HaftanınÇok Okunanları
Emrah Yılmaz 1
FEYZA TUĞÇE FIRAT 2
KEMAL BOZOK 3
ZEHRA TAŞDEMİR 4
HİDAYET ORUÇOV 5
NIKA ZHOLDOSHEVA 6
Ayşe Solmaz 7
Uzun süre İran coğrafyasına hâkim olup hem o bölgenin oluşumu hem gelişimi hem de şekillenmesinde önemli ve etkin bir konuma ve role sahip olan Türkler, Türk asıllı hükümdarlar ile Farsça şiir söyleyen Türk dilli şâirlerin himaye ve desteğiyle, orada vücut bulan ve yeni bir tarz ve hüviyette gelişip tekâmüle ulaşan Farsça şiirde, kendilerine yoğun bir şekilde yer bulmuşlardır. Selçuklu dönemi “sultânu’ş-şu’ârâ”sı olan Mu’izzî-i Semerkandî’nin, aşağıdaki beyitlerinde, “bütün güzellikler ve olgunluklar”ın, “asil bir millet olan Türkler” hakkında bilgi verdiğini belirttiği gibi, Farsça şiirler de, Türklerin bu olgunluk ve güzelliklerini çeşitli boyutlarıyla günümüze taşımışlardır:
مرا درست شد از آفريدگار جهان / كه از جمال و كمال آفريد تركستان
همه جمال زتركستان همى دهند خبر / همه كمال ز تركان همى دهند خبر
Cihanın yaratıcısının Türkistân’ı güzel ve kâmil (olgun) bir şekilde yarattığı benim için doğrulandı. Çünkü bütün güzellikler ve olgunluklar, Türklerden haber veriyor (Mu’izzî 1362: 90).
اصلى تر از نژاد توكس را نژاد نيست / عالى ترا از تبار تو كس را تبار نيست
Senin soyundan daha asil kimsenin soyu yoktur. Senin nesebinden daha yüce/ulu kimsenin nesebi yoktur (Mu’izzî 1362: 90).
Aynı durum, kendisini Arap edebiyatında da göstermektedir. Nitekim büyük Türk âlimi ve müfessirlerinden Zemahşerî de, dünyadaki mevcut bütün güzelliklere sahip olan Türklerde, ayıp ve kusur bulunmadığına şöyle vurgu yapmıştır (2008: 539):
هــم أهلُ أصنـــافِ الــمَحاسِنِ كُلِّهـــا / ولا عيبَ لولا غَدرُهم وجفاؤهم
Onlar/Türkler, bu dünyada var olan tüm güzelliklere sahip bir millettir. Onlarda ayıp ve kusur yoktur. (Eğer onlara aldatma ve oyunla yaklaşırsan bilesin ki) onlar, hile ve desiseye herkesten daha çok vakıftırlar.
Türkleri, dünyanın hem “süsü” hem de “tadı ve tuzu” olarak nitelendirip onların “büyük devlet kurduğuna ve medeniyet oluşturduğuna” vurgu yapıp dikkat çeken es-Seyyid Ebu’l-hüseyn et-Tavlekî adlı bir Arap şâiri ise, bu hususu şöyle dillendirmiştir (el-Bâharzî 1993: I/236-37):
أﻻ يا عائبَ اﻻَتْراكِ مَهلاً / فليسَ إلى مَعائبهم سُلوكُ
تَلوكُ القول إفْحاشاً و هُجْراً / أَ تَدْري ﻻ أباكَ ما تَلوك
فحُرُّهُمُ على الأحْرار مَلْكٌ / و عبدُهُم لِمالِكِه مَلوكُ
كفى الأتراكَ أنَّ الناسَ طرّاً / رَعاياهم و أنهم ملوك
Ey Türkleri tahkir etmek/kötülemek için (devamlı) konuşan kişi! Sen, ağır ol! Onları tahkir etmen/kötülemen için senin hiçbir nedenin yok. Sen, onları ayıplamak ve kınamak için elinden gelen (her şeyi) yapıyorsun. Ey babası kahrolası! Sen, ne demek istiyorsun?/niye böyle yapıyorsun? Onların (Türklerin) hür olanları, diğer hürlerin sultanıdır. Onların (Türklerin) köleleri de, sadece kendi efendilerine yani Türklere kölelik/hizmet ederler. Bütün insanlar, Türklerin tebası, Türkler de onların sultanıdır. Bu (onlara) güzellik olarak yeter/kâfidir.
عليكَ التركَ من هذا الأنامِ / فَهمْ زَينُ المَحاضِر و و المَوامي
Bu toplumda, insanların Türklere saygı göstermesi gerekir. Çünkü Türkler, medeniyetlerin ve okyanusların/dünyanın süsüdürler.
وهْم مُرُّ الزمانِ وهُم حلاهُ / و قد حُمِدَ المرارةُ في المُدام
بأَوساطِ الفَلاءِ لهم بُيوتٌ / تُحصِّنها بأطرافِ السهام
Türkler, zamanın tadı ve tuzudur. Yaşadıkları dönemi/toplumu, tatlandırırlar. Dönem, asıl onlarla bir anlam ve değer kazanır. Dünyanın her bir köşesinde, onların evi/izi vardır. Evlerinin her köşesini de/etrafını da sapasağlam yaparlar. (Yani Türkler, her dönemde güçlü devlet kurmuş ve medeniyet oluşturmuş, bunu da sapasağlam yapmıştır.)
Ayrıca Zemahşerî, hem Türk erkeklerinin hem de Türk kadınlarının herkes tarafından “sevilip takdir edildiği”ne şöyle vurgu yapmıştır (2008: 539):
وما أبصرت عينى سوى التّركى معشراً / رجالهم معشوقة ونساءهم
Benim bu gözlerim, Türk milleti dışında, kadını da erkeği de sevilen ve takdir edilen başka bir millet görmüş değildir.
Türklerin, “soylu olup asil bir kana sahip” olduklarını belirten İbn Hayyûs ise, her Türk anasının “soylu çocuklar” dünyaya getirdiğini şöyle ifade etmiştir (Yaltkaya 2006: 8, 20):
فلتعلُ أرض التّرك أن ترابها / ما حاز أصلا فرعه ﻻينجب
ولقد أبنت لنا بضربك فى الطلى / يوم الوغى في أى عرق تضرب
Türk yurdu koltuğunu kabartsın ki, onun toprağı kısır değildir. Soylu olmayan bir asil, o toprakta yoktur. O toprak analarından daima soylu yavrular doğar. Senin savaş gününde boyunlara indirdiğin darbeler, sende ne asil bir kan bulunduğunu gösterdi; senin damarlarının ne yüksek bir damar ve bunlardaki kanın ne yüksek bir kan olduğunu bize gösterdi.
Türk asıllı büyük âlim Zemahşerî, asil ve şerefli atalarının kendisine iffet ve hayâyı miras olarak aktardıklarını ve hayatında asla dalkavukluk yapmadığını belirterek, Türkler için önemli olan hasletlere vurgu yapmıştır (Zemahşerî 2004: 112):
تُـثَـبِّطُني عن موقفِ الــذُّلِّ هِــمَّةٌ / إلى جَنْبِها خَدُّ السِّمـــاكِ مُعَفَّرُ
وعزَّةُ نفسٍ تَرْكبُ السيفَ مُرْهَفًا / وتَسْمَعُ حِـــسًّا من هَوانٍ فَتَنْفِرُ
وأورَثَني ثَــوْبَي حيــاءٍ و عِفَّـــةٍ / جُـــدودٌ كِرامٌ، والمواريثُ تُذْخَرُ
ولـستُ بِزَوَّارِ الـرِّجالِ مُـتَمَلّــِقًا / ورُكْني عن تلكَ الدّضناءةِ أزْوَرُ
Beni hakir ve zelil durumlardan (Allah’ın bana bahşettiği yüksek) azim ve kararlılığım alıkoymaktadır. (Allah’ın bana verdiği) izzet-i nefs, ince ve keskin bir kılıçtan bile daha hassastır. (Aşağılık bir hâl hissettiğimde oradan) hemen uzaklaşırım. Asil ve şerefli atalarım bana iffet ve hayâdan ibaret bir libas (seciye) miras bıraktılar. (Böyle aziz bir) miras korunur, saklanır. Ben hiç kimseye, hiçbir şey karşılığında dalkavukluk etmedim. Zira dalkavukluk benim nazarımda aşağılık bir illettir. Ondan hep uzak durmuşumdur.
