Hem Yaramın Hem Gönlümün Dermanı


 01 Temmuz 2021



 

Oğulhan gelin mecalsiz ayaklarını sürüyerek zar zor evine ulaştı. Kendini keçenin üzerindeki bir çift yastığa attı. Tüm köyün içinden kestirip geldiği gibi ağlamamak için dolduğu yüreğini, bağıra bağıra boşalttı. Önce hıçkırıklarla başlasa bile, sonra hüngür hüngür devam etti. Boş evin içinde onun sesi yankılaniyordu. Kimse onu teselli etmedi. Kendisi ağladı, kendisi sakinleşti...

Son zamanlar Oğulhan’ın insan içine çıkıp, ağlamadan geldiği günler çok az olduğundan, dışarıda kendi işine gömülen kocası da eve gelip, karısını sakinleştirmeye çalışmadı. O, karısının ta akşam yemeğine çağırıncaya kadar içeriye adım atacağa benzemiyordu. Az vakitten sonra Oğulhan’ın sesi ansızın kesildi. “Uyudu mu acaba?! Yoksa yine de çeyizleriyle oyalanıyor mudur?! Ya da ocak başında mı?” diye Muhammet mırıldandı. O, evin penceresinden görünmeden eğilerek geçti ve kulak kabarttı. Evdeki ağlama sesleri bitmiş. Çıt çıkmıyor...

Dışarıya karanlık çökmeye başladı. Muhammet bağlanmış ineklerini ahıra getirmek için hayvanların yanına geldiğinde Oğulhan’ın ineği sağdığını ve onun hafifçe sesini duydu.

Hövlüm hövlüm ineğim,

Sütlü olsun dileğim,

Kim gelirse el yetmez

Pahasına pul yetmez

Etrek’te otunu yer

Sumbar’da suyu içer

Hövlüm hövlüm hövlüm hey

İnek Oğulhan’ın sevgiyle mırıldanması altında gözlerini süzerek uyukladı. Oğulhan elindeki bardağa köpüklü sütten doldurup, ayağa kalktı. İneğin önüne bir kucak ot atarak, eve yöneldi...

Muhammet Oğulhan’ın her gün tekrarladığı bu hareketini sanki ilk kez görüyormuşçasına karanlıkta onu gizliçe baktı. Onun ineği türkülerle sağması, o hayvancağazın ana kucağındaki bebek gibi uyuklaması Muhammet’in kalbi paramparça etti. “Hay neyse! Allah vermiyorsa koparıp mı alacaksın? Yoksa senin bu şirin sesinle ineği sevmeli değil, salıncakta evlat sevmen gerekiyor. Senin sıcaklığın on çocuğu yetiştirmeye yetecek...”

Oğulhan bu olanlardan habersiz, sağdığı sütü süzgeçten süzerek, ocağa koydu. Süt kovasını yıkadı ve ters çevirdi. Kocasının çayını, suyunu hazırladı ve sofrayı döşedi. Karı koca sofranın başında sessiz sedasız yemeklerini yediler. Sanki on beş sene içerisinde her şeyi konuşmuş, geriye hiç bir şey kalmamıştı. Sadece ara sıra “hüüp” diye içtikleri çay sesi ve köpek havlamaları haricinde çıt yoktu. İkisi de önündeki tabaktan bir şeyler arıyormuş gibi başlarını eğerek bakıyorlar.

Suskunluğu Oğulhan’ın kendisi bozdu:

  • Benim aradaki dediklerimi düşündün mü?

Muhammet’in ağzını bıçak açmadı. Elindeki demir kaşığı tabağın kenarında koydu ve sofradan çekildi. Bu onun “İştahım kesildi” demesiydi. Oğulhan bunu on beş senedir biliyordu. Sofra başında duymak istemediği bir konu açılsa, duasını ufak tefekten eder, doymadan cevapsız çıkar giderdi. Sonra Oğulhan’ın uzun gün Muhammet’e yüreği yanardı.

