmek, yediği gıdaları her kimse getirir giderdi. Derviş de bu gelen yemeğin kimden, nereden geldiğini bilmezdi. O, “Huda verse kuluna, getirir koyar yoluna.” derdi. İşte, Çolak Dervişin tüm yaşamı, gün doğumundan batana kadar bunlardan ibaretti. 

Kaledeki insanlar, Çolak Dervişin görünmediğini beş günden sonra fark ettiler. Çarıkçı Berdimırat’ın yanına çarığını diktirmeye gelen Gullı Ağa: 

- Dün Gurbanmırat İşan sadaka yemeği verdi. Uzaktan yakından gelen çoktu, ama bizim Çolak Dervişimiz görünmedi. Bu gün sorup soruşturdum, gören işiten yok. Berdimırat Ağa sen gün boyu kalenin içindesin. Dervişi gördün mü?

- Ay, ben de görmedim. Oturmasa da bir Tanrı selamı verip geçerdi bana. Üç dört gün oldu bu civarlara gelmiyor. Yoksa bir yerlere mi gitti? 

- Gitmemiştir, ne zamandan beri kaleden çıkmamıştır hem. Ya da “Garip öldü diyeler, üç günden sonra duyalar.” dedikleri gibi olmasın, yani aniden? Kaledekiler “Bir dervişi koruyamadılar, ölümündün bir hafta sonra anladılar.” diye itibar kaybetmeyelim. Bendenin yattığı yere bir varıp dolanalım. Bir dervişimiz var, onu da kalenin içinde koruyamadık. Dışarıdan da haberimiz yok. 

- Doğru söylüyorsun, Gullı Ağa. Aha, ben elimdeki işi şimdi bitiriyorum. Gidip geliriz. Hastaysa hâlini sorarız, sağsa görüp döneriz. 

Çarıkçı Berdimırat ile Gullı Ağa, kalenin büyük kapısına yaklaştığında kapının yanında başını önüne eğmiş, oturan Çolak Dervişi gördüler. Hava soğuk olsa da güzün son günü parıldayan güneş, her şeyi canlandırıyormuş gibiydi. Kalenin duvarlarında kara keçeler, yorganlar güneşe karşı serilmiş. Kara evin çevreleyen kanatları açılarak, kapı söveleri açılmıştır. Çocuklar iki ağaçtan at yaparak koşuyordular. Güneşin sıcaklığından ötürü başını açıp, oturan Çolak Derviş de uzayarak beline kadar gelen, karmaşık, kirli saçlarını tarıyordu. Çarıkçı Berdimırat ile Gullı Ağa, dervişin yanına varıp yakınına oturdular.

- Selamün aleyküm derviş, seni göremediğimiz için endişelendik, seni görmeye geldik. Birkaç gündür kalede görünmedin? Yoksa bir yere mi gitmiştin? 

- Hiçbir yere gitmedim çarıkçı ağa. Dört gün yattım başımı koyup. Şimdi kaçacak yer kaldı mı? Ecel kovalayarak geliyor, bıçak kemiğe dayandı. 

- Her neyse, hastalığa karılarak, ağrıyan bir yerin var mı? Ecel dedin, bıçak dedin. 

- Bu zamanda hastalık gelip, evinde yatsan, içerde uzansan kabullenmeli. Hastalıktan beter, aldatan düşman geliyor. Gözleri semanın göğü gibi çakır gözlü, yüzleri kızıl, içtikleri sudan mest olup üç gün yatan, dilleri başkalar tekrar geliyor. Namusumuzu itin sırtına bağlarlar, çoluk çocuk demeden, gelin kız demeden kalenin içinde öldürürler… 

- Eyvah, derviş senin ağzından pek hayırlı söz çıkacağa benzemiyor. Biz de seni arayalım, soralım demiştik. Esen isen esenliğini, sağ değilsen ölünü öğrenelim demiştik. Sen ise kendi ecelinden ziyade kalemizde kafamızı yumruklayacaklar diyorsun. Ne oldu, gayipten sana haber mi geldi? Ve yahut sol tarafından mı kalktın? Önceki yaz, bizim gücümüzü görüp gidenler, geri geliyor mu diyorsun? Onlar Türkmen’in gücünü gördüğünde, öylece kalıp, hanımlarının yatağından çıkamadan yatıyorlar, diyorlar. 

