Elçin ve “Stalin’in Ölümü” Adlı Hikâyesi Üzerine


 01 Nisan 2023


ELÇİN EFENDİ VE “STALİN’İN ÖLÜMÜ” ADLI HİKÂYESİ ÜZERİNE

Salim ÇONOĞLU*

Giriş

Modern Azerbaycan edebiyatının yaşayan en büyük ustalarından biri olan Elçin, Yavuz Akpınar’ın ifadesiyle, hem edebiyat inceleme ve tenkitleri hem de roman ve hikâyeleriyle dikkatleri üzerine toplamış bir yazardır.[1] Elçin’in edebî eserleri, hem teknik hem de tematik bakımdan ülkesinin sınırlarını aşan özellikleri haizdir. Böyle bir etkinin oluşumunda, eserlerindeki kurgusal sağlamlığın yanı sıra hem kendi yaşadığı döneme ışık tutan hem de evrensel değerleri içeren temaların ve sosyolojik perspektiflerin estetik ve edebî bir dille aktarılması önemli bir rol oynar. 

Hikâye ve romanlarıyla Azerbaycan edebiyatında tam anlamıyla bir yol açıcı, aydınlığın geldiği bir ocak olan Elçin, Azerbaycan edebiyatının Sovyet ideolojisinin kısıtlamalarından kurtulmaya başladığı ve daha serbest hareket etme imkânına kavuştuğu 60’lı yılların sonunda edebiyat dünyasında görünür. 1960 sonrası Azerbaycan edebiyatı, kırılmaları ve yenileşmeleri içeren bir başka dönemdir. “1960’lı yıllar Azeri edebiyatında yeni bir devrin başlangıcıdır. Çağdaş Azerbaycan hayatı veya çağdaş insan ele alınmış; nisbeten ideolojik yaklaşımlardan uzak, realist eserler, değişik teknikler ve anlatım yollarıyla ortaya konulmuştur.”[2] Bu dönemde Azerbaycan edebiyatında Elçin, Anar Rıza, Yusuf Samedoğlu, Mevlüt Süleymanlı gibi yazarlarla yeni bir nesil ortaya çıkar. Artık edebiyatta gerçek insanı görme, insanı ruhi durumuyla, iç dünyasıyla ve çevresiyle kurduğu münasebetle ortaya koyma gibi önemli meseleler ön plana geçer. Bu, bir bakıma insanı anlamak, anlatmak, edebiyatı ideolojinin hâkimiyetinden kurtarmak, edebiyata kaybettiği canlılığı yeniden kazandırmak, edebiyat aracılığıyla geçmişi ve bugünü birleştirmek amacı da taşır. Bu nesli önemli kılan, insanı ön plana çıkararak edebiyatı ideolojinin dar ve sığ gerçekliğinden kurtarmış olmalarıdır. Bu durum, prestroyka gibi edebiyatın yeniden yapılanmasıdır. Kendine, kendi toplumuna ve insanına dönme, kişinin kendi benliğine dönmesi için edebiyatı realist unsurları merkeze alarak yeniden inşa etmesidir.

60’lılar Edebî Ekolü ya da bir başka ifadeyle yeni nesil, 1930-1960 yılları arasında Sovyet sisteminin edebiyattan dışladığı “insan”ı ve “insanın iç dünyası”nı, yeniden edebiyatın gündemine taşıyan önemli bir edebî nesildir. Azerbaycan edebiyatında, bir devre adını da veren 1960 edebî neslinin güçlü kalemlerinden ve en üretken yazarlarından biri olan Elçin, eserlerinin büyük bir kısmını Sovyet ideolojisinin zirvede olduğu bir dönemde yazmış olsa da sisteme angaje olmak yerine Azerbaycan Türk edebiyatına hizmet etmeyi amaç edinmiş ve eserlerini bu yolda vermiştir.

Elçin’in, roman ve hikâyelerinde halk kültürüne, toplumsal belleğe ve millî kimliğe ait unsurlar oldukça belirgin ve belirleyicidir. Onun eserlerinde Azerbaycan Türklerinin kültürü ve Sovyet döneminde karşılaştıkları problemlerin ön planda yer alıyor olması, -geçmişe ait edebî birikimin toplumun içinde yaşadığı dünyada yitip gitmemesi için tarihselliğini sağladığı düşünüldüğünde- yazarın, toplumun bu metinlere tutunarak, onlar aracılığıyla geçmişiyle bağ kurması ve bugünü anlamlandırmasına katkı sağladığının en belirgin göstergesidir. 

Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, Milli Edebiyatın İcat Edilişi adlı kitabında bir milletin millet olabilmesi için iki şeye ihtiyacı olduğunu söyler: “Sınırlarını genişletmek ve kendi edebiyatını yaratmak.[3] Bu ifade, ortak değerler yeniden inşa edilirken ve millî unsurlar kolektif hafızada canlandırılırken edebiyatın bu inşa sürecine güçlü bir katkısı olarak da değerlendirilmelidir. Millî kültür, toplumsal belleğin mülküyse ve insanların duyarlılığına etki ederek, toplumsal bir mutabakat oluşturmada bir araç olarak kullanılacaksa, bu etkilemenin edebiyatın katkısıyla olacağı açıktır. Toplumsal ve bireysel anlamdaki tüm kazanımların ortak ifadesi olan millî kültür, bu anlamda bireysel kimlikleri daha büyük ve güçlü bir birliğe bağlar. Bu bağlantıyı sağlayan ve güçlendiren şey, edebiyattır. Bu bağlamda 60 sonrası, edebiyatın kuru kelimelerin bir araya gelerek oluşturduğu metinler topluluğu olmasından daha çok, nispi bir bağımsızlığın doğurduğu özgürlük ortamının edebiyata yansımasıyla, hemen her edebî türde problemlerin ideolojinin kuşatmasında olmadan işlenmeye başlamasının önünü açmıştır. Edebiyatın kendine, kendi insanına dönerek öze dönüş metni hâline gelmesi, kaybedilen insanı ve insani birikimi arama ve yeniden ortaya koyma noktasında önemli bir çaba olarak değerlendirilmelidir. Bu durum, “Yürü Ayvaz’ım dönelim dağlara” demektir, yani aslına, kendi ben’liğine ve toplumsal gerçekliğine dönmek demektir.