  • Sana diyorum oğlan! Benim geçen ki dediklerimi büyüklerle konuştun mu hiç? Ne dediler?
  • Yok, fırsatım olmadı.
  • Neden olmasın? İstişare edeceğin büyükleri görmen için dağ aşmaya gerek yok ki?! Köy içine çıktığında gidebilirdin?

Muhammet Oğulhan’ın niçin sinirlendiğine anlam veremedi. Daha doğrusu Oğulhan da kendini anlayamadı. “Bana ne oluyor ki böyle! Kendim derim, kendim de kızarım bu zavallıya. Hani her şeye kıyacaktım, dağ olsa da kendim taşıyacaktım?! Hay, bahtsız Oğulhan, hay!” Ol içinden mırıldanarak avuçlarıyla alnını tuttu. Muhammet ise başını kaldırmadan, çiçekli keçenin nakışlarını ütüm ediyor. Oğulhan ona sinir oldu, üzüldü, ve de canı yandı. “Ah, sen de keşke milletin kocası gibi kalbimi kırsaydın! Ya da en azından bir tokat atsaydın. Ceren’in kocası gibi şehre gidip, azmış kadınların ağlarına takılarak vefasızlık etseydin de, benim de senden biraz gönlüm soğusaydı. Onu da yapmadın, ne ben seni, ne de sen beni terk etmeye bir bahane bulamadan, ikimiz de uğultuyla oturuyoruz, baykuş gibi”. Yüreği bir şey dese de, dili başka bir şey söyledi:

  • Muhammet bugün yukarı köydeki düğünde bir ozan türkü yaktı. Ozanı herkes bir kulağa dönmüş dinliyor. Herkes de kendine göre tabir ediyordu. Ama bu defa onun türküsü sanki senin ve benim için niyetlenmiş gibiydi. Dinle ne dedi:

Mahtumkulu okur, kitap açarsa

Kırk ciltten toplanmış şarap içerse

Mal bulan koç yiğit yalnız geçerse

Daima arkanda savaş gibidir.

Mahtumkulu’nun başka bir sözlerine bir türkü daha yaktı ozan:

Dağımda bent aldı seller

Uçtu akıl, eğri beller,

Mahtumkulu der ki, eller

Ardımda züryad kalmadı

Oğulhan Muhammet’e dim dik baktı ve:

  • Bunları anlamanlar da oldu ama, yaşlı Döndü bana ima ederek: “Ardında evlat kalmasa ne güzel yiğitlerin ocağı yanarak külleri savruluyor” dedi. Ne diyeyim? Direk alnımın ortasına çakarsa da dilim kısadır benim. Geçen düğünde de kadınlar yüzüme vurdular. “Günah sendeyse, kocanın günahını alma Oğulhan gelin! Bırak onun da dalları uzasın! Biz sana ayrıl, git demiyoruz. Eğer kocanı seviyorsan, onun öz kanından, öz canından evlat kalması için onu ellerinle ever” diye öğüt verdiler. Ben Allah katında da, kulu katında da günahkâr olmak istemiyorum. Senden razıyım.  Bu yüzden büyüklerini topla da bunu istişare edin. Senin ocağını söndürüp, küllerini savurmak istemiyorum. Ben bir kuru ağacım. Yanarım, sönerim. Sen ise yaş ağaçsın. Senden hasılat alınır... Oğulhan’ın gözlerinden yuvarlanan damlalar yere düşemeden yanaklarına sinip gittiler. Sessiz sedasız donakalan Muhammet, yaslandığı yerden dizlerine çok sert vurdu. Oğulhan tiksindi:
  • Neler diyorsun Oğulhan! Ben daha önce de söyledim. Seninle seve seve evlendim. Aşkınla yedi sene alevlendim. Şimdi de seni kovarak başka biriyle yaşamayı düşünemiyorum. Bana evlattan önce sen lazımsın. Çocuk lazım olursa gideriz doktora. Elimiz genişlesin, seni yurt dışına doktora götürürüm. Benim evlatlarımın anası sen olmalısın.
  • Ağızda her şey kolay Muhammet! Beni göstermediğin doktor kalmadı ki?! Hatta hayatta inanmayacağın falcılara da, tabiplere de götürdün beni. Falcıya inanmadığın halde, pazardaki fal bakan kadına fal açtırdığını hatırlıyor musun? O sana iki sene vaad etmişti. Sen de ona güvenmiş, ayakların yere değmemişti. Pazardan zil çalan oyuncak da getirmiştin. Ondan bu yana kaç sene geçirdik...
  • Oğulhan, artık başka yerlere de gideriz, umudum var...
  • Benimse umudum tükendi. Belki senin ananın götürdüğü tabibe gitmeseydim, biraz umudum belki olurdu. “Yarım tabip can alır” dememişler miydi eskiler. O tabip benim köküme kibrit suyu döktü. Onu hatırlamaya çalışırsam, karnımda sanki mangal yakılıyormuş gibi oluyorum… Ah, senin yüzünü güldürmek için nelere katlandım ben?!
  • Haklısın. İnsan umudunu kaybetmemek için her şeye inanıyormuş. Cahilliğimiz yüzünden Allah katında günaha giriyoruz. Hatırladın mı, Enegarın çeşmesinin kenarındaki incir ağacında batıl inanca dayanarak, beşik yapmıştık. Çocuğu olmayanlar böyle yaparsa, güya ki çocuk sahibi oluyorlarmış. Sen de ihlasla o beşiğin içine küçücük döşek dikmiştin.
  • A-ah, ateşe körükle gitmesene. Bazı hallerimden yüzüm kızarıyor. Bana bir ölünün çilesi düşmüş dediler de, koşarak cenaze taşıyanların önlerinden geçmiştim. Böyle yaparsam çilem açılır, çocuğum olurmuş. Muhammet’im, kara gözüm, artak yapacak bir şey kalmadı. En iyisi, sen evlen de evi pazara çevir. “Çocuklu ev pazar; çocuksuz ev mezar” demişler. Görüyorsun, bizim evimizde in cin top oynuyor sanki.
  • Seni baba ocağına gönderip ben bir tek gün bile yaşayamam ki...
  • Ben oraya küserek gitmiyorum ki sana darılmış, kalbi kırık da değilim. Sık sık gelirim. Tıpkı sana benzeyen çocuklarını görmeye gelirim.
  • Hayır olmaz, ben senin yaptığın yemekler olmasa da bir şey yiyemem. Açlıktan ölürüm. Geçen sene beş günlüğüne şehre gittiğimde sadece yoğurtla ekmek yiye yiye başım dönüp, bir aydır kendime gelemedim. Ben başkalarının elinden yemek yiyemem. Sensizlik benim için ölmeden önce ölmek gibi bir şey olur.
  • Alışırsın ona da. Doktorun benden kusur bulduğuna on sene olmuş. Şimdi istesen de, yok desen de, evlenmen gerek. Ben etraftan utanıyorum. Hem senin yaşın da ilerliyor. Bak, saçlarına kar yağmış, alnına çentik atmış.

Oğulhan kocasının şakaklarındaki beyaz saçlarını hafifçe okşadı.

  • Yoksa çocuk evinden bir çocuk alsak ha, ne dersin?!
  • Olmaz, sen zaten tek başına yetişsin. Dedelerin neslinin tükenmesine benim vicdanım el vermez. Muhammet Toğtamışın neslinin sonunun gelmesine ben sebep olamam. 

Muhammet biraz suskun bekledi.

  • O zaman... kendin bul! Senin de kalbini kırmayacak birisi olsun. Senin yerin benim başımın üzerinde olduğunu kabul edecek bir kadın bul! Başka ne diyeyim. Ama sen de benimle beraber kal. Muhammet’in sesi titreye titreye çıktı.