Özellikle yukarıda zikrettiğimiz hüviyete ve özelliğe sahip bir millet olarak genel kabul gören Türkler, kendine Fars edebiyatında önemli bir kullanım alanı bulmuştur (bak. Kartal 2019: 205-209). Bu kullanımı biz, Azerbaycan ve İran’ın en büyük şairlerinden birisi olarak kabul edilen, kaleme almış olduğu Mahzenü’l-esrâr, Hüsrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mecnûn, Heft-peyker ve İskender-nâme [Şeref-nâme-Hired-nâme] isimli mesnevîlerinden oluşan “Hamse”siyle hem Türk hem de Fars edebiyatını etkileyen Nizâmî-i Gencevî (öl. 610/1212-1213)’nin eserlerinde de görmekteyiz. “Türk” kavramı, Genceli Nizâmî’nin eserlerinde şu şekilde yer almaktadır:
Türk Irkı
Kâşgarlı Mahmûd, Dîvânu Lügati’t-türk isimli eserinin “Türk” maddesinde, “Türk” adının, “Türk milleti”ne bizzat Tanrı’nın verdiğini belirtip bunu bir hadise dayandırmıştır. Arap asıllı şairlerden es-Seyyid Ebu’l-hüseyn et-Tavlekî de bir şiirinde “Türk” kelimesinin anlamıyla ilgili şöyle demektedir (geniş bilgi için bak. Kartal 2019: 209-215);
لأَجلِ التَّركِ ما يُدعَوْن تُرْكاً / فهُم تُرُكٌ و واحِدُهُمْ تروك
كذاكَ الفُعْلُ واحِدُها فَعولٌ / أ ليسَ الضُّحْكُ واحدُها ضَحوك
Ey Türklere Türk demeyenler! Onların ırkının adı, Türktür (yani Türklerin genel adı Türktür). Türk kelimesinin tekili de Türük (تروك) tür (yani her bir Türke, Türük denir). Tıpkı fu’l (فُعْلْ) kelimesinin tekilinin fa’ûl (فَعول) olduğu ve zuhk (ضُحْكْ) kelimesinin tekilinin zahûk (ضَحوك) olduğu gibi.
Nizâmî-i Gencevî, şiirlerinde “ترک/Turk” kelimesini, hem Kâşgarlı Mahmûd’un Tanrı tarafından verildiğini belirttiği “Türk ırkı, soyu ve milleti” hem de es-Seyyid Ebu’l-hüseyn et-Tavlekî’nin “(Türklerin) ırkının adı, Türktür (yani Türklerin genel adı Türktür)” şeklinde yapmış olduğu anlamda/anlamında kullanmıştır;
Hüsrev ü Şîrîn:
نه آن تركم كه من تازى ندانم / شكن كارى و طنازى ندانم
Ben, Arapçayı bilmeyen, naz etmeyi ve eğlenmeyi beceremeyen Türklerden değilim (Şükürlü 2002: 31).
فرس مى خواست بر شيرين دواند / به تركى غارت از تركى ستاند
Şîrîn’den tarafa at sürmesini ve Türkü Türk gibi yağmalamasını istiyordu (Şükürlü 2002: 32).
من آن ترك سياه چشمم بر اين بام / كه هندويه سپيدت شد مرا نام
Ben bu dam/çatı üzerindeki siyah gözlü Türküm. Ancak benim adım beyaz yüzlü Hind cariyesi/kızı oldu (Şükürlü 2002: 31-32).
Mahzenü’l-esrâr:
غارتی از ترک نبردهست کس / رخت به هندو نسپردهست کس
Türkün yağmaladığını kimse elinden alamamış, Hintli köleye de kimse evini ısmarlamamıştır (Nizami 1986: 133).
Heft-peyker
گفت من ترک نازنین اندام / از پدر تركناز دارم نام
Nazenîn endamlı bir Türküm. Babadan Türknaz ismine sahibim (Resulzâde 1951: 180).
Abdulla Şaiq, Nizâmî-i Gencevî’nin Şeref-nâme’sinde zikrettiği Türk milletiyle ilgili değerlendirmelerini şu şekilde manzum olarak tercüme etmiştir (Nizami Gencevi 2004b: 322):
کمانم چو بر زد به ابرو گره / شه چین کمانرا فرو کرد زه
هم از جنگ روسم نباشد شکوه / که بسیار سیلاب ریزد ز کوه
ز کوه خزر تا به دریای چین / ز کوه خزر تا به دریای چین
اگر چه نشد ترک با روم خویش / هم از رومشان کینه با روس بیش
به پیکان ترکان این مرحله / توان ریخت بر پای روس آبله
بسا زهر کو در تن آرد شکست / به زهری دگر بایدش باز بست
Yayım ki, qaşına bir düyün aldı,
Xaqanın yayında giriş boşaldı.
Ruslarla döyüşdən indi qorxmaram,
Onlar bir sel isə, mən də bir dağam.
Xəzər dağından Çin suyuna qədər
Türklərlə doludur bütün bu yerlər.
Bilirəm Rûmları sevməyir bir türk,
Rûmlara kinləri rusdan da böyük.
Türklərin oxuyla yenə bu zaman
Qabar əskik olmaz rus ayağından.
Zəhər ki, vücuda salır zəlzələ,
Sağalır yenə də başqa zəhərlə
Ünlü Turan hükümdarı Efrâsiyâb/Alp er Tonga’nın da, Fars şiirlerinde anıldığı görülmektedir. Genceli Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsinde, bir Ermeni kraliçesi olan Mehînbânû, yeğeni Şîrîn’e öğüt verirken, Hüsrev’i Keyhüsrev’e kendilerini ise Efrâsiyâb/Alp er Tonga’ya benzetir. Böylece Nizâmî, Şîrîn’in Türk soylu olduğunu dile getirmiş olur (Nizâmî 1986a: 114; 1370: 222):
گر او ماهست ما نيز آفتابيم / و گر كيخسرو است افراسيابيم
Eğer o, ay ise biz de güneşiz! O Keyhüsrev ise biz de Efrâsiyâb’ız!
Türk Dili
Bilindiği gibi Sâmânîler, Karahanlılar, özellikle de Gazneliler ve Selçuklular ile diğer bazı Türk devletlerinde kültür ve sanat hayatının ilerlemesinde üç dil kullanılmıştır. Bunlar, ilmî hayatta ve hukukta kullanılan Arapça, edebî metinlerin yazıldığı Farsça ile saray ve orduda konuşulan Türkçedir (geniş bilgi için bak. Kartal 2019: 63-82, 161-168). Arapça, VII. asırdan itibaren İslâm dininin yayıldığı ülkelerde hem dinî hem de ilmî eserlerde kullanılmıştır. Bunda Farsçanın, Bîrûnî’nin Kitâbu’s-saydana’sının mukaddimesinden anlaşıldığına göre, XII. asırda bile ilim dili olmak bakımından Arapçanın yerini tutabilecek konumda olmaması etkili olmuştur. Resmî dil ise, Sâmânîler, Gazneliler ve Selçuklular döneminde yapılan ve neticesiz kalan birkaç teşebbüse rağmen Arapça olarak devam etmiştir (Râdûyânî 1949: 3). Farsça ise, XII. asırdan itibaren tedricen şiir dili olarak kabul edilmiştir. Bundan dolayı ahalisi Türk olan Türkistân, Anadolu, hatta Hindistan’da Farsçanın şiir dili olarak kabul edilmesi, Türk, Hint ve başka milletlerden olan şâirleri kendi dilleriyle değil de, Farsçayla şiir söylemeye yöneltmiştir. XI-XIII. asırlarda Farsçanın, Farsların dışındaki milletlerde, hem şiir dili hem de resmî dil olarak kabul edilmesinde, Türkistân’ın ve İran’ın meşhur Türk asıllı hükümdarları Mahmûd-ı Gaznevî, onun oğlu Sultân Mes’ûd, Azarbaycan hükümdarlarından Atabek Muhammed bin İldeniz, Muhammed Cihân Pehlivân, Kızıl Arslan ve özellikle Selçuklu hükümdarları önemli bir rol oynamıştır (Şükürlü 2002: 12). Genceli Nizâmî’den bir Leylâ vü Mecnûn yazmasını isteyen İran asıllı Şirvanşahlardan Ahsitan Şah’ın yazmış olduğu, Genceli Nizâmî’nin ise eserinin başında ifade ettiği, Hamit Araslı’nın nazmen aşağıdaki şekilde aktardığı mektuptaki düşünceler de bu açıdan dikkat çekmektedir (Araslı 1998: 122; metin için ayrıca bak. Nizami Gencevi 2004: 34):
کای محرم حلقه غلامی / جادو سخن جهان نظامی
خواهم که به یاد عشق مجنون / رانی سخنی چو در مکنون
چون لیلی بکر اگر توانی / بکری دو سه در سخن نشانی
بالای هزار عشق نامه / آراسته کن به نوک خامه
شاه همه حرفهاست این حرف / شايد که در او کنی سخن صرف
ترکی صفت وفای مانیست / ترکانه سخن سزای ما نیست
آن کز نسب بلند زاید / او را سخن بلند باید [1]
Ey söz dünyasına hâkim Nizâmî / Kulluga mahremsen, tut ilticâmı
İsterem Mecnûn’un büyük aşkına / Bir söz hazinesi açasan yeni
Bâkire Leylî tek ey büyük üstâd / Şi’rde iki-üç bâkir söz yarat
Men aşk kitâbından yüksek ve tâze / Sen öz kaleminle bir dâstân beze
Kâmil cevherinin hazînesinden / Gör kimin sapına inci düzersen
Türk dili yaramaz şâh neslimize / Eksiklik getirir Türk dili bize
Yüksek olmalıdır bizim dilimiz / Yüksek yaranmışdır bizim neslimiz
Ahsitan Şah’ın bu sözlerini okuyan Nizâmî-i Gencevî’nin;
چون حلقه شاه یافت گوشم / از دل به دماغ رفت هوشم
نه زهره که سر ز خط بتابم / نه دیده که ره به گنج یابم
سرگشته شدم دران خجالت / از سستی عمر و ضعف حالت
Şahtan bu emri telakki edince aklım gönlümden dimağıma gitti. Ne şahın buyruğundan dışarı çıkmağa cesaretim, ne hazineyi elde etmek için gidilecek yolu görecek gözüm var. Zaafımdan ve ihtiyarlığımdan utanıyordum. Hayrette kaldım.
sözleri, hem Ahsitan Şah’a olan tepkisini hem de hem de sahip olduğu millî ruha ve dil bilincine ışık tutmaktadır.