Özellikle 60’lı yıllar, Azerbaycan hikâyesinde en güzel örneklerin verildiği, deyim yerindeyse öykünün çiçek açtığı zamanlardır. Stalin’in ölümünün ardından yazarlar eskiye göre daha serbest hareket etme imkânına kavuşmuşlardır. Elçin’in bu nesil içindeki önemini vurgulayan Adıgüzel, Elçin, Anar, Yusuf Samedoğlu, Ekrem Eylisli, Sabir Azeri Mevlüt Süleymanlı gibi yeni nesil yazarların Azerbaycan’da millî şuur, kendine dönme, kaybolan insanı yeniden keşfetme ve özgürlük gibi önemli düşüncelerin uyandırılmasında büyük katkılar sağladığını ve Elçin’in özellikle özgürlük idealinin en güçlü yazarlarından birisi olduğunu, 60’lı yıllarda Azerbaycan nesrinin gelişiminde yeni bir merhale olduğunu ifade etmektedir.[4] Özgürlük ideali açısından onun hikâyelerine bakıldığında Sovyet sisteminin her şeye rağmen güçlü olduğu zamanlarda bile Elçin’in yazdıklarını değiştirmeden okuyucusuna ulaştırdığı görülür. Elçin’in hikâyelerinde özgürlüğün algılanış biçimleri, kimlik, aidiyet, kültürel bellek ve tarihsel bilinç gibi unsurlar çerçevesinde kurgulaştırılır.

“Stalin’in Ölümü” Hikâyesinde Düzenin Hâmisi/ Koruyucu Otorite:  Muktedir Baba

Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde, divan şiirinin “saray istiaresi” etrafında şekillendiğini belirterek; şairlerin hayal dünyasında “bütün bir sarayın yaşama tarzını buluruz” der. Tanpınar’ın tespitine göre saray, aydınlığın ve feyzin kaynağı olan hükümdara, onun cazibesine ve iradesine bağlıdır. Her şey hükümdarın etrafında döner, bu sebeple “hükümdar, gölgesi telakkî edildiği manevî âlemi, Allah’ı -Müslüman Şarkta olduğu kadar Hıristiyan Garpte de- nasıl temsil ediyorsa hayatı da öyle temsil eder.”[5] Bu bağlamda, devlet düzeyinde iktidarın karşılığı, aileyi bir arada tutan ve otoriteyi sağlayan babadır. Hükümdar, sadece Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak kalmaz, aynı zamanda etrafında dönen toplum ve hayatla devlet/hükümdar-baba ilişkisi de kurar. Aile için baba, tıpkı devlet düzeyinde olduğu gibi düzen sağlayıcı ve koruyucu otoritedir. 

Babadan boşalan aile reisliği makamına kimi zaman, aileden bir başkası geçer. Böylece, yıllar boyunca güçlü ve güvenilir babalar tarafından korunmuş toplum / aile,  herhangi bir sarsıntıya uğramadan varlığını ve düzenini devam ettirir. Çünkü burada söz konusu olan baba, biyolojik, kültürel anlamda devamlılığı sağlayacak bir kavramdır. Babanın varlığının, otoritesinin ortadan kalkması, aileyi bozulma, dağılmayla karşı karşıya bırakır. Öte yandan, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi/mührünü taşıdığı kabul edilen ve bu anlamda yaşatıcı bir doğal baba babalık rolü üstlenen hükümdar/doğal baba, hâliyle toplumu bütünüyle kuşatır, toplumu bir araya getiren bireylere sahip çıkar ve ait olduğu/içerisinde biçimlendiği kültürün, inanç ve değerler sisteminin sürekliliğini sağlar. Bu sürekliliği sağlarken adalet ve eşitlik düşüncesinden ayrılmaz, bu iki düşünceyi mutlaka gözetmeye çalışır. Ancak toplumda eşitliği, adaleti, düzeni tesis edemediğinde krizler, dağılmalar hatta çatışmalar da kaçınılmaz olur. Dolayısıyla mikro düzeyde bir ailenin babasızlığı ya da başka bir deyişle otorite kaybının bozulma ve dağılmaya sebep olması, makro düzeyde toplum için de geçerli olur.

Babasızlığın, Batı’da modernliğin önemli bir parçası olduğu bilinmektedir. Özellikle, Fransız İhtilali’yle başlayan babaların dünyasından kopuş/uzaklaşma, giderek etkisini arttırır ve ihtilal sonrası dönemde ataerkil babanın geçmişten gelen krallığı tamamen ortadan kaldırılmak istenir. Ancak söz, babasızlıktan açıldığında, akla sadece modernlik değil, dünyanın dört bir tarafında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra milyonlarca çocuğu yakından ilgilendiren trajik kader de gelir. Babasızlık sadece modernliğin önemli bir parçası değil, aynı zamanda bir savaşın kaçınılmaz sonucudur. İkinci Dünya Savaşı, kapısını zorla yokladığı her eve yokluk, kıtlık, sefalet, ölüm getirmekle kalmaz, ailenin temel direği olan babaları da zorla evlerinden kopararak geride güven sorunuyla baş etmek zorunda kalan yetim çocuklar bırakır. Savaş meydanlarında hayatını kaybeden binlerce askerin her biri birer baba, savaş sonrası büyüyen çocukların her biri de birer yetimdir. Bu yetimlik sadece cismani/fiziksel anlamda değil, aynı zamanda zihinsel anlamda da bir yetimlik ya da kaybediştir. Mikro düzeyde bireylerin makro düzeyde ise toplumların yetimlik/babasızlık durumları, doğal olarak edebiyatın da konusu hâline gelir.