Oğulhan Muhemmet’in ağzından çıktığı bu lafı duyunca donakaldı. “Hani, evlenmek istemiyordun sen. Hani, benden başkasını gözün görmezdi? Ne değişti? Kendin bul diye başıma yük atıyor... Ne diyorum ben ya, kaç gündür bu zavallının başının etini yiyorum. Onu suçlamam da nereden çıktı? Kıskanıyor musun yoksa? Ne de olsa on beş sene bir yastığa baş koymuşuz. Ağrına gidiyormuş, kocana evlen diye yalvarmak. Ama ne yapayım, ikimiz de biçareyiz. Bir seneden geçti, otur kalk evlen diye yakasını bırakmıyorum. Sonunda ikna ettim.”

  • Tamam.

Oğulhan’ın cevabı kısa oldu. Sonra karı koca ikisinin de sesleri çıkmadı. İkisi de döşekte başını ters tarafa çevirip yattılar. Oğulhan, kendi yerinde yatan bir başka kadını ve yabancı bir kadının kollarında yatan Muhammet’i hayal etti. Kendisinin ise diğer odada kıvrılıp yattığını aklına getirince gözleri doldu, sol gözünden süzülen yaş, sağ gözüne girerek onu acıttı. Seher vakti biraz ımızgansa bile, yine erken kalktı. Yorgandan usulca çıkarak, eline kovasını aldı ve ineğin yanına gitti. İki aylık küçücük danasını biraz emdirdi. Sonra hemen çekip alarak, ipi anasına yetmeyecek yere bağlayarak, süt sağmaya koyuldu. Bu defa çok hüzünlü, çok mahsun mırıldandı.

Benim yârim ulu elin fermanı

Hem yaramın, hem gönlümün dermanı

Yâr olmasa, neyleyim ben bu canı,

Yâre kurban, sana kurban, karagöz...

İnek ise Oğulhan’ın halinden anlar gibi tekme atmaya başladı ve sütlü kovayı döktü. “Ah, seni canavar!” Oğulhan danayı ipten boşaltı, “Git de ananı emerek keyfine baksana bir!”

Oğulhan boş kovayı sallayarak eve döndü.

* * *

Aradan altı sene geçti. Muhammet’i Oğulhan everdi. Bir köyden gül gibi kız aldı. Tam oğul everiyormuş gibi gelini kecebe[1] ile getirdi. Oğlum olursa gelnimin başına atarım diye sakladığı kürtesini[2] kumasının başına attı. Düğün pişmesini[3] pişirdi. Bu gayretine kendisi bile inanamadı. Köyde kimse ona şaşırmadı. Daha çiçeği burnunda gelin olsa da bir ay sonra yemek seçmeye başladı. Muhammet kuş sütünü eksik etmedi yeni gelinin. Yavaş yavaş yeni gelinin odasından çıkmamaya gayret etti. Altı yıldır Muhammet’e benzeyen üç çocuk dünyaya gelmişti. Artık ev pazara dönmüştü. Çocuk vaveylaları evde doldu taştı. Oğulhan’ı gören büyükleri “Maaşallah, sevap kazandın gelin!” dediler. Çocuklara da “Muhammet’in çocukları” denmedi köyde. Hep Oğulhan’ın çocukları dediler. O da çocuklarla oynuyor, gülüşüyor. Tıpkı Muhammet’in kendisine benzeyen bu çocuklar için sağdığı her sütün hışırtısında, Oğulhan’ın mırıldanması hâlâ da duyuluyor, duyuluyor...

Hem yaramın, hem gönlümün dermanı

Hem kalbimin hem evimin, yâreni...

 

 


 

[1] Kecebe: türkmen adetlerinde gelini getiren konvoy.

[2] Kürte: gelinlerin başına atılan bir tür milli Türkmen hırkası.

[3] Pişme: türkmen düğünleride yağda kavrulup pişirilen bir tür tatlı.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 175. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 175. Sayı