- İster gayipten haber verildi deyin, ister başka yerden duydu deyin, o sizin bileceğiniz şey. Lakin çakır gözlü, dişleri demirden, domuz eti yiyenler geliyor. Ben düş gördüm. Düşümü kendim yordum. Aha,  saçımı tarayıp, kendi kefenimi kendim biçip dikeyim diyorum. Düşümde kalenin içinde akan kan, sanki Garagaç deresindeki Sekizyap’ın suyu gibi akıp geliyordu. Bebeklerin ağlaması, kadınların sesi kulağımdan hala çıkmadı. Kalenin duvarlarının iki tarafı yıkılıyor. Uçamayan, yaralı kuş misali iki kanadı kırılan kaleyi gördüm. Gurbanmırat İşan’ın mescidinden ezan sesi değil de dutarın hazin sesi geliyor. Yüreğini, bağrını delerek gelen, hüzünlü melodinin ta kendisiydi. Bu defa onların gelişi gerçek. Oğlumuzu ganimet yapar, kızımızı esir. Azap dolu dünyadan işkence görerek gidilecek ya. Zalimin elinden ölünecek. Dünyanın sonunu, boş olduğunu bilmeyen yok, değil mi? Ancak anlımıza bunun gibi ölümü yazdıracak ne günahımız vardı? Ya Hu, Ya Hak, Ya Rahim, Ya Rahman… Onurlu ölümü nasip etsin herkese. Ya Hu, Hu, Hu…

Çolak Dervişin Berdimırat Ağa ile Gullı Ağa’ya oralı olmadı. O, saçını dört beş yerinden bağladı, başına sarığını sardı. Aceleyle kalkarak, kalenin kapısından dışarıya doğru gidiverdi. Çarıkçı Berdimırat sırtını eğerek, Gullı Ağa’nın yüzüne bakakaldı. Onlar sessizce arkalarına dönüp, kalenin içindeki gürültülü pazara girdiler. 

Aslında pazara Pazar denilecek gibi de değildi. Varı yoğu on, on iki dükkân ve bir tarafında da ağılı hayvanla dolu mal pazarı bulunuyordu. Dükkânları az olsa da, sadece kalenin içindekiler değil, etraftaki Türkmen köylerinin halkının da istediği zatları bulabildiği yerdi. Bunun için gün, öğleden başlayıp batana kadar kalenin ortasındaki meydanın hararetli gürültüsü işitilirdi. Yakındaki köylerden gelenler; atlı atına, eşekli eşeğine binip gidince, kale boşaltılmış gibi olurdu. Hava açıksa, çocuklar akşama kadar oynarlardı. 

Çarıkçı Berdimırat ile Gullı Ağa, Çolak Dervişin yanından geldikten sonra yüzleri büsbütün asıldı. Onlar birbirlerine belli etmeseler de Çolak Dervişin söyledikleri kafalarının içinde bir yere yerleşti. Akıldan çıkıp gidecek gibi değildi. Onlar, çarıkçının ocağının başında sessizce oturdular, aniden birbirlerine soru soracaklarmış gibi baktılar. 

- Düşü de bir acayipmiş dervişin. Mescidin minaresinden saz sesi işitilecek dedi. Sekizyap’ın suyu gibi kan akacak dedi, kısacası yüreğim cız ediveriyor. Rus belasını iki yıl önce bitirdik desek de tekrar gelecek mi acaba? Şimdi gelirse sağlam gelir. Onlar, şimdi önümüzü, arkamızı, eksikliğimizi üstünlüğümüzü öğrendiler. 