Türk dünyası edebiyatlarının önemli izleklerinden biri olan babasızlık birbirine yakın üç trajik kaynaktan beslenir. Bu kaynaklardan ilki, 1917 Ekim İhtilali’nin beraberinde getirdiği yeni ve karanlık dönemdir. Bu yeni dönem, evlerinden/yurtlarından koparılan insanların “Ölüm ve Korku Günleri”yle dolu yok ediliş tarihidir. Kolektifleştirme, köylerde kolhozlaştırılma, dünyanın dört bir tarafına gönülsüz sürgünlük, hapis ve ölümler, ihtilal sonrası çekilen acıların kâğıda dökülen kısa listesidir sadece. 

İkinci kaynak, 1917 sonrası egemen olan ideolojinin, yerini sağlamlaştırmak adına dayatmaya çalıştığı yaşam biçimidir. Thoma’ya[6] göre, Sosyalizm, aileye düşmanlığı gizleme ihtiyacı duymaz. Sovyetler Birliği’nin kuruluşundan sonra bu düşmanlığa uygun bir biçimde kolektif eğitimle kitlesel deneyler yapılır. Bunlar ideolojik direktiflere uygundur, ne var ki bu durum aynı zamanda zaruretten doğar, çünkü savaş ve devrim milyonlarca çocuğu annesiz ve babasız bırakmıştır. İlk Sovyet yılları aynı zamanda büyük eğitim deneyleri, çalışma komünleri ve çocuk yurdu laboratuvarlarının devridir. Başlangıçta bir zaruret olan tüm bu kurumların ilerleyen yıllarda aileyi zayıf düşürmek amacına hizmet ettikleri bilinmektedir. 

Bu düşünceler, Sosyalizm ve aile arasındaki ilişkinin değişen boyutuna da işaret eder. Babanın iki fonksiyonu vardır: Aile reisi ve geleneğin taşıyıcısıdır. Toplumun da dünyanın da direği babalıktır. Ancak koruyucu ve kollayıcı babanın yerine bir başka irade geçmekte ve deyim yerindeyse çocuklar devletleştirilmektedir. 

Son kaynak ise, binlerce insanın istemeden kurban olduğu, binlerce ailenin babasız, erkeksiz, eşsiz kaldığı, binlerce ocağın söndüğü II. Dünya Savaşı’dır. İnsanın hiçbir yere ait olmadığına, kökeninin hiçlikte kaybolduğuna dair o duygu, daha savaş, babaları çocuklarından zorla koparıp almadan önce yayılır. Artık etrafta rastlanılan kayıp oğullar ve kızların adeta kökleriyle ve hayatla bağları kopmuştur. Zira evlerinin adreslerini hiç bilmedikleri için eve geri dönmek isteseler dahi artık yolu bulamazlar. Çocukların/kederli yetimlerin, babalarını kaybetmelerinin acısı, sadece psikolojik manada değil hayatla her mücadelelerinde derinleşir. Babaların ölümü ya da hissizleşmesiyle birlikte çocukların yalnızlığı başlar.  Sağ kalan babalarsa savaşta yaşadıklarından dolayı hem sosyolojik ve iktisadi hem de psikolojik krizlerle baş etmek zorundadır. 

Elçin’in hikâyelerinde de hem köklerini/aidiyetlerini kaybetmemenin uğraşını veren hem de kimlik yitimine uğrayan bireylerin kendi gerçeklikleri ve kültürel bellekleri ile kendilerine dayatılan bir sistem içerisindeki savruluşları, psikolojik detaylarla aktarılmaktadır. “Stalin’in Ölümü” adlı hikâyede görüldüğü gibi köklerini kaybetmiş, ortalıkta dolanan, düşünce krizleri içerisinde kendi gerçeklerinin farkına varamayan gençlerin sayısı yavaş yavaş çoğalır. Bu hikâyede de babasızlık birbirine yakın üç trajik kaynaktan beslenir. İlki, Ekim Devrimi’nin dayattığı yaşama biçimi ve çocukların devletleştirilmesiyle yetiştirilen kondüktör Abdülkerim gibi karakterlerin beslendiği kaynak, ikincisi babaların ve daha sonra da evlatların Stalin’i eleştirdikleri gerekçesiyle tutuklandığı, ölüm ve korku günleriyle dolu yok ediliş tarihi,  üçüncüsü ise binlerce babanın istemeden kurban olduğu ve hiç bilmedikleri, duymadıkları yerlerde Stalin uğrunda hayatlarını kaybettiği II. Dünya Savaşı’dır.

Stalin Despotizmiyle Yüzleşmek: Babasız Kalan Toplum 

İktidar, baba ve toplum arasında bir düzen ve devamlılık ilkesi vardır. Bu ilke çerçevesinde Türklerde de hükümdarın, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi ve mührünü taşıyan kabul edildiği ve bu anlamda yaşatıcı bir doğal baba yani babalık rolü üstlendiği açıktır. Bu doğal baba, hâliyle toplumu bütünüyle çepeçevre kuşatır, toplumu bir araya getiren bireylere sahip çıkar ve ait olduğu/içerisinde biçimlendiği kültürün, inanç sisteminin sürekliliğini sağlar. Bu sürekliliği sağlarken adalet ve eşitlik düşüncesinden ayrılmaz, bu iki düşünceyi mutlaka gözetmeye çalışır. Doğal baba, yaşamın tamamıyla üzerinde değildir. Toplumda eşitliği, adaleti, düzeni tesis edemediğinde İç Oğuz ve Dış Oğuz’da olduğu gibi çatışmalar kaçınılmaz olur. Öte yandan babanın/iktidarın gücünü, kudretini sınırlayan mekanizmalar vardır. Bunların başında toplumu bir arada tutan kurallar bütünü olarak tanımlayacağımız “töre” gelir. Töre konuşunca baba susmak zorunda kalır.

