HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Osman Çeviksoy 2
HİDAYET ORUÇOV 3
KEMAL BOZOK 4
ŞEFA VELI 5
NIKA ZHOLDOSHEVA 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
Huşeng Caferî, şairliğinin yanında ulusal ve uluslararası resim sergileri olan başarılı bir ressam, sanatkâr ve yazardır. Yaklaşık on yıla yakın Zencan şehrinin Sanat ve Kültür Merkezi’nin müdürlüğünü yapan Caferî, sanatın farklı dallarından birçok sanatçı yetiştirmiştir. Bunun yanında eserlerinde Türk milletinin kültürüne sahip çıkmasıyla ve toplumunun haklarını savunmasıyla ülkesinde oldukça ses getirmiştir. Bu yüzdendir ki özellikle İran Türkleri arasında önemli bir yere sahiptir. Bu doğrultuda İran Türklerinin içinde yaşadığı sosyal ve siyasi hadiseleri, haklı mücadelelerini sözün gücüne dayanarak şiirlerinde dile getiren İran Türklerinin çağdaş millî şairlerinden biri olan Huşeng Caferî ile hayatı, eserleri, sanatı, İran Türklerinin millî kimlik problemi ve özellikle dil ve edebiyatın gelişim sürecini konuştuk.
Sizi tanımak isteriz kaç yaşındasınız, hangi okullarda eğitim aldınız, bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?
HC: [1]Mevlâna ile aynı günde, Fars takvimine göre 1337[2] yılında Zencan eyaletinin Uryat şehrine bağlı olan Galacıg (Kalecik) köyünde doğdum. İlk eğitimimi Peri kentindeki bir mektepte aldım. Daha sonra lise eğitimimi Zencan’da ressamlık üzerine tamamladım. Bu alanda dönemin önemli isimlerinden olan üstat Yahya Han ve üstat Rahim Yusuf Nevefî’den dersler aldım. Ama bunlarında öncesinde sanatla olan bağım kuşaktan kuşağa aktarılarak gelen bir aile mirasıdır. Ata-babalarımdan beri gelen bu mirasla yetiştim. Mesela annemle günlük konuşma dilinde konuşurken bile kafiyeli ve ahenkli konuşurduk. Basit bir nesneyi isterken bile şiir dili kullanıyorduk. Dedelerim ve onlardan önceki nesil de kendi zamanlarında henüz gazete ve dergiler olmadığı için kitaplarda bir nevi köşe yazarlığı yapıyorlardı. Yani sanatkarlık bana aileden sirayet etmiştir. Resim sanatının yanında şiirle de uğraşmaya başladım. 1983 yılında Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın yanına giderek şiirlerimi okumuştum ve kendisinin beğenisini kazandıktan sonra şiir yazma isteğim artmıştı. 1990 yılında “Ağ Atım” isimli ilk şiir kitabım yayınlandı. Onun devamında ise “Güneş”, “Kanlı Çiçekler” ve “Aydınlık” isimli kitaplarımla edebiyat dünyasına kendimi tanıtmış oldum.
Edebiyata yönelik tutkunuzu ne zaman fark ettiniz? Şiire ve resme olan merakınız ne zaman başladı?
HC: Sanatkâr bir aileden gelmem sebebiyle aslında doğrudan sanatın içine doğdum diyebilirim. Aile ve çevrenin etkisiyle sanatın farklı kollarıyla ilgileniyordum. Fakat 1980 yılının aralık ayında eşimi -hayat yoldaşımı- ve bir oğlumu trafik kazasında kaybettim. Bu hadisenin üzüntüsüyle bir şiir kaleme aldım. Yazdığım şiiri Şehriyar’ın yanına varıp okudum. Şehriyar, şiirimi dinledikten sonra bana “Tanrım senin isteklerini alıp sana özlü söz versin. Yani şiirlerine tuz katsın (tat katsın) ve şiirlerin dillerde yayılsın. Allah bir kapını kapatırsa bir kapını açar.” dedi. Ben ondan sonra anladım ki geleceğim güzel olacaktı.
Zamanla içimde farklı bir dert, keder, hüzün fark ettim. İçimdeki o duyguyu resimle anlatamıyordum. Resmin dili bu hissi anlatmamda yetersiz kalıyordu. O büyük his tabloya yansımıyordu. Sonra içimdeki bu hissin ne olduğunun peşine düştüm. Gittim güneşe baktım, o değildi. Resim çizdim, o değildi. Birçok yer gezdim, gördüm ki hiçbiri değildi. Beni rahat bırakmayan geceleri uyutmayan bu his neydi? Sonra fark ettim ki bu kendi kültürümü bulmak ve ona sahip çıkmak arzusuydu. Bu Türkçülük ülküsüydü. Bunu buldum, bunu şiirlerime aktardım ve hala da bunu aktarıyorum. Şükür olsun Allah’a ki birçok şiirim dilden dile dolaşmaktadır. Farklı dillere çevrilmiştir. Şu an dünyanın birçok ülkesindeki Türkler tarafından eserlerim ilgiyle takip edilmekte, şiirlerim sevilerek okunmaktadır.