- Gullı Ağa, şimdi eski düşü apaçık gören, gayipten haber veren, ağzı senalı, dili dualı dervişlerimiz yok. Bu dervişin ağzında Huda’nın adı duyulsa da kim olduğu, nereli olduğu belli değil. Deli mi, divanemi belli değil. İnanarak yüreğimizi de vereceğiz galiba. Maşallah, kalemizde şimdilerde denizlerin ötesinden okuyup gelenlerimiz var, bilimin derin yerinde yüzerek gelenlerimiz var. Rus okulu desen, İslam okulu desen okuyanlarımız var. Onlar bir şey olsa halka haber vermez mi? Saçını beş karış uzatıp dolaşan, malı sırtında, tüynüğü (bacası) tepesinde bir dervişe mi inanalım. O zaman biz de dünyadan doyup vazgeçerek, onun peşine düşmek zorunda kalırız. 

- Ay, ne bileyim hep Allah daimse de yine de Allah. Ancak şu derviş de bir şeyler biliyor gibi gördüğü düş de söylediği söz de dağlara girsin, taşlara gitsin… Rus belasını geçen yazda savdık desek de şimdi gelirse ne olacak bilmiyorum. 

İhtiyarlar bundan sonra dervişin dediklerini kimsenin yanında ağza almadılar. Daha doğrusu söylemek de istemediler. Dervişi gördüklerindense, görmediklerini iyi karşıladılar. Lakin derviş de şimdilerde kalenin içinde az görünmeye başladı. O, çoğunlukla kalenin içine girip çıkanı takibe başladı. O, bir gün elindeki tokmaklı asayı kuvvetlice yere vurarak çolak elini hırkasının içine sokmuş bir halde gelip Hanmemmet Atalık’ın  evinin eşiğine ulaştı. 

- Atalık Hanmemmet konuşacağım biri var mı? 

Evden çıkan alaca sakalı göğsünü örten, eğnindeki çekmeni yukarı çeken Hanmemmet Atalık dervişe kucağını açtı. O, dervişe sarılır sarılmaz ak eve aldı. Onlar ocağın başında yanan ateşin kenarına oturup uzun uzun konuştular. 

- Gözünle gördün mü Çarıyar Derviş? 

- Gördüm, Atalık.  Onlar üç gün boyunca üç adam geldiler. Uzun gün mal pazarında fiyat sordular, dolanıp durdular. Herhangi bir şey de almadılar. Yanlarındaki iki kişi hiçbir şey konuşmasa da biri Türkmence konuşuyordu. 

- Evet, her yurdun avını o yurdun tazısı ile avlarlar. Onlar, kaleden çıktı mı? 

- Çıktılar, çıkarken de bana beş parça gümüş verdiler. Almadım, elim de değmedi. 

- Hım, eğer yarın gelirlerse, para uzatırlarsa almalısın, Çarıyer. Onların sana ya da bir dervişe acıması yok, senden faydalanmak istedikleri ihtimal dâhilinde. Eğer bu şekilde yaparsan, sen parayı alırsan onların dilinin altında ne var öğrenirsin. Bu zaman gurur yapma vakti değil. 

- Atalık, kardeşim; ben şu düşü gördükten sonra kaleden hızla çıkasım geliyor. Bu giden halk ne yapar, Rus belası gelse? Düş gördükten sonra epey vakit geçti ama kalemize değil gönlüme yabancı adamların girip çıkışı çoğalıyor gibi. Yahut “Korkana çift görünür.” denildiği gibi acaba? Kendi kara canımı bir ara çıkarıp yol koydum. Ancak bu gelin kızlara, çoluk çocuk günahsıza ne olacak, kaygılanıyorum. Yoksa Ya Hu, Ya Felek… 

- Düşün yine düşün ama haberler durmadan geliyor. Bu defa Göktepe kalesinde yumurta yuvarlanmış gibi yapacaklar, diyorlar. Şu Rus bizimle kıyamete gidecek gibi duruyor. Eğer, mevzu büyürse, yaşlılar ile müşavere ederiz. Sen, kaleye girip çıkandan haberdar oluver. 