Yıllar boyunca güçlü ve güvenilir babalar tarafından korunmuş toplum/aile herhangi bir sorun yaşamaz. Çünkü burada söz konusu olan baba, biyolojik, kültürel anlamda simgesel bir babadır. Ancak Türkistan’ın işgaliyle başlayan ve Ekim İhtilali’ni izleyen tarihsel süreçte zihinlerdeki düzeni sağlayan baba algısı değişir ve babayı, aileyi zayıf düşürmek ya da ortadan kaldırmak amacı güden bir varlık olarak algılayan bir başka düşünce yer etmeye başlar. Artık despotik, düzen sağlamaktan çok düzeni yıkmak görevi üstlenen bir yapı tesis olunur. Bu doğal bir babalık değil, ideoloji üzerinde biçimlenen bir üvey babalıktır. 

Bu bağlamda, hem iktidarı simgeleyen güç hem de bu gücün ailedeki karşılığı olan ve toplumun geleneksel ve kültürel değerlerini koruyan, taşıyan ve aktaran babaların iktidar Tanrısıyla yer değiştirmesi ve doğal babanın ortadan kalkması, birey ve toplum açısından pek çok sorunu da beraberinde getirir. İktidar Tanrısı/Üvey baba, toplumun tarihsel, kültürel, inanç anlamındaki birikimini yok sayarak yeni kurallar/yasa(k)lar koyar. Artık, kültür, gelenek, millet, saygı ve sevgi gibi devamlılığı sağlayacak sosyal, kültürel, duygusal bağlar üzerinden temsil edilmeyen yeni ve korkutucu bir baba imgesinin varlığı hâkim olmaya başlar. Geleneksel baba rolünün ayaklar altında çiğnenmesi beraberinde kimlik ve değerler çatışmasını getirir. Bu iki güçten birisi eksik olduğunda, kişisel ve toplumsal bunalım kaçınılmazlaşır. Üvey çocuk psikolojisini tüm toplum derinlemesine yaşamaya başlar. 

Bir millet için inanç, dil, gelenek, kültür vb. kavramların ne denli önemli ve yaşatıcı olduğu ortadadır. Açıkçası, birey/toplum; oluşturulan yeni birliğin içerisinde kendisini güdüleyecek, anlamlı hissettirecek motifleri görmek zorundadır. Ancak, yeniden ve farklı bir bütün oluşturmaya çalışan baba için küçük parçalar birer tehdit olarak algılanır. Vatan ve devlet geçmişi olan bu parçaların geçmişi yok edilerek hafızaları sıfırlanır. Baba bu yüzden despottur ve kendi iktidarını sürdürmek adına merhameti tamamen ortadan kaldırır. Bu merhametsiz tavrın en bariz örneklerinden biri Stalin’le ilgilidir. 1912 yılında Bolşevikler Gürcistan’da bir evde bir araya gelirler. Stalin de toplantıya katılanlar arasındadır. Misafirler evin misafir odasına buyur edilir. O sırada Stalin evin dokuz yaşındaki küçük oğluyla holde yalnız kalır. Birden çocuğun yüzüne bir tokat patlatır ve ardından çocuğa bakarak, “Artık beni hiç unutmazsın, der.”[7] 

Stalin devrinin fiziki, sosyolojik ve psikolojik etkileri kurmaca metinlerde de önemli bir yer edinir. Elçin’in hikâyelerinde Stalin döneminin etkilerinin bireysel ve toplumsal yönleri, özellikle halkın içine kök salan hatta kimi zaman farkında dahi olunmayan korku kültürü,  kabullenilmiş kolektif çaresizlik ve körü körüne bağlılık bağlamında yer edinir. Elçin, “Stalin’in Ölümü” adlı hikâyesinde bu yeni döneme egemen olan kudret Tanrısının/algısının nelere sebep olduğunu ortaya koyar. Stalin’in hastalanmasını ve ölümünü bir gazete haberinden okuyan Bakü’deki bir mahallelinin kolektif bilinçaltına işleyen “kudret algısı”, tepkisel şaşkınlık ve endişeler aracılığıyla aktarılır. 

1953 yılının soğuk bir 5 Mart günü, Perşembe günü,” Bakü’de kışın sert soğuğuna rağmen birdenbire dünyayı ısıtan güneşin ortaya çıkması, mahalleyi alt üst eden ve herkesi ani bir şok dalgasıyla karşı karşıya bırakan “kara haberle, daha doğrusu o haberin kara endişesiyle uyuşmaz.”  Zira kimsenin inanamadığı, herkesin elini ayağını kesen bu kara haber,  kendisine yücelik, kutsiyet ve yıkılmazlık atfedilen Stalin’in ağır bir hastalığa yakalanmış olmasıdır. “STALİN yoldaşın hastalanması hakkındaki hükümet tebliği” başlıklı haber, posta memuru Muzaffer tarafından yüksek sesle Kommunist gazetesinden okunurken mahallelinin telaş ve şaşkınlığı,  kondüktör Abdülkerim’in Muzaffer’in okumasını yarıda kesip Stalin’i muayene eden hekimlerden ilkinin soyadını sormasıyla bariz bir hâl alır. Zira kondüktör Abdülkerim’in daha fazla bir telaş ve heyecanla, doktorun Yahudi olup olamayacağını aklından geçirip, olamayacağına kanaat getirmesi, hastalığın gerçekliğini ya da kaynağını sorgulama çabasıdır. 