Kişiyi yetiştiği ortamın ürünü kabul edecek olursak sizi nasıl bir ortam şekillendirdi? Daha doğrusu şiirlerinizde yetiştiğiniz çevrenin, birinin ya da birilerinin etkisi oldu mu?
HC: İnsanı aile, yaşadığı toplum, coğrafya, gördüğü insanlar tek tek etkiliyor tabi ki ama bu yolda bana destek olan ismine münhasır yoluma ışık tutan “Işık” adında bir derneğimiz vardı. “Işık” derneği bizim şehrimizin asimile olmasının önünde duran bir ekiptir. Bu dernekte başta profesör olan dernek başkanı ve Doktor Kerimî olmak üzere birçok aydın insanla tanıştım. Onlar benim bu yolda yürümem için destek oldular. Ben de gördüm ki çocukluğumdan beri arzularımı, isteklerimi hep şiirle dile getirmişim ama bunun şiir olduğunu bilememişim.
-Bu dernek hala faaliyetlerine devam ediyor mu?
Şu an dernek faaliyette değil, fakat buradaki her bir aydınımız bireysel olarak mücadelesine devam etmektedir.
Ailenizde sizin gibi sanatla ilgilenen birileri var mı?
HC: Başta da dile getirdiğim gibi ailemde herkes sanatla ilgileniyor. Ama profesyonel olarak ilgilenen kızlarım Saba (Fatemah Saba Kabaklı) ve Nesim (Nasim Jafari) vardır. Saba ressamdır. Alanıyla ilgili ulusal ve uluslararası sergiler açmıştır. Şu anda da İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim görevlisidir. Diğer kızım Nesim ise şairdir. Onun da on bir tane şiir kitabı vardır. Nesim, kızım olduğu için söylemiyorum çok üstün bir şairdir. Bu devirde onun gibisi yoktur. Onun kullandığı dil bu devirde anlaşılacak bir dil değildir. Nesim, bu dünyada yeni bir dünyadır. O İstanbul gibi büyüktür. Eminim ki benim yürüdüğüm bu yolu onlar devam ettirecektir.
Şiirlerinizi yazarken beslendiğiniz kaynaklar nelerdir?
HC: Ben gördüklerimden ve duyduklarımdan esinlenirim. Özellikle müzik başta olmak üzere tarih kitapları, destanlar, halk hikâyeleri, efsaneler ve mitolojimiz benim önemli ilham kaynaklarımdır. Bunların yanında insan sevgisi de benim için önemli bir konudur. Biri annesini kaybeder, biri babasını kaybeder, birine bir yerden keder gelir, bir hadise olur, bana bir ilham gelir. 20 Haziran 1990 yılında İran’da tarım bölgesinde bir deprem olmuştu ve ciddi sayıda can kaybı yaşanmıştı. O keder beni şiir yazmaya yöneltti ve o şiirim İran ulusal medya kuruluşlarınca yayınlanarak ülke çapında oldukça ses getirmişti. Bunun yanında benim mezar taşı şiirlerim de oldukça fazladır.
Şunu da söylemek isterim ki benim şiirlerimin ilk beytini Allah gönderir. Sonrasını biz çalışıp yazarız. Ama ben eminim ki Allah peygamberlere vahiy gönderiyorsa şairlere de ilham gönderiyor. Şairler özel insanlardır. Hiç kimse şairler kadar sözü inci gibi dizemez.
Şairliğinizin yanında ressamlığınızda oldukça beğenilmekte ve ilgi görmektedir. Resimlerinizin şiirlerinize yansıması nasıldır? İki sanat dalında da usta biri olarak resim ve şiir/ edebiyat ilişkisini nasıl yorumlarsınız?