Diğer taraftan, Nizâmî-i Gencevî’nin Heft-peyker’inde yer alan ve Memmed Rahim tarafından nazmen aktarılan şu beyitler de bu mânâda ilginçtir (Şükürlü 2002: 24; Nizami Gencevi 2004a: 45):
عقل داند كه من چه مى گويم / زين اشارت كه شد چه مى جويم
نيست از نيستى شكست مرا / گله زانكس كه هست هست مرا
تركيم را در اين حبش نخرند / لا جرم دو غباى خوش نخورند [2]
Ağıl, nƏ deyirƏm anlayar mƏni / NƏlƏr axtarıram, o duyar mƏni
MƏnim şikaytƏim yoxluqdan deyil / Ondandır, ondandır bu sƏn dƏ bil
Almaz türklüyümü hƏbƏş ölkesi, / Olmuş xoş dovğadan mƏhrum cümlƏsi
Nizâmî, bu şiirinin özellikle üçüncü beytinde, Türk gibi güzel olan eserlerini ve kendisinin Türk olduğunu, karalığın simgesi olan Habeşistan’a benzeyen bu cehalet ülkesinde/İran’da kabul etmediklerini; Türklerin millî yemeği olan lezzetli toga yemeğini yemediklerini yani şirin ve tatlı eserlerini okumadıklarını belirterek tavrını ortaya koymuştur (Nizami Gencevi 2004a: 311). Ayrıca Nizâmî’nin bu sözleri, o dönemlerde hassaten Azarbaycan’da Turkî/ تركىolarak zikrettiği Türk dilinin/Türkçenin var olan hâkimiyetini göstermesi bakımından önemlidir. Diğer taraftan, büyük ihtimalle Türk dilinin yayılmasını engellemek, bunu da o dönemin önemli Türk asıllı şâirlerinden Nizâmî-i Gencevî vesilesiyle yapmak isteyen Ahsitan Şah’ın, Genceli Nizâmî’yi Farsça yazmaya zorlaması da üzerinde düşünülmesi gereken bir husus olarak dikkat çekmektedir (Resulzade Mehmet Ali 1934: 276/1314; bak. Kartal 2019: 161-162).
Güzel
İlk dönem şiirlerinden itibaren Türk kelimesi, Farsçada daha çok “sevgili, güzel” manasında kullanılmıştır. Hatta Arapça, Farsça ve Türkçe klasik kaynaklarda da Türk güzellere dikkat çekilmiş ve Türk güzellerin “güzelliğin timsali” olduğu dile getirilmiştir (bak. Kartal 2019: 218-220). Nitekim Nizâmî-i Gencevî de başka milletlere ait güzellerin, ancak Türk olmayan yerde güzel olarak kabul edildiklerini, hatta onların güzellik bakımından sadece “Türk”e benzeyebileceğini ifade etmektedir (Şükürlü 2002: 41). Ayrıca Rahîm-i Afîfî, Ferheng-nâme-i Şi’rî isimli sözlüğünde, Türk kelimesinin “mahbûb, mâşuktan kinaye olduğunu, yani sevgili manasında kullanıldığını” (Afîfî 1372: I/462) belirtmektedir. Türk sözü, semantik seyri içerisinde “güzel insan” ve “sevgili” ile eş manada mecazî bir kavram hâline gelmiş, insandaki ideal fizikî güzelliği ifade eden bir ölçü olmuştur. Böylece “mahbûb” ile “mâşuk” aynı kavram içinde birleşerek “Türk” ismi, etnik manasının ötesinde Farsçada “sevgili” sözü yerine geçen bir kelime olmuştur (Akün 1994: 418). Fransız J. B. Nicolas’ın, Ömer Hayyâm’ın rubaîlerinin Fransızca tercümesinden oluşan Les Quatrains de Khéyam isimli eserinde yer alan, “Türk kadın veyahut erkeği, İranlıların nazarında güzellik timsalidir.” şeklindeki değerlendirmesi de bu açıdan dikkat çekmektedir (Danişmend 1982: 10). Diğer taraftan bu güzel/sevgili, “güzel” oluşunun yanında, gönüllerini çeldikleri kimselere karşı “mütekebbir”, “nazlı” ve “cefacı” olmasıyla da dikkat çekmektedir (Akün 2013: 142; Okuyucu 2004: 218). Buna bağlı olarak, artık “güzel” ve “sevgili” kelimeleriyle aynı anlamda kullanılan “Türk” kelimesiyle, Farsça Turk-i kemân-keş, Turk-i perî-çihre, Turk-i ser-keş gibi çeşitli terkipler meydana getirilmiş ve Fars şiirinde kullanılmıştır (bak. Kartal 2019: 224-228). Bu durum aynen Nizâmî-i Gencevî’nin şiirlerinde de görülmektedir. Nitekim O, şiirlerinde güzelden bahsedeceği zaman onu Farsçaya ait bir kelime ile değil de bizzat “Türk” kelimesiyle ifade etmiştir;
Hüsrev ü Şîrîn
و گر کس روی نامحرم به بیند / همان در خانه ترکی نشیند
Eğer bir kimse namahrem bir kadının yüzünü görür yahut evde bir Türk/mahbup ile oturursa (Nizâmî 1986a: 43).
Leylâ vü Mecnûn
ترکی که شکار لنگ اویم / آماجگه خدنگ اویم
O Türke/güzele aksak bir av oldum. Onun (attığı) oka hedef oldum.
Şiirlerinde “güzeli”, “Türk” kelimesiyle ifade eden, “Türk”ü güzelliğin timsali olarak gören Nizâmî, eserlerinde “ترك دلستان/Turk-i dil-sitân”, “ترك طناز/Turk-i tannâz”, “ترك نازنين/Turk-i nâzenîn” gibi Farsça terkiplere de yer vermiştir (Şükürlü 2002: 43; Resulzâde 1951: 179);
Hüsrev ü Şîrîn
چنان در سر گرفت آن ترک طناز / کزو خسرو نه کیخسرو کشد ناز
O şuh dilber, öyle sitem ediyor ki, Hüsrev değil Keyhüsrev olsa onun nazını çeker (Nizâmî 1986a: 254).
Nizâmî-i Gencevî, Leylâ vü Mecnûn mesnevîsinin kadın kahramanı olan Leylâ’yı, “Turk-i Acem” ve “Turkân-ı Arab” şeklinde de nitelendirmiştir:
ماه عربی به رخ نمودن / ترک عجمی به دل ربودن
Göründüğü zaman Arabistan ay’ı; gönül kapmakta Acem Türkü (Nizâmî 1985: 56; Kartal 2019: 223).
از نوش لبان آن قبیله / گردش چو گهر یکی طویله
ترکان عرب نشینشان نام / خوش باشد ترکتازی اندام
Etrafında o kabilenin tatlı dudaklı güzellerinden bir inci dizisi. Bunlar Arap güzelleri. Arap endamlı Türkler/güzeller hakikat çok güzel olur (Nizâmî 1985: 91).
Çinde yaşayan Uygur Türk güzelinden ise “Turk-i Çînî” olarak bahsetmektedir;
بدان ترك چينى چنان دل سپرد / كه هندوى غم رختش از خانه برد
O Çin Türküne/güzeline öyle gönül bağladı ki, gam hırsızı evinden (bütün) eşyalarını çaldı (Resulzade 1951: 180; 1991: 143).
“Türk” kelimesinin Farsça çokluk şekli olan “Turkân”ın da güzeller anlamında kullanıldığı müşahede edilmektedir. Nitekim Hüsrev ü Şîrîn’de güzellerden bahsedilirken “Turkân” kelimesi kullanılmıştır;
همه ترکان چین بادند هندوش / مباد از چینیان چینی برابر وش
Çin Türkleri/güzelleri ona köle olsun ve Çinlilerden ötürü onun kaşları asla çatılması (Nizâmî 1986a: 31)
Arap ve İran şâirleri, Türk güzellerinin, insana tesir eden çekik ve mahmur gözlerini, güzel göz yerine kullanmışlardır (bak. Kartal 2019: 228-233). Nizâmî de güzel ve çekici gözden bahsedeceği zaman, onu “چشم تركى /çeşm-i Turkî” şeklinde “Türk gözü” olarak nitelendirmiş ve ahunun gözüyle mukayese etmiştir (Şükürlü 2002: 43; Resulzâde 1951: 171). Bazen de sevgiliyi, gözünün dar ve çekik olmasından dolayı Tatar gözlü olarak nitelendirmiştir;
Heft-peyker
گفت کای تنگ چشم تاتاری / صید ما را به چشم می ناری
Ey Tatar gözlü (güzel)! Gözüne avımızı niçin almıyorsun, dedi.