- Onların ülkesi çok uzakta, bizim yurdumuzda ne işleri var ki? Dünya yüzüne sığamayacak kadar çok mu bu millet? Vah, gördüğüm düş de iyi değildi. Allah, bizi de halkı da korusun. O halde ben gideyim. Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim…

Bundan sonra mevzu yankılanıp durdu. Bu gün Rus geliyor… Yarın Rus geliyor… Kızıl yüzlü, çakır gözlü, yüzleri tam kızıl Ruslar, arakada bir Türkmen bırakmadan kıracakmış. Oğlunu ganimet, kızını esir edecekmiş sözleri yayıldı. Çarıkçı Ağa ile Gullı Ağa’nın akıllarından dervişin düşü çıkıp gitti. Onlar, şimdi kışın uzun gecelerinde, gecenin uzun vakitlerinde sohbet ediveriyordular. Herkes, işanların, kethüdaların, hanların ne diyeceğine bakıyordu. Hanların kendi ağından duymasalar da Ruslar mektup yollamış. Ya kaleyi savaşmadan teslim et, ya da kaleyi başınıza yıkarız, diyorlarmış. Övezmırat Batır ile Hanmemmet Atalık: “Kadın kız ve çoluk çocuğu, yaşlıları Karakum’a gönderelim. Onların karşısına erkekler çıksın veya kendi aramızda konuşalım demiş.” sözleri de duyuldu. Bu sözler kalenin içinde yayıldıkça herkesin gözünden uykuları kaçtı.  Kimi kara evin ortasında kuyu gibi bir çukur kazdılar. Kızları, gelinleri ve çocukları bunun içine koyup gizleyeceklerdi. Yine de son sözü Gurbanmırat İşan söyleyecekti. Eğer kaleden çıkın dese, çıkılacaktı; kalın dese kalıp başa gelene razı olunacaktı. Her gün kalenin içindeki mescitte yapılan müşaverenin sonunda bir sonuca varıldı. Hanmemmet Atalık ile Övezmırat Batır’ın sözleri kale alınmadan onlar öfkeyle bellerindeki kılıcı alıp alınlarına değdirip ant içmişler. Şehit oluncaya kadar kaleyi koruyacaklarmış. Ancak çoluk çocuğun kanının dökülmesinin günahı bize ait değil diyorlarmış. Hiçbiri kaleden çıkmadan son nefesine kadar Rus belasıyla yüzleşip, “Öldürürsek gazi, ölürsek şehit oluruz.” diyorlarmış. Kalenin yıkılmış dökülmüş yerini onardılar. Kapıları sağlamlaştırdılar. Derviş ise şimdilerde kalenin dışında kalmıyordu. O, kalenin içindeki mescide yerleşti. Gurbanmırat İşan’ın sözünü makul bulmasa da sesini çıkarmadı. Son toplantıda dervişe de söz verdiler. O, oturduğu yerden söylendi. 

- Rus belası yetişip geliyor. Milletimiz için, dinimiz için, kalemiz için ben başımı kurban etmeye hazırım. Adam öldürmüşlüğüm ve belime keskin kılıç takmışlığım yok. Ta atalarımdan kalan kitapları okudum. Hive’yi, Buhara’yı Ürgenç’i gezdim. Mektepten alacağımı aldım. Müsaade ederseniz, Bu Rus belası kapımıza gelmeden önceden çıkıp karşılıyayım. Sözümü anlatmaya çalışayım. Günahsızları öldürmenin sıkıntısını söyleyerek anlamaları için gayret gösteririm belki. 

Oturanlar birbirine baktılar. Doğrusu onlar Çolak dervişten böyle bir söz beklemiyorlardı. Çolak dervişin Hak yolunda gezen bir derviş olduğunu düşünüyorlar adını bile bilmiyorlardı. 