HC: Sanat dalları arasında ortak özellikler olduğu gibi birbirlerinden ayrılan yönleri de vardır. Özellikle resim ve şiir birbirlerinden beslenirler. İki sanat birleştiğinde şiir de resim de ortaya daha güzel çıkar. Resimde araç renklerdir, görsel ögeler ve ilkelerdir. Özellikle renkler çok etkileyicidir. O renkleri, ilhamı, doğadan alınan her bir gülü, çiçeği getirip şiirle buluşturursan ortaya çok daha sanatsal bir şey çıkıyor. (“Näyleyim Dilsiz Bir Baş Çekenmirem” şiirini okuyor)
“Bir şekil çekecem göz gilesine
Arzılar düzüle silsilesine
Bir bahar salacam kış çilesine
Bir lale honçasın karda çekecem”
Özellikle bu şiirimde resim ile şiirin birleştiğini görebilirsiniz. Hiçbir zaman kar içinde lale olmaz. Ama ben karın içinde lale olsun istiyorum. Beyaz kar, kırmızı lale… Bu iki sanat bir arada olmasaydı bunu bir şair tek başına yazamazdı. Çünkü şair bir ressam değildir ve bunu tasvir edemez. Fakat bir duyguyu her sanat dalıyla da anlatamazsınız. Resimle çizemediğim şeyleri şiirle anlatıyorum. Mesela “elimin gözünde yaş”ı çizemem ama şiirle anlatabilirim.
Şiirlerinizde oldukça kuvvetli ahenk unsurlarına rastlıyoruz. Bunun hakkında neler söylemek istersiniz?
HC: Şiirde ahenk unsurları çok önemlidir. Çoğu zaman bir şairin ustalığı bu ahenk unsurlarını kullanabilmesiyle değerlendirilmektedir. Şairin duygularını mısralar arasında okumak yetmez o duyguları aynı zamanda duymamız da gerekir. Ben buna çok önem veriyorum ve mümkün olduğunca şiirlerimde kullanıyorum. Örneğin benim “Ağ Atım” şiirimde atın koşarken çıkardığı nal seslerini işitebilirsiniz. (Şiir okuyor)
“Ağ atım kol kanatım,
At kademin yurtma yeri!
Aş tepelerden
Sıldırım tek serelerden
Sele sınmış derelerden
Bu ne tufandı güzel keklik mi
İstir ayırsın ferelerden
Geyretim cuşa gelir gamlı haberden
Ağ atım- korkma heterden!”
Bu şiiri okurken sert ünsüzlerin vurgusu kulağa atın koşarken ki ayak seslerini duyuruyor.
Bildiğimiz kadarıyla bestelenmiş şiirleriniz var. Bunlar hakkında bilgi verebilir misiniz?
HC: Evet, benim yaklaşık otuz sekiz şiirim terâne[3] şeklindedir. Şiirlerimi okuyan İran şarkıcılarından çok fazla isim var. Bunların yanında Bakü’de ve Gence’de okuyanlar oldu. Örneğin; Şebnem Tovuzlu’nun okuduğu “Yar Ağladı” şarkısının sözleri bana aittir. (Şiir okuyor)
“Yarın boyun gucağladım
Yar ağladı men ağladım
Yığışdı qonşular bütün
Car ağladı men ağladım
Eleki esdi bir hazan
Talandı güllerim menim
Haber çatınca bülbüle
Har ağladı men ağladım”
Yine diğer şiirlerimden İstanbul’da da okunanlar var. (Şiir okuyor)
“Gene de gelecem yanında kalam
Kolumu açacam boynuma salam
Bilirem küsüpsen gönlünü alam
Sevgilim darıhma, gülüm darıhma”
Bu şiirimi yazarken bir ağladım bir yazdım. Bu yüzdendir ki her harfinde her mısrasında gözyaşlarım saklıdır. İstanbul’da bir bayan okudu ama adını şimdi hatırlayamadım. Yine Esat Kabaklı da “Çal Dede Korkut” şiirimi okudu. (Şiir okuyor)
“Sazı bas bağrına Dumrul dirilsin
Bir dövüş havası çal Dede Korkut
Deliler ses versin sesin ucalsın
Sözünden süzülsün bal Dede Korkut
Bir sessiz semirsiz diyarda kaldım
Sesimi Savalan Dağı’na saldım
Savalan ucaldı ben de ucaldım
Koymadım ged ola dal Dede Korkut”
Bir şiirinizde Azerbaycan Türklerinin “Azeri” terimiyle tanımlanmasını yanlış bulduğunuzu dile getiriyorsunuz. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz? Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
HC: Ben “Azeri” terimini kullanmıyorum. “Azeri” terimi biz Türkleri birbirimizden ayırmak için sonradan uydurulmuş bir terim olduğunu düşünüyorum. Biz Türk’üz. Azerbaycan Türk’üyüz. Kendimizi böyle tanımlıyoruz.
2005 yıllarından sonra yazdığınız şiirlerden ve katıldığınız programlardan dolayı çeşitli soruşturma geçirmiş, maddi-manevi cezalar almışsınız. Bu soruşturmalara ve ceza almanıza sebep olan asıl mesele neydi?