Hikâyedeki karakterlerin Stalin’in hastalanmasına, böyle bir felakete, inanamamaları,  Fatma Kadın’ın oğlu kunduracı Balaniyazın yanında çırak olan ve Balaniyaz tutuklandıktan sonra mahallenin aşağı başındaki kulübede ustasının yerinde oturup işini gören kunduracı Ağagül’ün kuvvetli bir inançla söylediği  “Ale, Stalin 72 dil bilir! Hesteliyi ona heç ne eliyebilmez! Lap ağır olur, ne Olur olsun!” ifadelerinde anlamını bulur. Bu ifadeler, Stalin’in, mütehakkim gücünü ve  “muktedir baba” rolünü yansıtıcı tarzdadır. Bunun yanı sıra Muzaffer’in haberi okuyup bitirmesinin ardından oluşan derin sükut, kaygılı bir bekleyişi, bilinmezliği ve yargılayıcı eleştiri yitimini gözler önüne serer. 1941 yılında, postacı Muzaffer’in savaşın başladığını Kommunist gazetesinden haber verdiği an dahi bu tarz bir sükûtun yaşanmamış olması, mahallelinin kaygılarının boyutunu gösterir. Zira Sarıhamam’ın önüne toplananların “bundan sonra nasıl yaşayacaklar[ını]” düşünmeleri, otoriteden/babadan yoksun oluşun yol açacağı “yetim”liğin ve düzenin ne şekilde değişeceğinin bilinmezliğini içerir. Oysa mahalleden Stalin aleyhine konuştukları gerekçesiyle götürülenler ve bir daha haber alınamayanlar düşünüldüğünde Stalin sevgisi anlamı sorgulanması gereken bir durum olarak belirir. Yakınlarını, sevdiklerini Stalin döneminin baskıcı rejimine kurban verenlerin “bundan sonra ne olacağını” düşünmelerinin umut içermesi beklenirken umutsuzlukla şekillenen bir kaygı atmosferinin hâkim olması çelişki gibi görünse de toplumun kılcal damarlarına kadar işleyen bir sistemin, alışılagelen düzenin, adanmışlığın ve zorunlu aidiyet kodlarının bozulmasının geleceği nasıl etkileyeceğinin bilinmezliği söz konusudur. 

Hikâye karakterlerinden Fatma Kadın’ın papakçı olan kocası Eşref, 1939 yılının bir bahar gecesi, “güya birileri onun papakçı dükkânında oturup yoldaş Stalin’in aleyhinde konuş[tuğu]” gerekçesiyle, evden alınmış ve bir daha da dönmemiştir. Stalin döneminin yıkıcı etkilerinin sosyolojik ve psikolojik gerilimlerle birlikte aktarıldığı hikâyede, kocası rejim tarafından götürülen Fatma Kadın, Ağaniyaz ve Balaniyaz adlı oğullarıyla yalnız kalır. Savaş sırasında Ağaniyaz muharebeye gider, yaşı tutmayan Balaniyaz ise gitmez. Dönemin duyguları alt üst eden kaotik yapısı ve halkın içinde bulunduğu durum, Ağaniyaz’ın “Stalin uğrunda hücum ederken kahramanca hayatını kaybettiği[ni]” yazan kağıdın Fatma Kadın’a verilmesiyle de vurgulanır. Zira “halk düşmanı” olarak yaftalanan kocasını, dükkânında Stalin aleyhine konuşmalar yapıldığı gerekçesiyle kaybeden Fatma Kadın’a oğlunun Stalin uğruna kahramanca öldüğü haberi verilir. Bu bağlamda Stalin’in “muktedir baba”, devletin ve halkın yegâne hamisi olarak kutsanması, onun için mücadele edenlere de değer ya da “şeref” kazandırır. Nitekim mahalleye bakan mesken tamirat idaresinin reisi, müdür Garibli, savaştan sonra idaresinin önünde "STALİN UĞRUNDA" adlı büyük bir şeref levhası yaptırmış ve halk düşmanının oğlu olmasına rağmen, Ağaniyaz’ın resmini de bu şeref levhasına vurdurmuştur.” Aynı aile içerisinde Stalin aleyhine konuştukları gerekçesiyle tutuklananların yanı sıra Stalin uğruna kahramanca ölenlerin olduğunun kurgusal düzleme yerleştirilmesi dönemin karakteristiğinin bir yansımasıdır. 1951 yılında Ağaniyaz’ın resminin levhadan çıkarılma sebebi ise kardeşi Balaniyaz’ın, Stalin aleyhine konuştuğu gerekçesiyle -diğerleri gibi bir bilinmezliğe- götürülmesidir. “Halk düşmanının oğlu da babasının yolundan gitmiş[tir]” ve tam iki yıldan beri Balaniyaz’dan haber alınamamıştır. Babası gibi Balaniyaz’ın da akıbeti hakkında çeşitli söylentiler dolaşır. Burada dikkat çeken hususlardan biri de Ağagül’ün hatırlamaları üzerinden Balaniyaz’ın Stalin’e biatının boyutlarının aktarılmasıdır. Zira Balaniyaz, savaş zamanında kalbinin üstüne Stalin resmini dövdürür. Aslında Stalin dövmesi mahallenin bütün gençlerinin kolunda vardır “çünkü [onlara göre] dünyada Stalin’den büyük hiçbir adam olmamıştı[r].” 