- Dervişimizin adı Çarıyardır. Onun babası Nıyazgulı Halife’nin müritlerindendi. Medresede, ilim alanımda önüne adam geçirmezdi. O, tüm bildiklerini oğluna da öğretti. Öğrenimde kursağa ilim doldurma yeterli değildir. Önceden hazır kursak gereklidir. Çarıyar ise çocukluktan itibaren “Babasından öne geçti.” dedirtti. Hatta Çarıyar Can, Hive’den Buhara’ya giderken yol kesen eşkıyalara rastlayıp, elindeki kitapları vermemek için karşı çıktığında kolunu yaraladılar, başına biraz zarar verdiler. Bunun üzerine bizim ilimize geldi. Dervişlik hırkasını giydi. Halk için dolaştı. Onun yüreği bu kalede karar kıldı. Onun babası da bana talimat verdi: “Kalede koruyabilirseniz, koruyun.” dedi. Başımın üstünde taşıyacaktım ama kalenin dışında yaşamayı seçti. O, bizi gölgeleyerek yaşayıverdi. Lakin boş sözü olmaz. Bir şey bilmese konuşmaz, Bu Allah’ın kulunun dediklerini dinleyelim. 

 Hanmemmet Atalık, yere bakarak oturduğu yerden sözünü söyledi. Çolak dervişin kim olduğunu öğrenen insanlar, dervişin kırışık yüzüne baktılar. Derviş ise yavaşça etrafında oturan Göktepe kalesinin hanlarına, beylerine, Gurbanmırat İşan’na, karşısında onu sanki ilk kez görüyormuş gibi bakan Dıkma Serdar’a gözünü çevirdi. Sessizliği Dıkma Serdar bozdu. 

- Ruslar, beş günlük yol mesafesine kadar gelmişler. Biz de gitsek söz anlatabiliriz diyorduk ama çoğunluk boyun eğmeyi küçüklük olarak gördü. Şimdi bize kalede onları kılıçla karşılamaktan başka çare kalmadı. Fakat benim fikrime göre bırakalım Çarıyar dervişim yüreğinde uhde kalmasın. Bırakalım, o da söyleyeceğini söylesin demek istiyorum ben. Onlar Arkaç’ta şu vakitler. Eğer razı olursanız dervişi gönderelim. Dervişimiz hepimizin ortasında. Allah’ın ad üzere gitsin. 

- Rus, bu bendenin yırtık pırtık üstüne başına bakıp da sözünü dinler mi ki? Onların yanına tek kıldan dokunmuş giysi giyinerek, kılıç kuşanarak, dört ayağının üstüne duran atla, heybetli bir biçimde varmalı varılacaksa. 

Son sözü söyleyen adamın yüzüne gözünü dikip bakan Gurbanmırat İşan, göz kapaklarını yumup açtı. Ellerini kaldırdı. 

- Var git, Allah yardımcın olsun. En nihayet fikrinden dönüp dönmeyeceklerini bilsen de son sözünü söyle de git Çarıyar derviş. Türkmen’e diz çöktürmeden kaleyi alamaz, gelen geriye sağ salim gitsin. Ancak bizim kanımızı dökerse aklıdan çıkarmasın. Türkmen milleti ta kıyamete kadar haksız yere kan dökülmesini unutmaz. 

Derviş, yerinden kalktığında herkes onunla birlikte ayağa kalktı. Hanmemmet Atalık, Çolak dervişin sırtına dokundu. O, alçak sesle Çarıyar Can, haydi kapıdaki atların birine bin, yol uzaktır, dedi. 

Derviş sessizce başını salladı. Kapıdaki atlardan birinin yularını tuttu. O, yuları çekip giderken, kalenin kapısına vardığında peşinden iki atlı gelip dervişin yanında durdu. Dıkma Serdar, iki atlıyı dervişe yoldaş olarak göndermişti. Derviş, peşinden gelen atlılara fısıltıyla “Onları sözlerimle geri yollayacağıma inanan var mı?” dedi. Atlıların ikisi de başlarını öne eğdi. Bu onların bilmiyorum deyişiydi. 