HC: Ben onlara göre siyasi şiirler yazdım. Oysaki ben sadece kendi kültürüme kendi dilime sahip çıkmak istiyorum. Fakat bunu yapmamı istemiyorlar. Mesela bana “Bâbek Kalesi’ne gitme, yasak!” dediler. Ama ben gittim ve Bâbek ile ilgili şiir yazdım. Hem de birden fazla şiir yazdım. Onlar beni tutukladılar ama gördüler ki ben buna rağmen hala yazmaya devam ediyorum. Yıkılmak yok! Vazgeçmek yok! Biz sadece hakkımızı istiyoruz. Bu hak da kanunî bir haktır. Biz de Farslar gibi kendi dilimizde yazıp okumak istiyoruz.
Şiirlerinizde de işlediğiniz bir konu olan İran anayasasında her etnik gruba ana dilde eğitim hakkı açıkça tanındığı halde ülkede en çok konuşulan dillerden olan Türk dilinin eğitiminin yasak olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
HC: İran’da 40 milyona yakın Türk var. Fakat Türk dilinde eğitim veren okul yok. Bizim çocuklarımız okulda Fars dilinde eğitim görüp Farsça konuşuyorlar. Günümüz çocuklarının hiçbiri anadilini bilmiyor. Bilenlerde konuşmaktan çekiniyor. Ben korkarım ki buna bir çare bulunmazsa bizim kültürümüz yok olacak. (Şiir okuyor)
“Bir ilin evvelce dilin alarlar
Sonra ülkesinden sürgün salarlar.”
Şu an dili aldılar, kültürü aldılar, kimliği aldılar. Konuşabiliyoruz, dil yaşıyor ama ölü yaşıyor. Türkçe konuşmak serbest fakat Türkçe okumak, yazmak yasak. Geçen yıl yeni bir yasa çıkardılar. Bu yasaya göre Farsçası yeterli olmayan öğrenciler engelli öğrenciler okulunda ders görecektir. Bunu öncelikli olarak anadiline sahip çıkan köylerde uygulamaya başladılar.
Ben “Solmaz” adında bir tiyatro eseri de kaleme almıştım. Bu eserim birkaç kez oynandı. Solmaz isimli bir kız ile çeşitli hayvanlar arasında geçen diyaloglardan oluşuyor. İçerisinde müzikalite de var. Ben istedim ki çocuklar bunu ezberlesin, söylesin kendi kimliğini, kültürünü tanısın. Köroğlu’nu tanısınlar, Nebi’yi tanısınlar, Dede Korkut’u tanısınlar, Zeynep Paşa’yı tanısınlar. Sonra baktılar ki çocuklarımız bunları tanımaya başladı, eserimi hemen yasakladılar. Bir daha da oynatılmasına izin verilmedi.
Bu durum ve şartlar altında Azerbaycan edebi dilinin ve edebiyatının gelişim sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Azerbaycan edebiyatının bugünkü durumunu özetleyebilir misiniz?
HC: Kuzey Azerbaycan görüntüde sanatın her dalında daha ileride ama anlam derinliğine bakıldığında aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Eskiden Azerbaycan’ın merkezi Tebriz’di. Bu yüzden sanatın büyük parçası Tebriz’de kaldı. Bu sanat dallarından özellikle edebiyat kolunun anlam açısından daha derin olduğunu düşünüyorum. Çünkü sıkıntı, dert çoğaldıkça edebiyat gelişir, sanat derinleşir. Bugün bakın Bakü’de, Kuzey Azerbaycan’da sıkıntı az bu yüzden de şiirlerindeki anlam derin değil. Fakat Güney Azerbaycan’da sıkıntı fazla bu yüzden edebiyatta ve bilhassa şiirlerde bir derinlik vardır.
Dil mevzusuna geldiğimizde durum çok daha vahim. Aralarında sadece on beş dakikalık mesafe bulunan köyler arasında bile Türkçe farklılaşıyor. Bizim şehrimizin televizyon şebekesi var. Bu şebekede yayın yapan kuruluşların şu an kullandığı dil bozuk bir Türkçedir. Bunu izleyen, dinleyen halkımızın dil yapısı da giderek bozulmaktadır. Bizim Türkler arasında “Fazerî” diye bir kelime ortaya çıktı. Bunun anlamı şudur; dilin %70’ini Farsça, %30’unu Türkçe oluşturuyor ve artık bu dile Türkçe ya da Farsça değil “Fazerî” diyorlar. Bunu o kadar yaygınlaştırdılar ki dilimiz ciddi bir tehdit altındadır ve ben dilimizin asimile olup yok olmasından dolayı ciddi endişe duyuyorum. Özellikle yeni nesil bu kültürle yetişiyor. Dilimizin kelime hazinesinin anahtarı yaşlılarımızın elinde ve onlar öldüğünde o kelimelerde, dilimizde ölecek. Ne yazık ki bizim bunları akademik düzeyde çalışacak insanımız da yok. Çünkü karınlar aç, sofralar boş. Artık insanlar ekmek derdinde.