Hikâyede, geriye dönüşlerle Stalin döneminin açtığı derin yaralar aktarılırken an’da ise “muktedir baba”nın hastalığının yol açtığı endişelere yer verilir. Koruyucu ve despotik baba figürü olarak Stalin âdeta insan ötesi özelliklerle donatılmış bir varlık olarak konumlandırılır. Söz gelimi Muzaffer, Stalin’in sıradan insanlar gibi/kendileri gibi “zavallılık, acizlik, çaresizlik, imdatsızlık” içeren hasta kelimesiyle birlikte anılmasını şaşkınlıkla karşılar ve hasta olacağına inanamaz. Bir anlık düşünceler içinde bundan sonra iyi şeyler olabileceğini, mesela af çıkabileceğini, gözü yollarda kalan kara günlülerin bahtlarının biraz açılabileceğini düşünen Muzaffer’in bu düşündüklerinin gerçekleşmesinin Stalin’in ölümüne bağlı olduğunu fark etmesi korkuya yol açar ve Tanrı’nın kendi ömründen alıp Stalin’e vermesi için dua eder. Ağagül de kaygılıdır, bundan sonra ne olacağını düşünür, ancak Stalin’in iyileşeceğine inancı tamdır.  Onun da Muzaffer gibi Allah u Teala’nın kendi ömründen kesip Stalin’e vermesi için dua etmesi, alışılagelen düzenin devamlılığı için kendinden vazgeçmeyi ve adanmışlığı yansıtır. Muzaffer ve Ağagül’ün dualarının salt sağlık temennisi içermeyip kendi ömürlerini de feda etmeyi göze almaları, “muktedir baba”nın varlığının kendi varlıklarından önce düşünüldüğünü gösterir. Öte yandan Ağagül’ün “yüce ve büyük olan bu aziz adama” hastalığın zarar vermeyeceğini düşünmesi de Stalin’in âdeta insanüstü güçlerle donatıldığının bilinçaltına yerleşmesinin bir neticesidir.

6 Mart 1953 sabahı Sarıhamam’ın önünde Muzaffer’in titreyen sesiyle Kommunist gazetesinden, Stalin’in ağır bir hastalıktan sonra vefat ettiğini okuması üzerine Sarıhamam’ın önüne toplanan mahalle cemaatinin içinden öyle bir ah kopar ki, çocuklar hüngür hüngür ağlamaya başlar. Mahallede hükümetin temsilcisi/gözcüsü olarak ünlenen ve mankurt tipini örneklendiren Kondüktör Abdülkerim ile göz göze gelenlerin daha şiddetli ağlamaları ise korkuya dayalı refleksleri içerir. Kıpkırmızı kızaran gözlerinden yaş akan kunduracı Ağagül, o anda kendi kendisine erkek sözü verir: 

“Mutlaka evleneceğim, mutlaka oğlum olacak ve oğluma mutlaka KOBA adını koyacağım… Ve aslında şimdi kimin şuuru varsa, oğluna KOBA adını koymalıydı, hiç olmazsa herkesin evinde kendi KOBASI olurdu, o KOBALAR büyürdü, o dahi rehberin adını ebediyen yaşatırdı.”

 Kocasıyla bir oğlu Stalin aleyhine konuştukları gerekçesiyle tutuklanan, diğer oğlu ise “Stalin uğruna kahramanca ölen” Fatma kadının da Stalin’in ölüm haberiyle gelecek kaygısını derinleştirmesi, sahih duyguları tahakküm altına alınmış itaatkârlaştırılmış bireylerin ruh durumlarını ortaya koyar. Fatma Kadın’ın duygu karmaşasını oluşturan durumlardan biri de Stalin ölürse artık bu dünyadan hiçbir umut kalmayacağını düşünmesidir.

Hikâyede, “maskelenen halk düşmanlarını ifşa ede[n]” Kondüktör Abdülkerim ise itaatkârlıktan uzaklaşan mücrim bireyleri işaret eder, etiketler. Sistemin, halk arasındaki gücü ve Stalin’in gölgesi gibidir. Bu bağlamda Abdülkerim’in, Stalin’in ölmesi ile genel af çıkacağını düşünerek tedirgin olması ve “ölecek zamanı buldu koca sırtlan” ifadesiyle öfkesini dışa vurması, halka nüfuz eden korkunun ortadan kalkacağına endişelerin yansımasıdır. Etrafına “tehdit edici nazarlar” ile bakan Abdülkerim’in, Stalin sadakatinin göstermelik olduğu ve kendi bireysel çıkarları uğruna kendi milletine nasıl zarar verdiği de böylelikle açığa çıkar.

İşte, “Stalin’in Ölümü” adlı hikâyede de dile geldiği gibi, üvey baba ki, -takma adı da bu üveyliğin sağlamasıdır: Stalin(çelik adam)-, parçanın geçmişten getirdiği devlet, tarih bilinci ve kültürel arka planı tamamen reddederek, her birine ayrı bir bilinç vererek onları ayrıştırır. Bu parçalardan birini öne çıkarıp, diğer parçayı mahrum eder. Böylece despot babaya mahkûm bir yapı inşa edilir. “Stalin’in Ölümü” hikâyesinin babasızlıktan kaynaklanan ana sorunu da bu tür bunalımlar ve hâkim zihniyetin koruyucusu ve devam ettiricisi olan devletin, iktidarı altında bulunan insanları sınıf mücadelesi bağlamında, feodal-burjuva milliyetçiliği suçlaması, bir ülke halkının neredeyse tümünü sürgüne göndermesiyle bağlantılı olmalıdır. Bu bağlamda, Elçin’in hikâyesinde Fatma Kadın, eşi ve çocukları etrafında anlatılan eksik aileyi, özellikle de babanın yokluğunu, toplumdaki hâkim zihniyetin koruyucusu/kollayıcısı olan devletin despotik tavrıyla ilişkilendirmek mümkündür. Bu ilişkilendirme, romanlardaki yetimlik duygusunu ve bu yetimliği kültürle telafi etme isteğini de anlamlı kılacaktır. 