Farsça şiirde, bir tebessüm ya da gülüşün tatlılığı belirtilmek istendiğinde, “خندۀ تركى/hande-i Turkî (Türk gülüşü)” şeklinde ifade edildiği dikkat çekmektedir (bak. Kartal 2019: 234-235). Nizâmî, Mahzenü’l-esrâr’ında sevgilinin/güzelin gülüşünü, “Türk güzellerin tatlı gülüşüne” benzetmiştir. Hatta bu gülüş, şekeri bile kıskandırmaktadır;
تنگ دل از خندۀ ترکان شکر / سرمه بر از چشم غزالان نظر
Türkün/güzelin gülüşünden dolayı şekerin gönlü yaralıdır. Ceylanların gözünden sürmeyi aşırmıştır (Resulzade 1951: 179; Gençosman 1986: 62-63).
Heft-peyker’de Behrâm-ı Gûr’un köşkünde oturup haftanın yedi gecesi hikâye anlatan güzeller ile hikâyelerde bahsedilen dilberler de “Türk” olarak tavsif edilmiştir. Nitekim Rum prensesi, Rum soylu bir Türktür (ترك رومى نسب). Nizâmî, hangi milletin güzelinden bahsederse bahsetsin, onları Türk güzeline benzetmiş ve onunla ilgi kurmuştur (Şükürlü 2002: 43; Resulzâde 1951: 171-172).
Nizâmî-i Gencevî, aşağıdaki beytinde geçen “Türkistân” kelimesini, güzellerin bulunduğu saray/harem manasında kullanmıştır (Resulzade 1951: 180; 1991: 143):
و ز آن چون هندوان رفتن براهش / فرستادن به تركستان شاهش
Hintli gibi yolunu kesmemek için, şahın sarayına/haremine gönderildi/taşındı.
Nizâmî-i Gencevî’nin, Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsinde Hz. Peygamber’in güzelliğinden bahsederken, özellikle “Türk” kelimesini kullanması, ayrıca dikkat çekmektedir (Resulzade 1951: 182):
زهی پیغمبری کز بیم و امید / قلم راند افریدون و جمشید
زهی سر خیل سر خیلان اسرار / سخن را تا قیامت نوبتی دار
زهی گردون زنی کزبیم تاجش / کشد هر گردنی طوق خراجش
زهی ترکی که میر هفت خیل است / زماهی تا بماه اورا طفیل است
Korku ve ümit bakımından ne yüce bir peygamberlik ki, Ferîdûn’un ve Cemşîd’in saltanatına son verdi. Esrar âleminin ne beliğ bir kafilesâlârıdır ki, kıyamete kadar söze meydan okuyacaktır. Ne haşmetli bir şeriat sahibidir ki, tacının heybetinden her hükümdar boynunda, onun haraç tokasını taşır. Ne eşsiz bir Türktür/güzeldir ki, yedi iklimin sultanıdır ve balıktan aya kadar bütün varlık onun kölesidir (Nizâmî 1986a: 402).
Azade Rüstem, Nizâmî-i Gencevî’nin bir kasidesinde, Ka’be’nin örülmüş beyaz duvarlarını “Arap boylu Türke/güzele”, hacerü’l-esvedi/kara taşı ise bu beyaz duvara ayrı bir güzellik veren süse yani güzelin yüzündeki siyah bene benzettiği beytini, şu şekilde manzum olarak tercüme etmiştir (Zencânî 1391: 12; Rüstem 2000: 43, 94):
تركى است تازى اندام و ز بهر دل ستانى / بر عارض سپيدش خال سيه ز عنبر
ArƏb boylu bir Türk kimi könül almaq üçün bax
AnbƏr kimi qara bir xal bƏslƏmƏkdƏ ag yanaq
Nizâmî’nin şiirlerinde geçen “Türk” kavramı, sadece insan güzelliği ve insanî güzelliklerin değil, tabiattaki güzelliklerin de sembolü olarak kullanılmıştır. Nitekim Mahzenü’l-esrâr’da yeşillikle donanmış ve çeşitli çiçeklerle bezenmiş bir kırdan bahseden şâir, “Türk”ü yasemine sıfat olarak kullanmıştır (Resulzade 1951: 185);
ترک سمن خیمه به صحرا زده / ماهچه خیمه به ثریا زده
Güzel/ak yüzlü yasemin çadırını sahraya kurmuş, ay bu çadırın üzerinde kandil gibi sallanıyor (Nizâmî 1986: 55).
هندوک لاله و ترک سمن / سهل عرب بود و سهیل یمن
Koyu renkli lâle “Sehl”in sevgilisi “lâle”ye ve ak yüzlü/güzel yasemin de Yemen padişahı Süheyl’in maşukası “Semen”e dönmüş (Nizâmî 1986: 55).
Yiğit Türk Kadını
Türk milletinin en önemli seciyelerinden biri olarak kabul edilen “kahramanlık ve yiğitlik” vasfı, sadece Türk erkeklerine değil, Türk kadınına da ait önemli bir nitelik olarak kabul edilmektedir. Nitekim erkekler içine karışmış olan Türk kadınları, Türk erkeğinin sahip olduğu bütün meziyetlere sahip olmuşlardır. Hatta Türk kadınları, çocuklarını bizzat buna göre terbiye edip yetiştirmişlerdir. “Aslan kızı olan bir ananın çocuğu da aslan oğlu olur.” sözüne istinaden o, cesaret ve yiğitliğin ilk örneğini bizzat annesinde görmüştür. Bundan dolayı on on bir yaşlarındaki bir Türk çocuğu, çok iyi bir süvari ve gürbüz kahraman olmaktadır (Mehmed Emîn Efendi 1986: 59). Ayrıca tarih boyunca Türk kadınları, belli bir yaşa gelince erkeklerle birlikte savaşa hazırlık için yapılan eğitim ve çalışmalara katılmış, at üzerinde kılıç çalma, kalkan tutma, ok ve mızrak atma alıştırmaları yapmış; hatta erkeklerle güreş tutmuştur (Şükürlü 2002: 46). Diğer taraftan Nizâmî-i Gencevî’nin Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsinde, hem Efrâsiyâb/Alp er Tonga neslinden gelen hem de sabırlı, namuslu ve sadakatli bir Türk kızı olarak karşımıza çıkan Şîrîn, aynı zamanda, yel gibi uçan “Şeb-dîz” isimli atına binerek sevdiği gencin arkasından korkusuzca başka bir ülkeye giden cesaretli ve yiğit bir kadındır. İskender-nâme’deki Nestender Cihân ise hiç kimseden izin almadan Rus ordusundaki askerlerle savaşa girişen bir Türk kızıdır[3](Şükürlü 2002: 30, 63; Resulzade 1951: 214-16). Hatta göstermiş olduğu kahramanlıkla Yunan ordusunu ağır bir mağlubiyetten kurtaran yine odur (Şükürlü 2002: 226). Ayrıca Nizâmî-i Gencevî’nin mesnevîlerinde görülen güzel, azimli, sadakatli, akıllı ve zeki şeklinde görülen kadınların tamamının Türk olması da dikkat çekmektedir. Çünkü ona göre güzellik, sadece Türk kadınında var olan bir özelliktir. Başka milletlerin kadınları, ancak Türk güzellerine benzerler. Bundan dolayı Türknâz, hem güzelliği hem de sahip olduğu hasletler vesilesiyle başka halklara mensup bütün gençleri kendisine âşık etmiştir. Bu da o halkların kadınlarının üzülmesine ve kederlenmesine sebep olur. Diğer taraftan bu Türk kadınları, Dede Korkut hikâyelerinde görüldüğü gibi at sırtında zırhını giymiş ve kılıçlarını çekmiş bir durumda düşmana pervasızca saldırmakta, hatta aşkları için savaşmaktan bile çekinmemektedirler (Şükürlü 2002: 63-64, 226). Nitekim Türk güzeli Fitne, Türklere has vakarı, azmi, akıllı ve zeki davranış ve tedbirleriyle İran şahı Behâm-ı Gûr’dan daha yüksek olduğunu göstermiştir (Şükürlü 2002: 226). Yine Nizâmî-i Gencevî’nin İskender-nâme’sinde İskender’in Çinde bulunduğu sıralarda Hakan tarafından kendisine “Turk-i Çînî” şeklinde tavsif edilen Türk bir cariye hediye edildiğini; bu cariyenin güzelliğinin yanında musiki ile raksta başarılı olduğu gibi yiğitlikte de maharet sahibi olduğu belirtilmektedir (Resulzade 1951: 214; bu konuda bak. Kartal 2019: 246-249). Ayrıca Nizâmî’nin bir Türk güzeli olarak anlattığı Leyla da cesaretli olup İbn Selâm’a karşı kendi hukukunu savunmaktan çekinmemiştir (bak. Şükürlü 2002: 63-64).
Dede Korkud Hikâyeleri’ndeki Türk kadınlarıyla Nizâmî’nin mesnevîlerindeki Türk kadınları hüviyet olarak birbirlerine benzemektedirler. Her ikisinde de Türk kadınları son derece akıllı, korkusuz, yiğit, cesaretli, sadakatli, aşkına ve erine bağlı ve inatçıdır. Kılıç çalmayı, ok ve mızrak atmayı, kalkan tutmayı, ata binmeyi ve at sırtında savaşmayı bilir. Korkusuzca tek başına ya da diğer kişilerle savaşmaktan çekinmez (Şükürlü 2002: 64).