Başta da kısaca değinmiştiniz; 1983 yılında Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın yanına gittiğinizi ve ona “Seferciler” şiirinizi okuyarak Şehriyar’ın beğenisini kazandığınızı biliyoruz. Bize bu olaydan biraz daha ayrıntılı bahseder misiniz?
HC: Evet, yanına gittim. Ömrünün son yıllarıydı, çok yaşlanmıştı. Sonra birlikte gittiğim arkadaşım “Üstat bak bu Huşeng Caferî, kendisi genç bir şairdir.” dedi. O sıra Şehriyar uzanmış yatıyordu. Bana “oku” dedi. Ben eşimi ve çocuğumu kaybettiğim kazanın acısıyla yazdığım “Seferciler” şiirini okumaya başladım. Okudukça yerinden doğruldu “başka oku, başka oku” dedi. O istedikçe ben okumaya devam ettim. Şehriyar, şiirlerimi dinledikten sonra bana “Allah sana bu derdi vererek sözünü yüceltir. Yani sözlerin bir ateş olur ve yürekleri yakar.” dedi. Sonra bu söz benim için çok önemli oldu. Anladım ki benim geleceğim güzel olacak. Çünkü üstat böyle söylemişti. Sonra bana “benim adımı da an, çünkü sen bunu Heyder Baba’dan alırsın.” dedi. Ben başladım söylemeye;
“Ettim seni Şehriyer’dan ihtibas
Heyder Baba’ylan eledim hemklas
Dört illikde döndü toyum oldu yas
Şəhriyar tek hicer odunda yanmışam
“Ah” çekdikçe od dutub odlanmışam”
Şehriyar, bu şiirimi de beğendi. Bu benim için çok güzel bir görüşme oldu. Sonra şiirlerimi ciltli şekilde toparladım ve anladım ki bunlar benim balamdır (çocuklarımdır), ben bunları muhafaza etmeliyim. Halkım Şehriyar’ın şiirlerinden sonra benim şiirlerimi de çok sevdi. Beni Şehriyar’dan ayıran en önemli özellik ise işlediğim millî konulardır. Millî düşünceye sahip olan insanlar benim şiirlerimdeki düşünceyi fark edip sevdiler. Bu da Allah’ın bana en güzel lütfudur.
Bildiğimiz kadarıyla yayımlanmış “Ağ Atım” (1990), “Güneş” (2005) ve “Kanlı Çiçekler” isimli üç şiir kitabınız var. Bunlar dışında şu an yayıma hazır kitabınız ya da yeni yazdığınız şiiriniz var mı?
HC: Benim 5 kitabım var. 3 tanesi yayınlandı ama diğerlerini yayınlayamadım. Orada (İran) yayın işleri biraz zor. Yeni yazdığım şiirlerim de var, yazmaya devam ediyorum. İlk şiir kitabım “Ağ Atım”dı. Sonra “Güneş”, “Kanlı Çiçekler”, “Aydınlık” kitaplarımla tanındım.
“Ağ Atım” adlı ilk şiir kitabınızın kısa takdim yazısında Abbas Babayî’nin Türk dili ile ilgili bir sözüne yer verdiğiniz görülmektedir. Bunun özel bir sebebi var mı?
HC: Abbas Babayî ilk başlarda Farsça şiirler yazıyordu. Ben de haftalık gazetede yazıyordum. Bir gün Abbas Babayî’nin yanına gittim ve ona “Farsça şiir yazan çok fazla kişi var. Gel sen benimle el ele ver. Türkçe şiirler yazalım ve bu gazete vasıtasıyla bunu yayalım.” dedim. O da bana “Türkçe şiiri kimse alkışlamıyor.” dedi. Bende “Hayır alkışlıyorlar. Ben kitabımda önce senin satırlarına yer vereceğim, senin tanınmanı sağlayacağım” dedim. Dediğimi de yaptım. Bu onun daha çok tanınmasını sağladı. Böylece Abbas Babayî Türkçe şiir yazmaya başladı. Türkçe 3-4 kitabı yayımlandı ve bir daha hiç Farsça yazmadı.