Mankurtluk ve Varlık Alanından Kopartılma:  Yetim Kurbanlar 

Bireyin, varlık alanından, kültürel belleğinden ve kimliğinden koparılması aidiyet değerlerini yerinden eder. Cengiz Aytmatov’un kavramsallaştırmasıyla söyleyecek olursak aidiyet ve kök değerlerinden, benliğinden, kendi gerçekliğinden uzaklaşma mankurtlaşmadır. Mankurt kavramını, Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı romanıyla duygu ve düşünce dünyamıza taşıyan Cengiz Aytmatov, mankurt ve şire hakkındaki ilk bilgileri, ünlü Manasçı Sayakbay Karalaev'den öğrenmiştir. Sayakbayev, Aytmatov’a şunları söylemiştir: 

 

“-Geçmişte, Kalmuk ve Kırgız çatışmaları sırasında iki taraf, mal-mülk ganimetle birlikte, köle etmek için birbirinden tutsak da alırlardı. Tutsağı güvenle elde tutmanın en emin yolu, onu mankurt etmektir. Bunun için önce tutsağın saçını kazıdıktan sonra, yeni kesilmiş devenin -veya sığırın- taze, ıslak derisini - Kırgızlar şire derler- tutsağın başına sararlar. Sarılan deri, bağcıklarla, şakaktan sıkılarak, sağlam olarak bağlanan tutsak kavurucu güneş altına böylece, eli ayağı bağlı bırakılıyormuş. Tutsak, o zaman iki azaba birden düşermiş. Önce yaş deri sıcaktan kurudukça büzülüp, başını sıkarak kemiklerini kıracak gibi olur; ikincisi, yeniden çıkan saç, kuruyan deriyi delemeyip, tekrar kafa derisine dönüp iğne batırılır gibi girip, bütün sinir duygusunu öldürür; sonuçta tutsağın hafıza, akılda tutabilme, anlama yeteneğini yok edermiş. Tutsak bir hafta veya on gün sonra, ya ölür ya ‘mankurt’a dönermiş. Ölürse azaptan kurtulur, diri kalırsa; adını, geldiği soyu, bütün mazisini unutur, sadece efendisinin isteklerini yerine getiren kaba kuvvet sahibi bir köle haline gelirmiş... İnsanoğlu, saçlarını diken diken eden nice zulüm keşfetmiştir. Ancak bu facianın dengi olamaz.”[8] 

 

Aytmatov, ardından Manas destanındaki mankurt kavramını bugüne taşıyarak, Sovyet sistemi için şu tespiti yapar: “Totaliter sistemde bütün toplumun, - senin de benim de-, herkesin aklı-fikri, anlayışı, bir ideolojik bir cendereye kondu. Bu, insanları baskıcı bir rejime körü körüne bağlamak maksadıyla yapılmıştı.[9]Muhtar Şahanov’a göre, Sovyetler Birliği devrinde, dilini ve özünü, örf-âdetini unutup, tarihî hafızasını kaybetmeye başlayan az nüfuslu halkların trajedisi, Aytmatov’un Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı romanından sonra bütün açıklığı ile ortaya çıkmış ve Mankurt olmamak meselesi, nüfus yönünden zayıf olan halkların parolasına dönüşmüştür. Totaliter sistem zamanında tahminen olsa da Aytmatov’un ağzıyla söylenen hayatın bu acı gerçeği, özellikle Rus totalitarizminin ağına düşen halkları ırgalayıp uyuşukluktan uyandırmıştır.[10] Aytmatov, insan aklının ve hafızasını köleleştiren bu acımasız ve vahşi sistemin bugünüyle ilgili de şu tespiti yapmaktadır:

 

“Bildiğiniz gibi bu “mankurt” efsanesini bir romanımda anlattım; ama laf olsun diye değil, bugünkü siyasi hayatla bağdaştırarak… Eskiden aslını unutmuş, robotlaştırılmış insanlara “mankurt” denirdi. Bugün de aynı şekilde duygusuzlaştırılmış kökünden koparılmış, neyi niçin yaptığını bilmeyen ve kendisine verilen emirleri hiç düşünmeden uygulayan insanlar da bir çeşit “mankurt”tur. Türk Cumhuriyetlerinde hâlâ “mankurtların” bulunup bulunmadığına gelince: vardır şüphesiz. Ama ne kadar olduklarını kestirmek pek kolay değil.”[11]

 

“Stalin’in Ölümü” adlı hikâyede, hikâye kişilerinin davranışları, ruh hâli ve Stalin’in hastalığı ve ölüm haberinin ardından verdikleri tepkiye dikkat edildiğinde, yaşadıkları toplumsal ve bireysel trajediye rağmen, hikâye karakterleri arasında mankurtluk idealinin nasıl yaşatıldığı görülmektedir. Kunduracı Ağagül’ün kuvvetli bir inançla “Stalin 72 dil bilir! Hesteliyi ona heç ne eliyebilmez! Lap ağır olur, ne Olur olsun!” demesi, posta memuru Muzaffer’in hastalığı Stalin’e yakıştıramaması ve  “Çünkü bu dünyada Stalin hastalanmıştı ve dünyada mademki Stalin hastalanmıştı, daha başka ne Olabilirdi? Dünyada ne varsa, Stalin’in hastalanması bunun son haddiydi, başka ne olabilirdi?” ifadeleri; mahalledeki insanların kendilerine “Bundan sonra nasıl yaşayacaklardı?” sorusunu sormaları, Stalin devrinden en çok zarar gören Fatma Kadın’ın, “O büyüklükte adama nasıl kıydın, ey Allahım?” dedi, "Sebep olanın evi yıkılsın, peki bundan sonra ne olacak?[…] "Bu zavallı halk bundan sonra neyleyecek?” ifadeleriyle, insanları canlı bir robot hâline getiren cinayet merkezinin, Manas destanında anlatıldığı gibi kurbanlarının kafasına deve derisi geçirmek yerine, çağın modern yöntemleriyle insanların aklını köleleştirdiği ve modern mankurtlar hâline getirildiği ortaya konulmaktadır.