Üç atlı tan ağarır ağarmaz kaleden çıktılar. Onlar, kışın şiddetli rüzgârına döşlerini gerip, uzun müddet yürüdüler. Zaman zaman önlerine çıkan yılgınlıkta ateş yakıp ısınarak, tekrar yollarına devam ettiler. Derviş sanki yanındaki atlıları gömüyormuş gibiydi. Onlara ne bir haber soruyordu, ne de cevap veriyordu. O, yol boyu, Ak[3] atlı generali bir gözüyle görürse diye söyleyeceği beş ağız dolusu lafı tekrarlayıp duruyordu. Şayet ona generali göstermezlerse ne olacaktı? Bu soruyu kendi kendine sorduğunda yüreği titriyordu. Bu durumda o, söyleyeceği sözü kursağında saklamak zorunda kalacaktı. O, ne yapıp edip, Ak atlı generali görmeliydi. Çolak derviş aceleyle atını sürmeye başladı. Yanındaki atlılar da ondan geri kalmadan geliyordular. Onlar, geceleri dağ eteklerindeki köylerde kalarak, dördüncü günde Börme köyünün bir kıyısında ak çadırlarını dikip duran sayısız Rus askerlerinin konakladığı yere yaklaştı. Derviş yanındaki iki atlıya: 

- Siz burada durun. Bundan sonra sadece ben gideyim. Rus denilen bela kışın şu soğuğunda bizi evden yurttan etmek için geliyorsa, kalemizi kanla dolduracaksa size de acımaz. Onlar, elçi tanır mı tanımaz mı? Eğer ben gelmezsem, o takdirde size söyleyecek iki ağız lafımı dinleyin. 

- Benim babam çocukken Amıderya’da kayıp çekme işine girer. Babamın adı Nikolay Yevromoviç. O, Rus bir, yoksul adamın tek oğluymuş. O, bir gün Amıderya’nın karşısına iki erkek ve eli iki çocuklu gelini geçirir. Amıderya’nın bir adı da Ceyhun. Delirdiği vakitler de az değil, bahar aylarında kürek çeken genç adamın gücü, Ceyhun’un esmer bulanık suyunun gücü karşısında zayıf kalır. Gemisi ters alabora olur. O, var gücünü kullanıp gelinin elindeki çocuğu kucağına alıp yüzmeye başlar. Ceyhun’un bulanık suyu, iki gelini de iki adamı da yutar. Babam ise kucağında sıkıca kavradığı çocuğu kenara çıkarır. O, küçücük çocuğu kucağına alarak, yolcuların gemiye bindiği yere varır. Sorup soruşturur. Hiç kimse bilmiyor. O, sonunda bu civarda tanınan Nıyazgulı Halife’nin evini sorup bulup oraya gider. Niyeti beni onlara verip gitmekmiş. Nıyazgulı Halife, misafiri üç gün sorgusuz sualsiz konaklatır. Hanımı misafirin elindeki çocuğu alıp yedirip giydirir. Misafir, üç günde Nıyazgulı Halife’nin evine gelen misafire gösterilen hürmete, büyüklere saygıya, küçüklerin yaşlılara, gelin kızların erkeklere, yetim ve esrilerin karınlarını doyurmasını görüp şaşırır. Üç günden sonra Nıyazgulı Halife, bir gün erkenden babamın yanına gelir. Onun yüzündeki nuru görüp, babam tüm söyleyeceği sözleri unutur. “Ben Rus’um, başka dinden bir insanım, beni kendi yanınıza alır mısınız?” ancak bu kadarını der. Nıyazgulı Halife, gönül hoşnutluğuyla babamı yanına alır. O, İslam dinini kabul eder. Halifenin en yakın müridi olur. O, ömrünün sonuna kadar İslam dinini bütünüyle öğrenmekle geçirir. Ben de onun şu gemiden kurtardığı oğlanım. O, beni hiçbir zaman yanından ayırmadı. Benim adımı Nıyazgulı Halife “Çarıyarlar yardımcı olup, ölümden kurtuldu.” diye Çarıyar koymuştur. Benim babamın bana öğrettiği dillerden biri de Rus dilidir. Ben bu dili hiç kullanırım diye düşünmedim. İşte bu gün bu dil ile belki öz halkımı kurtarabilirim. Eğer ben gelmezsen bilin ki ben şehit oldum.  Siz benden haber çıkana değin bekleyin. Eğer ertesi gün gelmezsem geri dönün. 