Türklerin yaşadığı coğrafî alanlar ve bu coğrafî alanlarda yaşayan Türk boy ve soylarının adları, gerek Türk dilli gerekse Fars asıllı şâirlerin kaleme almış oldukları Farsça şiirlerde kendilerine geniş bir kullanım alanı bulmuştur (bak. Kartal 2019: 272-297). Bazen gerçek bazen de hem mecazlı hem de rumuzlu bir şekilde kullanılan bu yer ve soy adlarının Nizâmî’nin şiirlerinde de kullanıldığı görülmektedir;
Çâç[4]:
كمانهاى چاچى و چينى پرند / گرانمايه شمشير ها نيز چند
Çâç işi kemanlar ve Çin işi ipekli kumaşlar, birkaç da değerli kılıç (Şükûn 1984: 1/674).
Elân[5]:
به گرداگرد خرگاه کیانی / فرو هشته نمدهای الانی
Saltanat otağının etrafına Elân halıları döşenmişti (Nizâmî 1986a: 93, 482).
Ferhâr[6]:
ملک را هست مشگوئی چو فرخار / در آن مشگو کنیزانند بسیار
Padişahın Ferhâr kadar geniş bir köşkü vardır ki, içi cariyelerle doludur (Nizâmî 1986a: 71).
Halluh (Karluk, Halaç, Kalaç)[7]:
بخدمت شمسۀ خوبان خلخ / شهنشه را چنين در داد پاسخ
Halaç güzellerinin güneşi, şahlarşahına şu şekilde cevap verdi (Nizâmî-i Gencevî; Resulzade 1951: 332; 1991: 228).
Hırhîz (Kırgız):
زخرخيز و از چاچ و از كاشغر / بسى پهلوان خواند زرين كمر
Kırgız, Çâç ve Kâşgar’dan çok olarak kızıl kemerli yiğitler/pehlivanlar çağırdı (Resulzade 1951: 332; 1991: 228).
Hoten[8]:
به خرم گر فرو شد بخت بیدار / به صد ملک ختن یک موی دلدار
Eğer uyanık baht, yârin bir tel saçını yüz Hoten mülküne satarsa, alırım (Nizâmî 1986a: 152, 492).
یکی گفت از ختن خیزد نکوئی / فسانه است آن طرف در خوبروئی
Biri; “Güzel Hoten’den çıkar, güzellik husussunda orası dillere destan olmuştur.” (Nizâmî 1986a: 244).
Kıfçak (Kıpçak):
بيابان همه خيل قفچاق ديد / در او لعبتان سمن ساق ديد
Çölde baştanbaşa Kıpçak topluluğu gördü; orada ak baldırlı güzeller gördü (Nizâmî-i Gencevî; Resulzade 1951: 332; 1991: 228).
Mehmed Emin Resulzade, Nizâmî-i Gencevî’nin İskender-nâme’sinde zikrettiği Kıpçak kadınları ile ilgili değerlendirmelerini şu şekilde manzum olarak tercüme etmiştir (Resulzade 1951: 346, 374):
بیابان همه خیل قفچاق دید / در او لعبتان سمن ساق دید
بگرمی چو آتش بنرمی چو آب / فروزانتر از ماه و از آفتاب
سپاهی عذب پیشه و تنگ باب / چو دیدند روی چنين بی نقاب
نقابى نه بر تختۀ رويشان / نه باك از برادر نه از شويشان
كس از بيم شه تركتازى نكرد / بدان لعبتان دستبازى نكرد
Ordusuyla beraber İskender
Deşt-i Kıpçak’a eylediydi Sefer
Kıpçak’ın gördü ak kadınlarını
Tombul endâm gül yanaklarını
Yüzlerinde nikâb yaşmak yok
Kimseden örtünüp te kaçmak yok
Koca, kardeşten hiç çekinmezler
Gezer erkekler ile ürkmezler
Tamgaç: Türkistân’da bulunan şehirlerden.
كمندى چو آبروى طمغاچنان / جخم چون كمان گوشۀ چاچيان
Tamgaçlıların kaşları gibi bir kement ki, eğrilikte Çaçlıların yayları gibidir (Resulzade 1951: 332; 1991: 228).
حبش را زلف بر طمغاج بندد / طراز شوشتر در چاج بندد
Habeş’in zülfünü Tamgaç’ta bağlayacak, Şüşter’in yakasına nişanı Çaç’ta takacaktı (Nizâmî 1986a: 18).
Türkmân/Türkmen:
به سرای ضرب همت به قراضه ای چه لافم / چه زید به پای پیلان الچوق ترکمانی
Himmet darphanesinde elimdeki bir parça altın kırıntısına güvenerek benim de bir şey olduğumu nasıl iddia ederim. Fillerin ayağı altında Türkmen çadırı yaşayabilir mi? (Zencânî 1391: 24; Nizâmî 1944: 12).
Yagmâ[9]:
Hüsrev ü Şîrîn
بساط شه ز یغمائی غلامان / چو باغی پر سهی سرو خرامان
Padişahın huzuru, Yağmalı Türkistân köleleri ile salınan fidan boylularla dolu bir bahçeye benziyordu (Nizâmî 1986a: 92, 482).
برون آمد چه گويم چون بهارى /بزيبييى چو يغمايى نگارى
Dışarı çıktı. Ne söyleyeyim, tıpkı bir bahar gibi idi. Güzellikte Yağmalı Türke benziyordu (Şükürlü 2002: 195).
Şeref-nâme
چو خاتون يغما بخلخال زر / ز خرگاه خلخ بر آورد سر
O Yağma güzeli kızıl/altın halhalı ile Halluh/Karluk çadırından çıktığı zaman (Şükürlü 2002: 195).
مگر تیر ترکان یغمای من / نخوردی که تندی به غوغای من
Benim Yağmalı Türklerimin okunu yemedin. Eğer ordunu hızlıca üzerime sürersen (Nizami Gencevi 2004b: 132).
Asker/Kahraman/Yiğit Türk
Türk milletinin, diğer dünya milletleri tarafından kabul edilip benimsenen ve takdir edilen en önemli seciyelerinden birisi, hiç şüphesiz “yiğitlik, cesaret ve kahramanlık”tır. Geçmişten bu güne darbımesel hâline dönüşen bu özelliklerinden dolayı, kadim dönemlerden beri asker millet/ordu millet olarak kabul edilen ve anılan Türklerin bulunduğu yerde, muhakkak “yiğitlik, kahramanlık ve cesaret”in de olduğu düşüncesi, diğer milletlerde net bir şekilde oluşmuştur. Türklerin bu hasletinden dolayı birçok devlet, bünyesinde özellikle Türk asıllı asker bulundurmakla kalmamış, bundan dolayı gurur bile duymuştur (bak. Kartal 2019: 262-272). Kâşgarlı Mahmûd’un Dîvânu Lügati’t-türk’te (bak. 1985: I/352) dikkat çektiği Türklerin bu kahramanlık, yiğitlik ve cesaret özellikleri Nizâmî’nin şiirlerine de yansımıştır. Bu kullanım “Türk”ün güzellik sembolü olduğu gibi “kuvvet”, “kahramanlık” ve “cesaret”in de sembolü olduğunu göstermektedir (Resulzade 1951: 180). Genceli Nizâmî, iki İranlı olan Hüsrev ile Behrâm arasında vuku bulan savaşı tasvir ederken şöyle demektedir;
فروبسته در آن غوغاى تركان / زبانگ ناى تركى ناى تركان
Bu Türkler arasında kızışan savaşta Türk borusunun bağırtısından Türklerin gırtlağı kısılıyordu.[10]
Bir başka beytinde ise bir savaşı tasvir derken yiğitlerden birinin savaş meydanına atılışını “تركوار/Turk-vâr (Türk gibi)” şeklinde ifade etmektedir;
زقلب سپه پيش آن تندمار / فرورفت جوشن درى تركوار
Ordunun merkezinden fırlayan zırh giymiş birisi, Türk gibi meydana atılıverdi.
Nizâmî, bu beyitlerde geçen “Türk” kelimelerini, asker, cengâver, bahadır ve muharip karşılığında kullanmıştır (Resulzade 1951: 180).
Dârâ, İskender’i Türk olarak nitelendirdiği kahramanlarıyla korkuturken; İskender de, Hint hakanına karşı yine Türk olarak vasıflandırdığı askerleriyle şu şekilde övünmektedir (Resulzade 1951: 181; 1991: 144):
مگر تير تركان يغماي من / نخوردى كه تندى بيغماى من
Sen benim Türklerimin okunu yemedin mi ki, bana baskın yapıyorsun (çıkışıyorsun).
غلامان تركم چو گيرند شست / زتيرى رسد لشكرى را شكست
Benim Türklerim el kaldırırlarsa, attıkları tek bir okla bir orduyu (bile) dağıtırlar.
Nizâmî, Hüsrev ü Şîrîn’de Hüsrev’in, Şîrîn’i aramak için gittiğini anlatırken “Türk” kelimesini “azimkârlık” manasında kullanmıştır (Resulzade 1951: 180);
فرس میخواست بر شیرین دواند / به ترکی غارت از ترکی ستاند
Hüsrev, Şîrîn’in üzerine at sürmek istiyordu. Bir Türkü/güzeli başka bir Türkle/güzelle yağma edecekti.” (Nizâmî 1986a: 245).
