HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HİDAYET ORUÇOV 2
Osman Çeviksoy 3
UFUK TUZMAN 4
HUDAYBERDİ HALLI 5
Emrah Yılmaz 6
KEMAL BOZOK 7
ELÇİN’E MEKTUP: ÖLÜM HÜKMÜ! KİME? NEYE?
Bahtiyar VAHAPZADE
Türkiye Türkçesine Aktaran: Serdar ACAR[1]
Hürmetli Elçin!
“Ölüm Hükmü” romanını hevesle ama acele etmeden, her noktayı, her imayı içe içe, akıl ve duygu süzgecinden geçire geçire okudum. Yaşadığım acı günleri, korku ve endişe dolu yılları, yeniden yaşadım ve hemen senin yaşını düşünüp hayrete düştüm. Çünkü acı, işkence, korku ve endişe dolu yılları sen bir insan olarak yaşamamışsın ama yazar olarak yazmışsın. O acımasız ve korkunç yılların bu kadar doğal ve bu kadar inandırıcı şekilde kaleme alabilmene şaşırdım. Sen o yılların talihsizliklerini o kadar doğal kaleme almışsın ki bunların senden yaşça büyüklerin sohbetlerinden değil yalnız kişisel gözlemlerin ürünü olabileceği sonucuna varmamak elde değil. Eğer bu romanı benim yaşıtlarımdan biri yazsaydı ben buna şaşırmazdım. Örneğin, ben “İki Korku” şiirimi yaşadığım şahsi korku hissimden yola çıkarak, gözlemlerime dayanarak yazdım. Bunun için de burada hayret edilecek hiçbir şey yoktur.
Okuyucu benim şaşkınlığımı “O zaman edebiyatımızda yaratılan birçok tarihî romanın doğallığına neden şaşırmıyorsunuz?” diye yorumlayabilir. Kuşkusuz başarılı tarihî romanlarımız da var. Ancak o romanların başarısı, kaleme aldıkları dönemin genel tutkusunu umumî olarak düzgün yansıtılmasından kaynaklanmaktadır. Tarihî romanlarda dönemin, zamanın hadiseleri, ortamın atmosferi gibi ayrıntılardan ziyade hayatın öncelikli tutkusunda genel olarak yansıtılır. Bu başka türlü mümkün değil.
“Ölüm Hükmü” romanının ilk sayfaları 30’lu yıllardan, Stalin repressiyasının şiddetli döneminden bahsediyor. Ancak genel bir şekilde değil, özellikle mühim detaylarıyla romanı okumak beni dehşete düşürüyordu. Lisans ve lisansüstü öğrencisi olduğum 40’lı yıllar, beraber okuduğumuz Gülhüseyn, İsmihan, Hacı, Azer gibi düşünen gençlerimizin başına gelen talihsizlikler aklıma geliyor, o yılları nasıl bitirdiğimize, o dönemin kasırgalarından nasıl sağ kurtulabildiğime şaşırıyorum.
Sevgili Elçin, sen kaleminin gücüyle o yılları bir daha kalbimden geçirip beni okur olarak sarsabildiysen o zaman burada tasvir ettiğin hadiselerin doğallığına istinaden sanatının büyüsüne ve yeteneğinin gücüne şaşırmak lazımdır. Böylelikle sen beni bir kez daha kaleminle yeteneğin gücüne ve sanatın kudretine inandırdın. Bak, bu “Ölüm Hükmü”nün esas başarısıdır. Bu başarından dolayı seni tebrik ediyorum.
Romandan birkaç örnek vermek istiyorum. Tepesinden tırnağına kadar kendi döneminin yetiştirdiği biri olan Eflatun’un okul müdürü Elesger muallime “Cemaat birdenbire 10 tane düşman ifşa ediyor… Biz ise var yok iki tane.” demesi, böylece Elesger muallimin 10 yaşındaki pioner[2] kızı Arzu’nun ziyafetten sonra Hüsrev muallimi duvar gazetesinde ifşa edeceğini bildirmesi, “Üzeyir Bey ‘Köroğlu’nu bu yüzden yazmış ki yani modern hayattan yazması” yargısıyla büyük sanatçıyı ifşa etme niyeti, onları değil günümüzü ifşa ediyor. Böylece o zamanın masumlarını ifşa etme eğilimi, bugün o zamanın ifşası hâline geliyor. O dönemde insanları ifşa etme yiğitlik, güzellik ve namus sayılıyor, vay o dönemde yaşayanların hâline! Böyle bir zamanda hangi güzellikten, hangi yücelikten söz edilebilir?