İki atlı da birlikte onun yüzüne baktılar. Onlar, Dıkma Serdar’ın dediğini yapmadılar. Dervişi tek bırakmak istemediler. Ancak dervişin sert ve gür sesiyle buyruk vermesi, onların kımıldamaya, yok demeye fırsat bırakmadı. 

Derviş, onları yılgınlıkta bıraktı, kendisi ak çadırlara doğru yola çıktı. O, havanın sızlatan soğuğuna dayanamayıp, dişlerini sıkıp zorlukla çadırlara yakın yerde duran Rus askerlerinin yanına vardı. O, Rus askerleriyle uzun vakit konuştu. Sonunda askerlerin bir koşarak, bir adam alıp geldi. Uzaktan dervişin bu adamın peşine düşüp gittiği belli oluyordu. Yılgınlıktaki adamlar, yanlarında getirdiği içeceklerini içip, uzun gün boyunca haber beklediler. Ne dervişten, ne de ak çadırlardan haber çıkmadı. Onlar, ateşsiz ocaksız çölde yılgınların arasında ertesi güne kadar donup kalacaklardı. İkisi de yakınlardaki köylerden birine varıp tan ağarınca tekrar dönmeyi akıllarına koydu, yılgınlıktan ayrıldılar. Yol boyu peşlerinden atını sürerek derviş gelecek diye baka baka gittiler. 

Ertesi gün çadırlardan girip çıkanların arasında derviş görünmedi. Onlar, dervişin dediğini dinleyip geri döndüler. Atlarını yoruluncaya kadar sürüp sonunda onlar kaleye ulaştılar. Dıkma Serdar’ın evinde oturanların yaşlıların arasında dervişin onlara söylediği son sözleri söylediler. Sakince oturanlardan biri usulca: 

- Yoka biz bağrımızda yılan mı sakladık. O, derviş kılığına girmiş Rus casusu olmasın ha. O, bizden kaçarak onların safına katılmaya çare bulamasın. Söylemiş babam Rus’tur diye. 

- Yok, ha babası Rus değil. O, Rus tarafından kurtarılıp, himayesinde büyümüştür. Ana babası Türkmen olmalı. Dil de öğrenmiştir. Gözümüzle gördük. Askerlerle uzunca konuştu. Lakin gelmezsem şehit olmuşumdur, dedi. 

- Vay, olan olmuş, askerle uzunca konuşmakla biz de ona inanıp elçi yapıyoruz. Onunla yan yana olmadan kalenin dışında yaşaması ise bir acayipti. Vay, yoksa o, şimdilerde Rus gelecek mevzusu olmadan, düş gördüm demiştir. Çarıkçı Ağa ile Gullı Ağa söylemişti. Kanınız Sekizyap’ın suyu gibi akar, bebeklerimiz ağlayıp durur, mescidinizde ezan okunmaz, saz çalar, demiş. Onun aslında bizi korkutmak için edip eylediği işiymiş. 

- Bırakın, siz hiçbir şeyi bilmiyorsunuz. Sizin bu söyledikleriniz, o bendenin günahını almak oluyor. Ben, Çarıyar’ı çocukluktan beri tanıyorum. Doğrusu, Hazretgulı Ağa’nın Rus olduğunu bilmiyordum. Onun Nıyazgulı pirin en yakınında olduğunu biliyordum. Yiğitlerimiz ondan haber getirmedi. Belki…

Ama dervişe bundan böyle sövmeye başlayan da oldu. Ona inanandansa inanmayan çoğalıyordu. Onunla yakın olan insanlar da başka gözle bakmaya başladılar. 