Şeref-nâme’de Dârâ ile İskender’in ordusunun yaptığı savaş anlatılırken “Türk yürüyüşü” ve “Türklerin coşkunlukları” şu şekilde dile getirilmiştir (Resulzade 1951: 180-181);
چنان آمد از پای ترکی خروش / که از نای ترکان برآورد جوش
Türk yürüyüşünden çok büyük gürültü oluştu. Türklerin coşkunluklarından büyük velvele oluştu.
Özellikle “Turk-tâz/تركتاز” kelimesinin Farsça “kerden/etmek, eylemek” fiiliyle birleşerek Farsça şiirlerde “azmetmek ve cesaret göstermek” ile “hücum etmek ve baskı göstermek” anlamlarında kullanıldığı da müşahede edilmektedir:
كس از بيم شه تركتازى نكرد / بدان لعبتان دستبازى نكرد
Hiç kimse şahın korkusundan cesaret etmedi, o perilere el uzatmadı (Nizâmî-i Gencevî; Şükürlü 2002: 49).
ميكرد به وقت غمزه سازى / بر تازى و ترك تركتازى
Gamzesazlık ettiği zaman, Arab’a da, Türk’e de baskın geliyordu (Nizâmî-i Gencevî; Şükürlü 2002: 49-50).
Rehber/Lider
Nizâmî’nin “Türk” kelimesine yüklediği anlamlardan biri de “rehber/lider”dir. O en büyük sultandan, liderden ya da kılavuzdan bahsedeceği zaman, “Türk” sıfatını kullanmıştır. Nitekim idealize ettiği İskender’in aklını, tedbirini, işi ehline verme esasına dayanan idare sistemini Hired-nâme’de anlatırken şöyle demekte ve onu “Türk”le özdeşleştirmektedir;
بتدبير كار آگهان دم گشاد / ز كار آگهى كار عالم گشاد
وگر نه یکی ترک رومی کلاه / به هند و به چین کی زدی بارگاه
Mehmed Emin Resulzade bu beyitleri manzum olarak şöyle Türkçeye tercüme etmiştir;
Bilginlere daim kulak asardı,
İşlerini bilginlikle yapardı;
Yoksa bu Rum kalpağı giymiş bir Türk
Hind’e, Çin’e ne suretle konardı!?
Adalet
Nizâmî, adalet üzerine kurulmuş devleti idealize etmiş ve bu devlet idealini de Türk devleti tipinde bulmuştur (Resulzade 1951: 183). Çünkü Türk devlet geleneğinde adaletin yeri ve önemi büyüktür. Bu gelenekte özellikle sultanın adil olup adaletle hükmetmesi esastır. Çünkü adil olma Tanrı tarafından sultana verilmiş olan bir görevdir. O, kendisine tevdi edilen bu görevi, en iyi şekilde yerine getirmekle mükelleftir. Adaletli davranma, sultanın bir hakkı değildir, bir hak olarak da kabul edilmemiştir. Eğer bir hak olarak kabul edilseydi, o zaman bunu uygulayıp uygulamamakta hür olurdu. Bu ise toplum içinde, insanlar arasında çeşitli huzursuzlukların çıkmasına sebep olurdu. Oysa sultan bunu bir görev olarak kabul ettiği için adil olmak ve adaletle hükmetmek zorundaydı. Bu ise toplumda huzuru sağlayan çok önemli bir faktör olarak kendisini göstermektedir (Yılmaz 2002: 52);
Nizâmî-i Gencevî, Mahzenü’l-esrâr isimli mesnevîsinde, Türk devlet geleneğinde adaletin hüviyetini zulme uğramış ihtiyar bir kadının ağzından Büyük Selçuklu Devleti hükümdarlarından Sultan Sencer‘e hitaben söylediği sözlerle ifade etmiştir;
شاه كه ترتيب ولايت كند / حكم رعيت به رعايت كند
تاهمه سر بر خط فرمان نهند / دوستيش در دل و درجان نهند
عالم را زير و زبر كردۀ / تا توئى آخر چه هنركردۀ
دولت تركان كه بلندى گرفت/ مملكت از داد پسندى گرفت
چونكه توبيدادگرى پرورى / ترك نۀ هندوى غارتگرى
Bu sözleri, Resulzâde nazmen şöyle aktarmıştır (Resulzâde 1951: 342, 375; Nizâmî 1370: 63)
Şâha düşen memleketi sevmektir
Halka bakmak adâleti gütmektir
Böylelikle emre boyun eğerler
Şâhı candan hem gönülden severler
Etmedesin âlemi zîr ü zeber
Sende yok ki başka türlü hüner
Türklerin çün yükseldi devletleri
Adaletten süslendi hep illeri
Mâdem ki sen zulme âmil olursun
Bir Türk değil, çapulcu bir Hindusun
Nizâmî’ye göre adaletli olmanın bir başka anlamı, işin sonunu düşünmektir. Zaten halkın kurtuluşu, ancak bu yolla ve gösterilecek bu faziletle mümkündür. Muhakkak iyilik de kötülükte karşılıklıdır. Vatan için, millet için güzel düşüncelere sahip olunduğunda, iyi dilekler beslenildiğinde ve adaletli davranıldığında toplumun bütün fertlerinin de buna karşılık vereceği ve iyi duygular besleyeceği vurgulanmıştır (Yılmaz 2002: 53). Ayrıca Nizâmî, bu söylemiyle adaletle Türkü özdeşleştirmekte, ikisini birbirinden ayrılmaz iki unsur olarak görmektedir. Adil olmayı, Türkün en önemli vasfı olarak belirtmektedir.
Sultan Sencer’e hitaben söylenen şu sözler de devlet adamlarının adaleti uygularken sabırlı olmaları gerekliliğine dikkat çekmektedir;
فتح جهان را تو کلید آمدی / نز پی بیداد پدید آمدی
شاه بدانی که جفا کم کنی / گرد گران ریش تو مرهم کنی
رسم ضعیفان به تو نازش بود / رسم تو باید که نوازش بود
Sen cihan kalelerini açmak için bir anahtar olarak geldin, zulüm için yaratılmadın. Cefayı azaltmak seni şah seçtiler. Başkaları yara açsa da sen merhem olacaksın. Zayıfların adaleti sana nazlanmak, senin ödevin ise onları okşamaktır.
Nizâmî’ye göre sultan, ülkenin işlerini düzenlemeli, hatta onun başında bekçilik yapmalıdır. Adil olan sultan, hem toplumu hem de ülkeyi her türlü kötülük ve belalardan uzaklaştırır. Yöneticinin adaletten ayrılması, haktan uzaklaşması büyük tehlikelerin ortaya çıkmasına sebep olur. Çünkü ülkede düzeni sağlayacak olan yegâne kişi sultandır. Onun adaletsiz davranışı halka da örnek olacaktır. Hatta yöneticelerin yapacakları zulümlerden daha fazlasını yapacaklardır. Halk arasında zulüm yapan kişilerden yaptıkları bu zulümlerin hesabının sorulmaması haksızlığın daha da artmasına sebep olacaktır (Yılmaz 2002: 43).
Nizâmî, Hüsrev ü Şîrîn’inde Tuğrul Arslan övgüsünde yazmış olduğu kasidesinde onu adil bir sultan olarak nitelemektedir (Nizami 1986a: 17);
پناه ملک شاهنشاه طغرل / خداوند جهان سلطان عادل
Mülkün ilticagâhı olan, Şâhenşâh/şahlar şahı Tuğrul, cihanın sahibi, adil bir hükümdardır.
Türk Kültürüne Ait Unsurlar
Nizâmî-i Gencevî’nin şiirlerinde Türk kültürüne ait olan bazı unsurların kullanıldığı müşahede edilmektedir. Nitekim Selçuklu sultanlarının alâmeti olan “dâg” ile Selçuklu çadırını şöyle tavsif etmiştir:
تا جنیبت کش تو باشی بر سر این نوبتی / داغ سلطان کن بدل طوق خلیفه کش به جان
گردن و ران هر دو طوق و داغ دارد لاجرم / چاشنی در گردن آمد فربهی در گرد ران
این دو منشور سیه کافتاد در منشور چشم / کسوت عباسی است این چتر سلچوکی است آن
بر سر عالم بماند این سیاهی تا ابد / در همه عالم سپیدی گر نماند گومما
از سیاهی تا سپیدی این سیاهی راست حکم / زین سیاهی نیز زنگی خوش بخندد شادمانی
(Zencânî 1391: 23)
Ve bu topraktan nöbet çadırının önünde varlık yedek atını çektikçe (yaşadıkça) gönlünün sağrısına Selçukî sultanının alâmeti olan dağı vur, canının boynuna da halifenin kulluk boyunduruğunu geçir. Bu suretle boynunda boyunduruk ve sağrında o dağ bulundukça şüphesiz boyun tarafın lezzetli ve sağrın şişman olur. Göz menşûruna düşen bu iki ferman (iki siyah gözbebeği)nin birisi Abbâsî elbisesi diğeri de Selçukî çadırıdır. Bu iki siyahlıktan birincisi ilelebet âlemin başı üzerinde baki kalsın ve isterse dünyada beyazın nam ve nişanı kalmasın (Nizâmî 1944: 16-17).