Şiirlerinizin tema ve konularına baktığımızda toplumsal konuların ağır bastığını görmekteyiz. Kendi toplumunuzun içinde bulunduğu sorunlara duyarlı olduğunuz kadar kendi toplumunuz dışında yaşayan diğer Türk soylu toplulukları da takip ediyor ve onların sorunlarıyla da ilgileniyorsunuz. Son yıllarda bizim gündemimizden de düşmeyen Türk devletleri arasındaki iş birliği hız kazanmıştır. Siz bu birlikteliği yeterli buluyor musunuz? “Turan” idealine bakış açınız nasıldır?
HC: Evet ben bu konuda da bir şiir yazmıştım;
“Yenə cansızlar üstə can yaratdım,
Ənəlhəq söylədim, insan yaratdım.
Nə gördün dağlara susmaq yaraşmır,
Dağ üstə dağ çəkib, vulkan yaratdım.
Uca dağlar başında qala saldım.
Yeni Babəklərə tufan yaratdım.
Uzaq düşmüşdüm, yurdumdan elimdən,
Qızıl Azər dedim, Zəncan yaratdım.
Dağıldım parçalanmış ölkələrdə,
Haray çəkdim, sizə üsyan yaratdım.
İtirdim Babəkin kəskin qılıncın,
Və Türkə başqa bir Turan yaratdım.”
Bu Turan ile ilgili yazdığım şiirdir. Bu şiiri yazdıktan sonra çok sıkıntılı dönemler geçirdim. Ama yine yılmadım, yıkılmadım. Bundan tam 7-8 sene önceydi. Ben o zamanlar Turan’ı anladım ve inandım. Eminim ki Turan ideali gerçekleşecek. Türkler el ele verip bunu gerçekleştirecekler. Şimdi görüyorum ki bu yerine geliyor, atılan adımlar çok güzel ve inanıyorum ki devamı da gelecektir.
“Akkışka” şiirinizde Azerbaycan Cumhuriyeti’nin “Dağlık Karabağ” sorununa değiniyorsunuz. Karabağ'ın sembol şehri Şuşa işgalden kurtarıldı. Hala gündemde olan “Dağlık Karabağ” meselesi ve Azerbaycan’ın bu zaferi hakkında neler söylemek istersiniz?
HC: Ben bundan birkaç sene önce bir beyit yazdım. Bu şiirimi hem Recep Tayyip Erdoğan hem de İlham Aliyev okudu:
“Karabağ bizimdir, bizim olacak
Karabağ’a bir gün Türkler dolacak”
Bu daha sonra sloganlaştı ve dilden dile yayıldı. Ben “Ne oluyor sizlere, neden susuyorsunuz, neden el ele vermiyorsunuz, Karabağ’a neden Ermeniler doluyor?” diye çok seslendim ve bundan 5-6 sene önce ben Karabağ’a Türkler gidecek demiştim ve gittiler. Biliyordum, inanıyordum, Karabağ yeniden bizim olacaktı, oldu da. Bununla ilgili de bir şiir yazmıştım:
“Karabağ ele bil anamdır benim
Anamın ruhunu orda görmüşem
Anamın diline bağlıdır canım
Ana dilim ölse ben de ölmüşem
Bakmayın ilimden aralıyam ben
Dilim haralıdı oralıyam ben”
“Akkışka” ve “Savalan” şiirleriniz başta olmak üzere birçok şiirinizde bir “dağ” imgesi görmekteyiz. Biz bu “dağ” imgesini Muhammed Hüseyin Şehriyar’da ve özellikle onun kaleme aldığı meşhur şiiri “Heyder Baba’ya Selam” adlı şiirinde de görmekteyiz. Heyder Baba, Savalan, Sehend, Demavend gibi dağların İran Türk Edebiyatı’nda nasıl bir özelliği vardır? Buradan hareketle edebiyatta “dağ” imgesini nasıl yorumlarsınız?
HC: Türk halkı dağcıdır. Çocuklar dağlarda büyür. Haşin olur, savaşçı olur, Köroğlu olur, Bâbek olur. Siz bir Fars çocuğunu Bâbek Kalesi’ne getirin, bakmasıyla ölmesi birdir. Öyle korkulu bir yerdir. Oraya tırmanmayı Türk çocukları başarabilir. Bu yüzden Türk şairleri de dağa şiir yazar. Eskiden dağlarda savaş olurdu. Atatürk de savaştı, Bâbek de… O zamanlar kalem (kılıç) zamanıydı şimdi ise kelam… Şairde bir savaşçıdır ve kelamıyla savaşır. Köroğlu kır atıyla, Nebî boz atıyla, Bâbek Hurremî’nin kara kaş atıyla… günümüz şairi de kelamıyla… Biz hakkımız için savaşırız. Ama elden önce savaşmak istemiyoruz. Biz sulh olsun istiyoruz. Hiçbir Fars şairinin dağa şiir yazdığını göremezsiniz. Arap’ta da dağ yoktur. Bir tane büyük dağı vardır peygamberin çıktığı (Hira Dağı), onu da ben gidip gördüm. Daha doğrusu ceza yedim. Mekke’ye sürgün edildim. Gittim gördüm orda büyük dağ yoktur. Onlar neye şiir yazsınlar? Ama bizim dağlarımız büyük, korkulu dağlar… İnsan Bâbek Kalesine baktığı zaman heybetinden korkuyor. Orada kalmaya yalnız bir Türk dayanabilir. Azer Hanım, Cilvan Hanım oradan ip ile atının üstüne inermiş. Bunlar bizim değerlerimiz, tarihimiz.