- Bırakın, daha Rus kaleye girmeden yaygara çıkarttınız. Tut ki bu derviş Rus’un casusu olmuş diyelim. Yapıp edeceği şey nedir? Hadi söyleyelim, bizim malumatlarımızı yetiştirmiş ya da yetiştirmemiş ne farkı var. Rus, gelip yetişti. Bunun telaşına düşelim. Kadınlar, dinlenmeden çörek pişirsinler. Kalenin ne kadar süre muhasara altında kalacağı belli değil. Herkes elinden geleni yapıversin. 

Övezmırat Batır’ın sözünden sonra dervişin tartışmasını bıraktılar. Herkes gücünün yettiği işe koyuldu. Kalenin tüfek atılacak yelerine mermileri götürdüler. Eskiden kalma kılıcı, hançeri hatta aş bıçağı, koyun kırkma aleti ve orağı bilevlediler. Kalenin dışına hendek kazdılar. Şimdilerde, bugün yarın Ruslar görünür diye yol gözlemeye başlandığında uzaktan parça parça yürüyen bir karartanın geldiğini gördüler. Karartı öğleden sonra kaleye yakınlaştı, kalenin üzerindekiler bağrıştılar. 

- Çolak derviş, geldi. Derviş geldi. Kapıyı açın.

Ağır kapının bir kanadını hafif açtılar. Bir müddet sonra kapıya dayanan, yüzü gözü şişmiş, üstü başı kan, uzun saçı dolaşmış Çolak derviş kalenin içine girdi. Atalık Hanmemmet varıp, onun koluna girdi. Dudakları soğuktan çatlamış, gözlerinin altı dayaktan göyermiş Çolak derviş fısıldadı. 

- Onlar insan değil. Sürüyle vahşi canavarlar geliyor. Kaleyi onlara vermeyin. Sekizyap’ın suyu gibi kan akıtsalar da kalemizin kapılarını kırsalar da zalimlerin ayaklarını bu toprağa bastırmayın. Onlar Allah, kitap da tanımıyorlar. Allah’ın kulunu da. Babamın bunlardan niçin yüz çevirdiğini şimdi anladım. Vah, akıllı babam, Hezretgulı babam. 

Dervişin durumu bir süre sonra daha da ağırlaştı. Onun tüm ümitleri söndü. Onun gönlündeki göre söyleneni anlasalar geri gidecekler gibiydi. Düşman, dilden anlamaz çıktı. Derviş, Gurbanmırat işanın kolunu tutup son sözünü söyledi: “Kalemizi onlara vermeyin.”… 

İkindi vakitleri akşama doğru uzaktan Rus ordusunun Göktepe kalesinin yakınlarına geldiği görüldü. Önde ağzı kanlı General Skobelev’in ak atına binerek geldiğini kalenin üstündekiler gördü. Kalenin tam eteğine, Göktepe kalesinin ilk şehidi çolak dervişi defnettiler. İnsanlar, her yerde “Kaleyi vermeyiz, Çarıyar derviş sen rahat uyu.” diye bağrıştılar. 

Kaleyi vermeyiz, şayet alırlarsa Türkmenler, ta kıyamet kadar haksız yere dökülen kanları unutmaz. 

 Çolak dervişin gördüğü düş apaçık gerçekleşti. Kalede kanlar, Sekizyap’ın suyu gibi aktı. Yirmi bine yakın insan savaşta şehit oldu. Yas makamı en son şehidini uğurladığından beri hiç kesilmedi, çalındı durdu, çalındı durdu. 

 

[1] “Dervişin Rüyası” adlı hikâye, yazarının izniyle ilk olarak bu kitapta yayımlanmıştır. 

[2] Düzzüm: Yere çizgiler çizilip, üzerine çöp konularak oynanan bir oyun.

[3] Ak: Buradaki ak, sözü, Çarlığı sembolize eder. Çarın diğer bir adı da Ak Padişahtı. 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 218. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 218. Sayı