İkinci örnek: roman boyunca insanperver ve necip bir insan olarak tanıdığımız Elesger muallim tutuklanma korkusuyla karşı karşıya kaldığında sevdiği, derin hürmet beslediği, Eflatunlar ve Hıdırlardan koruduğu Hüsrev muallimi “ifşa etmesi” okuyucuyu sarsıyor. Bu romanın sonu da eserin en başarılı kısımlarındandır. Romanın başında güzel ve kibar bir insan olarak tanıdığımız Elesger muallimin bu uygunsuz hareketi için de biz onun kendi tabiatını değil yine zamanı sorumlu tutuyor, “Bak zaman iyi insanları da nasıl çirkinleştirebiliyormuş?” diye döneme lanet okuyoruz. Biz roman boyunca Eflatun ve Hıdırların çirkin tabiatına, “iftiralarına”” şaşırmıyoruz. Çünkü zaman mihenk taşı gibi onların tabiatındaki sahtekarlığı, alçaklığı gün yüzüne çıkarmıştır. Ancak Elesger muallim gibi iyi insanların vicdansız davranışlarının suçu onların değil sadece zamanın omuzlarına düşer. Iago, Iago’dur. Onun elinden zamanına göre her türlü fenalık gelebilir. Peki, ya Othello? Onun katilliği tabiatındaki masumiyetten değil düştüğü durumun çaresizliğinden kaynaklanır. Bu yüzden de biz Othello’dan nefret etmiyor, sadece ona acıyoruz. Aynı şekilde biz Elesger muallimin ihanetini haklı çıkaramasak da onun bu ahlaksız davranışının suçunu Othello’da olduğu gibi durumunun çaresizliğinde görüyoruz. Shakespeare’in ustalığı, Iago’nun aşağılık eylemlerini betimlemesinde değil, Othello’nun katil olmasına üzülmemizi sağlama becerisindedir. Elesger muallimin alçakça davranışıyla okuyucuyu incitmemesi, bu romanda üçüncü zaferidir.
Romandaki Abdül Gafarzade çok ilginç ve orijinal bir karakterdir. Bu karakter de bütün çirkinliği ve dönemin tipikliği ile tam olarak kendi döneminin meyvesidir. Bu adam 30-40 yıl öncesi değil bugün de ortaya çıkan bir mafyanın bütün karakteristik özelliklerini özünde topluyor. Günümüz hayatından kitaba düşen bu insana hepimiz her gün rastlıyoruz, onun tenden tene geçişine ve bütün girdaplardan zarar görmeden çıkabilmesine şaşırmıyoruz. Çünkü bu durum günümüz toplumunda basit bir kuralla norm hâline dönüştü. Bu adamın yaptıklarını izledikçe, insanlık ne kadar alçalmış ki alçala alçala, insana has olan en mukaddes duyguları yitire yitire topladığı serveti evladı için kazdırdığı mezarda sakladığını düşünüyorsunuz. Bu rezaletin son noktasıdır. Servetiyle beraber oğlunu toprağa gömdükten sonra Abdül Gafarzade’nin sık sık kabri ziyarete gelmesi bir insan olarak onun özünde de şüphe uyandırıyor. O, buraya yavrusunu mu yoksa servetini mi ziyarete gidiyor? Onun bu ziyaretini evladını yitiren babanın bu acıyı ağır bir şekilde yaşadığına, bu acıya dayanamadığına bir gerçeğin dayatması ile kendi babalık duygusundan şüphelenmeye başlıyor. Bu noktada azıcık da olsa insanlığı gün yüzüne çıkan Abdül Gafarzade buraya mezara gömdüğü servetini kontrol etmeye değil, çocuğunu ziyaret etmeye geldiğini kendini inandırmaya çalışıyor.
“Ama böyle anlarda sanki bu adamın içine bir şeytan giriyordu ve nefesi kesile kesile nabız gibi aralıksız atıyordu: ‘Hayır, sadece oğlun için gelmiyorsun buraya!’”
Bu korkunç! Bu sahne son derece psikolojik bir buluş ve biz o anda bir kıvılcım gibi yanıp sönünce de Abdül’ün vahşi tabiatına baş kaldıran insanı görüyor ve onun kadar sarsılıyoruz. Elbette ki bu, yarattığı karakteri bütün derinliği ile anlayan, psikolojik durumlardan geçiren kalemin gücüdür.
Şaşırtıcı olan, zamanın ortaya çıkardığı bu insanların yaptıklarına ve iğrençliklerine o kadar alışmışız ki onların alçaklığını, en mukaddes duygulara ihanetini, kısaca, insanlığa yakışmayan çirkinliklerini doğal kabul ediyoruz ve buna şaşırmıyoruz. Niye? Çünkü biz bu çirkinliklerin esas sebebini onların özlerinde değil, çevrede, zamanda görüyoruz. Bu yüzden de biz onlar için değil, onları bu hâle getiren zaman, çevre ve şartlar için ölüm hükmünü arzu ediyoruz.
Böylece, eser bu şekilde adının hakkını veriyor. “Eğer bu ortam, bu şartlar toplumdan kendi ölüm hükmünü almasa bu dönemde yaşayan insanların vay hâline!” diye düşünüyoruz.
Sevgili Elçin, ben romanı tamamıyla tahlil etmeyi amaç edinmedim. Amacım bu romanın üzerimdeki etkisini ve romanın esas başarılarını sana aktarmak ve yazar olarak teşekkürümü bildirmektir.
Derin hürmetle.
Bahtiyar Vahabzade
1990
(Azerbaycan Gençleri, 23 Aralık 1990)
[1] Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, e-mail: seerdar.acar@gmail.com
[2] Sovyet Dönemi’nde gönüllü çocuk komünist teşkilatı üyesi.