Nizâmî-i Gencevî, “nây-i Turkî” denilen ve Hatâ/Hıtâ/Huten Türklerine ait bir metre boyunda, başı deve başı gibi eğri ve delikli olan çok sesli boruya/zurnaya bir şiirinde şöyle yer vermiştir (Şükûn 1984: III/1871-72):
چنان آمد از نای ترکی خروش / که از نای ترکان بر آورد جوش
Nây-i Türkîden öyle bir ses çıktı ki, Türklerin boğazını cuş u huruşa getirdi.
Nizâmî-i Gencevî, bir çeşit unlu yemek olan “tutmaç”ı şiirine şu şekilde yansıtmıştır (Gandjei 2009: 319):
آرى آنرا كه در شكم دهل است / برگ تتماج به زبرگ كل است
Evet, beline davul alan adam için tutmaç yaprağı, gülün taç yaprağından daha iyidir.
Nizâmî’nin Şiirlerinde Türkçeyi Görmek
Özellikle Karahanlılar döneminden itibaren Türkçeden Farsçaya geçen ek ve kelimelerin, Farsça şiirler ve mensur eserlerde kullanıldığı dikkat çekmektedir (bak. Kartal 2019: 82-99). Nizâmî’nin şiirlerinde de Türkçe kelimelere ve unsurlara yer verilmiştir. Nizâmî’de Türkçe ek ve kelimelerin kullanımı kendini şu şekilde göstermektedir:
Türkçe Eklerin Kullanımı
Farsçaya, Türkçe bazı eklerin girdiği ve bu eklerle Farsça yeni kelimeler türetildiği görülmektedir. Nitekim “ci/جى”, “lah/لاخ”, “daş/داش” ve “taş/تاش” ekleri, Türkçeden Farsçaya giren bu tip eklerdendir. Türkçede, isimden isim yapım eki olarak kullanılan bu ekler, Farsça bazı isimlere eklenerek Farsça yeni kelimeler oluşturulmuştur. Meselâ, “-ci” ekiyle yapılan “ميانجى/meyânci” (: aracı); “-lah” ekiyle yapılan “سنگلاخ/senglah” (: taşlık), “رودلاخ/rûdlah” (: akarsuyu çok olan yer); “-taş” ekiyle yapılan “خواجه تاش/hâcetaş” (: efendileri bir olanlar), “خيلتاش /hayltaş” (: aynı soydan gelenler); “-daş” ekiyle yapılan “پاداش/pâdaş” (: arkadaş) bu tip kelimelerdendir. Oluşturulan bu tip kelimeler, Nizâmî’nin şiirlerinde şu şekilde görülmektedir (Kartal 2019: 82-83):
Nizâmî-i Gencevî (bak. Resulzade 1951: 331-32):
برون از ميانجى و از ترجمه / بدانست يك يك زبان همه
(İskender için söylenmiştir):
Meyanciye ve mütercime ihtiyacı olmadan herkesin dilinden anladı.
بسى راند بر شوره و سنگلاخ / گهى منزلش تنك و گاهى فراخ
Tuzlak ve senglahta/taşlıkta epeyi hayvan sürdü. Yolu bazen dar bazen de genişti.
رخم سر خيل خوبان طراز است / كمينه خيلتاشم كبر و ناز است
Yüzüm, Tıraz güzellerinin yüzünden daha güzeldir. Hayltaşımın/soydaşımın en aşağısı ise kibir ile nazdır.
آورده بحفظ دور باشى/ از شير و گوزن خواجه تاشى
Karakol hizmeti için aslanla geyiği hacetaş yapmıştır.
به خود گفتا جوابست اين نه جنگست/ كلوخ انداز را پاداش سنگست
Kendine: “Bu savaş değil, cevaptır. Kesek atanın pâdaşı/arkadaşı taştır.” dedi (Şükürlü 2002: 216).
Türkçe İsimlerin Kullanımı
تا كرمش در تتق نور بود / خار ز گل نى ز شكر دور بود
Lutfu ışığın tutuğunda (örtü veya güneşliğinde) iken, diken gülden, ney de şekerden mahrumdu (Resulzade 1951: 328).
آيد همه روز سر كشاده // جوقى چو سك از پى اوفتاده
Mecnûn hakkında: Her gün başı açık olarak geliyor ve arkasından bir çok (kalabalık) koşuşuyor (Resulzade 1951: 328).
ز دل دادن چاوشان دلير / دﻻور شده گور بر جنگ شير
Yiğit çavuşların teşvikiyle yaban eşeği arslanla cenge atılmış (Resulzade 1951: 328).
هزار و چهل سنجق پهلوى / روان در پى رأيت خسرى
Padişah bayrağının arkasından bin kırk pehlevî sancağı ilerliyordu (Resulzade 1951: 329).
Özellikle Genceli Nizâmî’nin “Hamse”sinde, bir çok Türkçe kelimeye yer verildiği müşahede edilmektedir. Eliisa Şükürlü yapmış olduğu araştırma neticesinde “Hamse”de şu Türkçe kelimelerin geçtiğini tespit etmiştir: aba (baba), alaçuk/alaçık, amaç (hedef), baba, bağdaş, baramaş (bayram), bayrak, bil/bel (kürek), bilek, bisrak/biserek (genç ve güçlü deve), bitik (yazı, kitap), börk (papak, şapka), çabuk, çaloş/çalış, çavuş, çetr/çadır, çoki (vahşi hayvanlar grubu, insan topluluğu), çubuk, dag, dengi (kızıl altın, kızıl sikke), durrac, durbaşi (silahlı dövüşçü), dug/düg (pamuk, ipek gibi nesnelerden iplik yapma aleti), ekdiş (annesi ve babası farklı milletlerden olan çocuk), eybe (heybe), eylak/iylak (yaylak), er, arslan, gul/gulam (kul, köle), hakanhatun/hatın, haftan/kaftan, kekil, kerenay (bir musiki aleti), kile/gil (ev), kuç/köç (göç), kari (yaşlı adam, kocakarı), karure (alev/ateş saçan bir çeşit silah), kerdek (yatak odası), kızıl, kerince/karınca, kılavuz, kir (siyah renkli mineral bir madde), kunduz, laşe (işte kullanılan at), moncuk/muncuk (boncuk), otak (oda), ouc/ovuc (avuç), ozan, besan/sanki, sevda (sevgi, ihtiras), sencek/sancak, sorme (sürme), su/sü (ordu), tag/dag (dağ), taş, tay (beraber, uygun), tazı, teniz (deniz), tapanca (sille, tokat), Togan (doğan kuşu), Togrul/tugrul (bir çeşit avcı kuş), tud (tut meyvesi), tug, tuğra, tutmaç (hamurdan yapılan bir çeşit yemek), tutuk (perde, örtü, çadır), uruk (nesil, soy), vaşak (uşak, hizmetçi, nöker), uştulum/üştülüm (gayri ciddi kişi), yagi/yagı (düşman), yal (at ve bazı vahşi hayvanların boyunlarında biten tüy), yezek (savaş meydanında ordunun önünde duran askerler), yaglik (yayın kirişi üzerine koyularak atılması için okun oturacağı delik), yağma, yatak, kuçek/kiçik, kırmızı, ter (taze), yırık (arık) (2002: 84-222).
Türkçe Fiillerin Kullanımı
Ali Şükürlü, Nizâmî-i Gencevî’nin Şeref-nâme isimli mesnevîsinde Türkçe “bağır-” fiilini kullandığını, hatta bu Türkçe fiili Farsçanın fonetiğine uygun hâle getirdiğini kaydetmektedir (Şükürlü 2002: 210):
بغريد كاى شير صيد آزماى / هماوردت آمد مشو باز جاى
Ey ava çıkan aslan! Senin rakibin geldi, sakın yerinden ayrılma, diye “bağırdı/بغريد”.
Nizâmî-i Gencevi’nin Leylâ vü Mecnûn isimli mesnevîsinde ise, Türkçe “kes-” fiiline yer verilmiştir (Şükürlü 2002: 210-11):
هم پرچم چرخ را گسستى / هم طاسك ماه را شكستى
Hem feleğin bayrağını “kestin/گسستى” hem de ayın tasını parçaladın.
Şeref-nâme’de Türkçe “göster-” fiilinin kullanıldığı dikkat çekmektedir (Şükürlü 2002: 211);
ببین تا به هنگام کین گستری / چه خون راندم از زنگی و بربری
Bu oyunda ne gösterdiğime bak. Zenci ile Berberinin kanını akıtıyorum.
“Bir dilin başka bir dilden fiil almayacağı prensibi”ne göre, Türkçe bir fiilin Farsçaya geçmesi ve kullanılması, hem Türkçenin Farsçaya olan etkisini hem de bu etkinin boyutunu göstermesi bakımından önemlidir.
Türkçe Atasözlerinin Farsçaya Tercüme Edilmesi
Türk soylu şâirlerin, Farsça şiir söylerken Türkçe bazı atasözleri Farsçaya tercüme ederek kullandıkları da müşahede edilmektedir (Kartal 2019: 98-100). Nitekim Nizâmî-i Gencevî’nin şiirlerinde de bu tip kullanımlara rastlanmaktadır (Nizâmî 1370: 163, 180; 1986a: 61, 83; Kartal 2007: 334).