Hepimizin bildiği ve Türk Dünyasının ortak değeri kabul edilen Dede Korkut’u şiirlerinize konu etmeniz yanında bizim pek fazla tanımadığımız filozof olarak kabul edilen Sühreverdî, Çağdaş Azerbaycan Türk ve Fars nesrinde ün yapmış Samet Behrengî, Azerbaycan’ın milli kahramanlarından Bâbek gibi şahsiyetleri konu etmenizden anlıyoruz ki bilinçli bir tarih şuuru ile hareket ediyorsunuz. Fakat bunlar arasında Bâbek dikkatimizi çekmektedir. Tarihi kaynaklardan hareketle Bâbek’in liderliğini yaptığı ve halife ordularının işgaline tepki olarak ortaya çıkan Hurremî Hareketi’nin dinî ve siyasi görüşü bazı Müslümanlarca uygun görülmeyebiliyor. Siz bu hareketi Azerbaycan halkının Arap işgal güçlerine karşı verdikleri haklı bir mücadele olarak mı görüyorsunuz?
HC: Evet, Bâbek’i bize yanlış anlatıyorlar. Bâbek anlatıldığı gibi değil, o tamamen topraklarını korumak için savaştı. Topraktan bağış olmaz, toprak bağışlanmaz. Ben sana bir kitap hediye edebilirim ama toprak hediye edilmez. Çünkü benim atalarım o toprak için kanlarını dökmüşler. Her bir karışında yiğitler ölmüş, toprak o yiğitlerin kanlarıyla sulanmış. Bu da o toprağı kutsallaştırır. Ama maalesef Bâbek’in düşüncesini böyle anlatmıyorlar. Ben istiyorum ki doğrusunu anlatayım.
Sühreverdî ise tanınan biridir. Mekteb-i İşrâkıyye’nin temsilcilerindendir. Bizim iki mektebimiz vardır. Biri Sühreverdî’nin (ışıglık) mektebidir. Sühreverdî “Işıglıktan yaranır her bir şey” der. Yani gözün gördüğü her şeyi ışık ona gösterir. Mesela ben karanlıkta bir şeye baktığım zaman onun tam olarak ne olduğunu bilemem, göremem. Ama ışık olan bir ortamda görürüm ki o kızdır, o erkektir, o attır, o inektir… İşte Sühreverdî’nin bu öğretilerine Mekteb-i İşrâkıyye deniyor. Ben bununla ilgili de şu dizeleri kaleme almıştım;
“Zirve algışlayarak göğde ışıg dermişti
O ışıgdanki ışıg ondan ışıglanmıştı
Parmagın dişledi çok kimse neler heyretden
Bir ışıg gördüler yerden göğe govzanmıştı”
Işık gökten gelir yere. Sühreverdî bir ışık, yerden aktı göğe. Sonra bu ışık mektebi dünyanın her yerine yayılmış, sevilmiş ve kabul edilmiştir.
Ben çok çalıştım ve istedim ki bu kahramanlarımızı herkese tanıtayım. Özellikle çocuklarımıza, gençlerimize… Çünkü bizim orada yasak olduğu için tanımıyorlar. Bize hep Fars ve Arap kültürünü öğretiyorlar. Oysa ben Fars ya da Arap değilim. Benim öz kahramanlarım neredeler, kimlerdir? Ben hiç bilmiyorum; Dede Korkut kimdir, Zeynep Paşa kimdir? Ben bilmiyorum nasıldır? Benim kendi kültürüme ait ögelerle bir film yapılmıyor. Hikâye, roman yazılmıyor. Ben bunun için mücadele ediyorum. Kendi kültürümün kahramanlarını tanıtmak benim boynumun borcudur.
Sanatından/eserlerinden etkilendiğiniz ya da takip ettiğiniz şahsiyetler var mı?