Sonuç 

Sonuç olarak, “kayıp baba” ve “yetim çocuklar”, “mankurtluk”, “Stalin’in Ölümü” adlı hikâyede öne çıkan temalardır. Bu temaların, dönemin sosyal, siyasi, kültürel atmosferiyle doğrudan ilgili olduğu da açıktır. 1917 Ekim ihtilali sonrası eski otoritesi-gücü kalmayan devlet makamı, toplum üzerinde bir yetimlik psikolojisi yaratır. Bu durumun yansıması olarak, özellikle kendileri de aslında birer yetim olan yazarların ürünü olan romanlarda işlenen babasızlık ve yetim çocuklar vurgusuyla, yaşanan devrin bu gerçekliği ortaya konulur. 

Türklerde iktidar, ailedeki baba gibi algılanmakta ve büyük ölçekte yönetilen toplumun tamamı küçük ölçekte ise birey bağlamında bir baba olarak görülmektedir. Bu baba, mutlak bir otoriteye sahiptir ve devletin, toplumun koruyucusu ve temsilcisi durumundadır. Bu doğal baba, hâliyle toplumu bütünüyle kuşatır, toplumu bir araya getiren bireylere sahip çıkar ve ait olduğu/içerisinde biçimlendiği kültürün, inanç sisteminin sürekliliğini sağlar. Bu sürekliliği sağlarken adalet ve eşitlik düşüncesinden ayrılmaz, bu iki düşünceyi mutlaka gözetmeye çalışır. Ancak Ekim İhtilali sonrası, zihinlerdeki düzeni sağlayan baba algısı değişir ve babayı, aileyi zayıf düşürmek ya da ortadan kaldırmak amacı güden bir varlık olarak algılayan bir başka düşünce yer etmeye başlar. Artık toplum babalığı değil, despotik, düzen sağlamaktan çok düzeni yıkmak görevi üstlenen bir yapı tesis olunur. Bu doğal bir babalık değil, ideoloji üzerinde biçimlenen bir üvey babalıktır. Bu bağlamda, hikâyede öne çıkan eksik aileyi, özellikle de babanın yokluğunu, toplumdaki hâkim zihniyetin koruyucusu/kollayıcısı olan devletin despotik tavrıyla ilişkilendirmek mümkündür. 

Manas destanında acımasızca “mankurt” yapılan insanlar olduğu gibi bugün de aynı şekilde duygusuzlaştırılmış, kökünden koparılmış, neyi niçin yaptığını bilmeyen ve kendisine verilen emirleri hiç düşünmeden uygulayan insanlar da bir çeşit modern “mankurt”tur.

Bu hikâyede de Manas destanında anlatıldığı gibi kurbanlarının kafasına deve derisi geçirmek yerine, daha modern yöntemleriyle insan aklının köleleştirildiği ve insanların modern mankurtlar hâline getirildiği ortaya konulmaktadır.

 

Kaynakça

Adıgüzel, Sedat. Elçin Efendiyev’in Romanları Üzerine Bir Çalışma -Oluşumsal Yapısalcı        İnceleme-, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler          Enstitüsü, Erzurum 2001.

Akpınar, Yavuz. Azeri Edebiyatı Araştırmaları, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1994.

Aytmatov, Cengiz ve Şahanov, Muhtar. “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı”, Yüzyılların            Kavşağındaki Sırdaşlık, Tolkun Yayınları, Ankara 2000.

Elçin. Sarı Gelin. Ötüken Neşriyat, İstanbul 2003.

Jusdanis, Gregory. “Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür”, Çev. Tuncay Birkan, Milli            Edebiyatın İcat Edilişi, Metis Yayınları, İstanbul 1998.

Kolcu, Ali İhsan. Cengiz Aytmatov Üzerine Yazılar, Salkım Söğüt Yayınları, Erzurum 2008.

Naskali, Emine Gürsoy. Stalin ve Türk Dünyası, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2007. 

Tanpınar, Ahmet Hamdi. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul 1988.

Thoma, Dieter. Babalar Modern Bir Kahramanlık Hikâyesi, Çev. Fikret Doğan, İletişim           Yayınları, İstanbul 2011.


 

* Prof. Dr., Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

[1] Yavuz Akpınar, Azeri Edebiyatı Araştırmaları, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1994, s. 79.

[2] Yavuz Akpınar, Azeri Edebiyatı Araştırmaları, s. 78.

[3] Gregory Jusdanis, “Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür”, Çev. Tuncay Birkan, Milli Edebiyatın İcat Edilişi, Metis Yayınları, İstanbul 1998, s. 76.

[4] Sedat Adıgüzel, Elçin Efendiyev’in Romanları Üzerine Bir Çalışma -Oluşumsal Yapısalcı İnceleme-, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2001, s. 70.

[5] Ahmet Hamdi Tanpınar,  19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul 1988, s. 5-6.

[6] Dieter Thoma, Babalar Modern Bir Kahramanlık Hikâyesi, Çev. Fikret Doğan, İletişim Yayınları, İstanbul 2011.

[7] Emine Gürsoy Naskali, Stalin ve Türk Dünyası, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2007, s. 11-12.

[8] Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı”, Yüzyılların Kavşağındaki Sırdaşlık, Tolkun Yayınları, Ankara 2000, s. 148. 

[9] Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı”, s. 148. 

[10] Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı”, s. 149.

[11] Ali İhsan Kolcu,  Cengiz Aytmatov Üzerine Yazılar, Salkım Söğüt Yayınları, Erzurum 2008, s. 75.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 196. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 196. Sayı