Güneş balçıkla sıvanmaz:
برفت آنماه و آنصورت نهان كرد / بگل خورشيد پنهان چون توان كرد
Bu emri alan dilber, hemen gitti ve o resmi sakladı. Lâkin güneşi balçıkla sıvamak mümkün olur mu?
İki mihrapta namaz kılınmaz:
دگر ره گفت از این ره روی برتاب / روا نبود نمازی در دو محراب
Bir başka defa da kendi kendine şöyle mırıldandı: Bu fikirden vazgeç, iki mihraba namaz kılınmaz.
Kaynakça
Afîfî, Doktor Rahîm (1372), Ferheng-nâme-i Şi‘rî, si cild, Tehrân.
Akün, Ömer Faruk (1994), “Divan Edebiyatı” mad., Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 9, s. 389-427.
____, (2013), Divan Edebiyatı, İstanbul: İsam Yay.
Araslı, Hamid (1998), Azerbaycan Edebiyatı Tarihi: Tarihi ve Problemleri [Seçilmiş Eserleri], Baku: Gençlik.
Danişmend, İsmail Hami (1982), Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı, İstanbul: İstanbul Kitabevi.
Doulatabadi, Farzaneh (2017), “Fars Edebiyatında Nesir”, Sivrihisarlı Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı, hzr. Ahmet Kartal-Zafer Koylu, İstanbul, s. 499-514.
El-Bâharzî, Alî bin el-Hasan bin Ebî et-Tayyib (1993), Dumyetü’l-kasr ve Usrati Ehli’l-asr, 3 c., nşr. Doktor Muhammed Altunci, Beyrut: Dâru’l-ceyl.
Ergin, Muharrem (1997), Dede Korkut Kitabı I [Giriş-Metin-Faksimile], Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Kartal, Ahmet (2007), “Nizâmî ile Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’lerinin Mukayesesi”, Tunca Kortantamer İçin, editör: Prof. Dr. Yavuz Akpınar, İzmir, 295-353.
__________, (2019), Hakîkate Düşen Gölge [Türk-Fars Edebî İlişkileri], İstanbul: doğukütüphanesi.
Kaşgarlı Mahmud (1985-1986), Divanü Lûgat-it-Türk Tecümesi, çev. Besim Atalay, 4 c., Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Mehmed Emîn Efendi (1986), İstanbul’dan Orta Asya’ya Seyahat, hzr. Rızâ Akdemir, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.
Mesûdî (2011), Murûc ez-Zeheb [Altın Bozkırlar], çev. D. Ahsen Batur, 2. baskı, İstanbul: Selenge.
Mu’izzî (1362), Dîvân-i Kâmil-i Emîr Mu’izzî, Mukaddime ve Tashîh-i Nâsir-i Heyyirî, Tehrân: Neşr-i Merzibân.
Nizâmî (1344), Mahzenu’l-esrâr, be-Kûşiş-i Huseyn Pejmân Bahtiyârî, Tehrân.
____, Nizâmi-yi Genceî (1370), Külliyât-i Hamse, Çâp-i pencum, Tehrân: Çâphâne-i Sipihr.
____, (1944), Genceli Nizamî Divanı, tercüme eden: Ali Nihad Tarlan, İstanbul: Ahmet Halit Kitabevi.
____, (1985), Leylâ vü Mecnûn, çev. Ali Nihat Tarlan, İstanbul: Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay.
____, (1986), Mahzen-i Esrâr, çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul: Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay.
____, (1986a), Hüsrev ve Şîrîn, çev. Sabri Sevsevil, İstanbul: Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay.
Nizami Gencevi (2004), Leyli ve Mecnun, terc. Samed Vurgun, izahları yazan: Mübariz Alizade, önsöz: Halil Yusuifli, Bakı: Lider Neşriyat.
____, (2004a), Yeddi Gözel, terc. Memmed Rahim, izahları yazan: Rüstem Aliyev, önsöz: Halil Yusuifli, Bakı: Lider Neşriyat.
____, (2004b), İSKƏNDƏRNAMƏ: Şərəfnamə, terc. Abdulla Şaiq, izahları yazan: Əkrəm Cəfər, önsöz: Qəzənfər Əliyev, Bakı: Lider Neşriyat.
Okuyucu, Cihan (2004), Divan Edebiyatı Estetiği, İstanbul: L&M Yay.
Râddûyânî, Muhammed b. ‘Omar Ar-Râdûyânî (1949), Kitâb Tarcumân Al-Balâga, Mukaddime, haşiye ve izahlarla nşr. Ahmed Ateş, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yay.
Resulzade Mehmet Ali (1934), “Genceli Nizâmî”, Azerbaycan Yurt Bilgisi, sy. 31-32, s. 274-77.
Resulzade, Mehmet Emin (1951), Azerbaycan Şairi Nizamî, Ankara: Millî Eğitim Basımevi.
____, (1991), Azerbaycan Şairi Nizami, Bakı: Azerbaycan Devlet Neşriyatı.
Rüstem, Azade (2000), Nizami Gencevi, Divandan Bir Gülçin, Bakı: Qısmet Neşriyat.
Şükürlü, Elisa (2002), Genceli Nizamide Türkçülük, Bakı.
Yaltkaya, Şerafeddin (1989), Yedi Askı [El-Mu’allakâtu’s-seb‘a], İstanbul: Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay.
____, (2006), “Türklerle ilgili Arapça Şiirler”, yayına hzr. Musa Yıldız, Nüsha, sy. 21, s. 7-29.
Yılmaz, Saim (2002), Nizami’nin Estetik Anlayışı [Ethik-Estetik İlişkisi], Erzurum.
Zencânî, Berât (1391), Dîvân-i Nizâmi-yi Gencevî, Tehrân.
Zemahşerî (2004), Dîvânü ez-Zemahşerî, nşr. Abdussettâr Dayf, Kâhire: Müessesetü’l-muhtâr.
________ (2008), Dîvânü Cârullah ez-Zemahşerî, nşr. Fâtıma Yûsuf el-Huyemî, Beyrut: Dâru Sâdir.
https://ganjoor.net/nezami/5ganj/khosro-shirin/
https://ganjoor.net/nezami/5ganj/leyli-majnoon/
https://ganjoor.net/nezami/5ganj/7peykar/
https://ganjoor.net/nezami/5ganj/sharafname/
https://ganjoor.net/nezami/5ganj/kheradname/
https://ganjoor.net/nezami/5ganj/makhzanolasrar/
[1] Terc.: Ey kölelik halkasının mahremi, cihan sihirbazı Nizâmî; istiyorum ki Mecnûn’un aşkını yâdederek, dizilmiş inciler gibi sözler söyleyesin. İstiyorum ki elinden gelirse, Bâkir leylâ gibi sözde de birkaç bâkir söz abidesi dikesin. Kaleminin ucu ile bin tane aşknamenin bâlâsını süsle; efsane bütün efsanelerin padişahıdır. Sözünü buna sarf etmelisin. Fars ve Arap süsüyle bu taze gelini süslemelisin. Biz Sultan Mahmut Gaznevî gibi sözümüzde durmaz değiliz. O şekilde hareket bize yakışmaz. Yüksek bir aileden doğan bir hükümdar için yüksek eser lazımdır (Nizâmî 1985: 24-25).
[2] Terc.: Benim ne diyeceğimi ve bu işaretle hangi maksadı güttüğümü akıl bilir. Yokluk beni kıramaz. Benim şikâyetim, şikâyet edilmesi gereken kimselerdendir. Bu cehalet dünyasında benim Türkçemi almıyorlar. Şüphesiz benim lezzetli toga (yarmayla yapılan yoğurt çorbası) yemeğimi yemiyorlar (Şükürlü 2002: 24).
[3] Gerek Şîrîn gerekse Nestender Cihân, bu özellikleri itibariyle Dede Korkut hikâyelerinde geçen ve sevgilisi Kanturalı’nın izni olmadan Rum ordusu üzerine hücum edip onları kılıçtan geçiren Selcen Hatun’a benzemektedir (Şükürlü 2002: 63; Ergin 1997: 184-99).
[4] Mâverâünnehir’de bulunan şehirlerdendir. Yapılan güzel yaylarıyla meşhurdur.
[5] Kilimleriyle meşhur Türkistân’da bir şehir.
[6] Türkistân’ın doğusunda bulunan bir şehir.
[7] Fergana, Şaş ve civarında yaşayan Halluhlar/Karluklar, Türklerin en yakışıklısı, en uzun boylusu ve en tatlı simalısıdır. Hükümdarları, hakanlar hakanı/uluğ hakan olup diğer Türk ülkeleri ona bağlıdır. İran hükümdarlarını mağlup eden Alp er Tonga/Efrâsiyâb Yang-su Tigin bunlardandır (Mesudî 2011: 97).
[8] Doğu Türkistân’da, Semerkand ile Buhârâ arasında güzelleri ve miskiyle meşhur bir şehir.
[9] Türkistân’da güzelleriyle meşhur bir şehir.
[10] Nizâmî, İskender-nâme’sinde ise, bu minvalde şöyle demektedir (Genceli Nizami 2004b: 325) Zorba türk borusu etdikcə şiddət - Türklərin qoluna gəlirdi qüvvət