HC: Yunus emre, Yusuf Hayaloğlu, Azerbaycan şairlerinden Fuzuli, Nesimi… Ama günümüz şairlerinden şiirlerini beğendiğim Seher Hanım vardır. Seher Hanım çok üstün bir şairdir. Şehriyardan ziyade beni Seher Hanım daha çok etkilemiştir. Onun en önemli yanı şiirimize bir yenilik getirmiş olmasıdır. Gazel, onunla tekrardan hayat buldu, tazelendi. Seher hanım beni “Huşeng Caferî”yi yarattı. Ben onun şiirleriyle neredeyse beş sene ağladım. Onun ses kaydını açar saatlerce dinlerdim. Sesi hep yanı başımda olurdu. Sabah gözümü açtığımda ilk onun sesini duyardım. (Seher Hanım’ın şiirini okuyor)
“Garip olmuşam özüme özüm
Oturup derde ne tür düzüm?
Üregimde kaldı ahır sözüm
Gidirem teraneni neylirem
Yaşamaklıga kesilip aman
Dilek ülkesin bürüyüp duman”
Bunun gibi güzel şiirler… Onun adını duyduğumda bana peygamber adı gibi gelir. Benim için o kadar kıymetlidir. Seher Hanım bir gün Saba’ya İran’a geleceğini haber vermişti. Bende ona şu dizeleri yazdım;
“Gülüm ne vakit gelirsen, gülleri utandırasan
Beni tasadduk edip başıma dolandırasan
Çıkım çıkımdadır can, can genişlik alemidir
Gözüm yolunda galıb, korhuram yubandırasan.
O kadar gözlemişem gözlerim de göz gözedir
Gözeyirem gelesen gamları talandırasan.
Saba senin gelişini muştulug veripdi
Bana diyirsen gelecem şiir faydalandırasan
Çiceklener gül açar sen gelende Şam’da çemen
(…)”
Güzel sanatlara olan ilginizi tebrik ediyoruz. Ressam, sanatkâr, şair, yazar olarak yeni kuşaklara neler söylemek istersiniz?
HC: Bir taş düşünün. Bu taşı koparıp çalarlar, kırarlar. Onun içinden değerli bir yüzük taşı çıkar. Benim üstadım bana “biz bu değerli taşız” dedi. Dünya da bizi böyle sıkacak, kıracak hatta parçalayacak. Fakat görecek ki o ne kadar sıkarsa sıksın tıpkı o değerli taş gibi biz hala oradayız ve çalışmaya devam ediyoruz. Gece-gündüz yazıyoruz, sürekli yazıyoruz, yorulmuyoruz, kaçmıyoruz. Zorluklara rağmen devam etmek önemlidir. Hayat bu zorluklardan sonra bir gün bize gülümser ve işte o gülümseme bizi ölümsüz yapar. O gülmek bizde Rembrandt yaratır, Shakespeare yaratır, Leonardo da Vinci yaratır, Mahmoud Farshchian (Mahmud Ferşçiyan) yaratır ve daha nice büyük büyük insanlar yaratır. Zorluklarla mücadele etmeden olmaz. İşte bu yüzden ben sanatla uğraşan gençlere şunu söylüyorum; yılmadan, sıkılmadan, ezilmeden bu işler olmuyor. Nesim, Saba (kızları) gece gündüz çalışıyorlar. Zorlukları çeksinler, yollarına devam etsinler sonra istedikleri alan ne ise onunla uğraşmaya başlasınlar. Bu edebiyat olabilir, resim olabilir, musiki olabilir, hat olabilir, riyazi (matematik) olabilir, her şey olabilir. Ama zorluklarla mücadele etmeyen insan üstünlüklere erişemez. Türkler derler ki; “Su bulanmayınca durulmaz.” Gelecek çocuklarımıza diyorum ki öyle yerlere gelin ki sizinle iftihar edelim. Dünyanın önde gelen bilim insanları, başarılı sanatçıları Türk milletinden olsun. Ben bunu sizin gibi gençlerden istiyorum.
[1] Huşeng Caferî sorularımızı cevaplarken Azerbaycan Türkçesini kullanmıştır. Fakat burada daha iyi anlaşılması adına cümleler tarafımızca Türkiye Türkçesine aktarılarak yazılmıştır.
[2] İran takvimine göre Huşeng Caferi’nin doğum tarihi 8 Mehr 1337 olup bu tarih Miladi takvime göre 30 Eylül 1958 yılına tekabül etmektedir. Yani röportaj tarihinde şair tam 64 yaşındadır.
[3] Huşeng Caferî, burada bestelenmek için yazılan şiirleri “terâne” olarak tanımlamaktadır. Türk edebiyatında rubâî olarak adlandırılan nazım şeklidir. Şems-i Kays’a göre bestelenmiş rubâîlere terâne, bestelenmemiş olanlara dûbeytî denir. Detaylı bilgi için bk. İslam Ansiklopedisi, rubâî md.