İyilik


 01 Kasım 2024


Ben Münevver yengemi her düşündüğümde daha sonra yaşanan o acı olayı değil, kalbimin biraz hüzünlü ve sıcak olduğu o yaz gününü hatırlarım.

Büyükannemin yazlık bahçesi akrabalarımızla, amcamın kuzenleriyle dolmuştu.  Biri ocak yakıyor, biri odun kesiyor, biri avluya su serpip sedirlere kilim seriyordu. Akşam düğünü!

Bu eğlenceden herkes memnun, ben de toplanan çocuklara katılıp neşeyle bağırıyorum, bir nefeste dut ağacına tırmanıp güvercin yuvalarında yumurta arıyorum...

Aniden büyük ağaca sarmış asmanın yaprakları arasından büyükannemin başı görünmüştü. Mendilinden şapkama iki üç salkım üzüm koydu:

- Bunu misafir odasına götürüver. Amcan ile yengen de yesin.

Ben şapkamı göğsüme bastırarak misafir odasına doğru koşacaktım ki büyükannem elimi tutarak beni durdurdu, etrafına bakarak ve yavaşça:

- Eğer “otur” derlerse oturma sakın. Bir nefeslik bile olsa bir arada olsunlar. Yarın... 

- Büyükannemin dudakları titredi, konuşamadı, atkısının ucunu gözlerine bastırdı ve işaret ederek “Git!” dedi.

Amcam ertesi gün savaşa gitti. O akşam yengemi Taşkent’ten kaçırıp gelmiş. Kulağıma gelen fısıltılara bakılırsa onlar enstitüde birlikte okuyorlarmış. Gece evimiz kadınlarla dolu olduğu için yengemi görememiştim. Bu sabah sürünün yanından dönerken onu pınarın başında gördüm.

Amcam pınarın başına çömelmiş yüzünü yıkıyordu, yengem ise üzerinde atlas elbise, başında oyaları mor çiçekli ipek bir eşarp, omzunda bir havlu ve elinde bir kova vardı.

Yengem gençti, hatta amcamdan daha gençti, bunu amcam yüzünü yıkamayı bitirip doğrulduğunda fark ettim. Uzun yüzlü, narin bir kızdı. Ben özellikle onun rüya gibi siyah gözlerinden etkilendim. Genel olarak tüm bedeninde, açık, mülayim yüzünde, düşünceli bakışlarında bir parça hüzün vardı.

Ben onlara fark ettirmeden oradan geçmeye çalıştım ama amcam beni görüp yanına çağırdı ve: 

- Buyurun, tanışın Münevverhan, dedi. Daha önce sana bahsettiğim yeğenim Mansurpalvan bu delikanlıdır. Ben gidince eğer biri seni incitirse... Bu delikanlıya söyle...

Yengem kovayı sol eline aldı ve sağ elini bana uzatıp kaşlarını çatarak kibarca gülümsedi.

-Öyle mi? Amcan gittiğinde beni üzen olursa benim tarafımda olur musun Mansurcan?

Ben utanıp ne diyeceğimi bilemedim. Benim yerime amcam cevap verdi. 

- Senden taraf olmak da laf mı, seni üzen kişinin başını koparır, değil mi?

Yengem gözünü kısarak bana baktı:

- Bırak, herkesi kendin gibi kabadayı sanma!

Amcam bir kahkaha attı. Bana gelince, yüreğim tuhaf duygularla doldu ve kendimi bahçeye attım.

O zamandan beri yengemin düşünceli yüzü gözümün önünden gitmez, söylediği güzel sözler kulağımdan silinmez.

Köydeki sadeliğe bakın. Aklıma hiçbir şey gelmedi, koşarak gidip misafirhanenin kapısını hızlıca açtım. Köşede oturan yengem şaşırıp arkasını döndü. Amcam başını yengemin dizine koymuş saçlarıyla oynuyormuş. Beni görünce kenara çekilip gülümseyerek:

- O,  sen misin pehlivan? Ne vardı?

- İşte bu… Büyükannem üzüm gönderdi…

- Büyükannen mi? Yine güldü, amcam.

- Hani, getir, üzüm ise bir tadına bakalım.

Ben üzümü onların önündeki sofraya koyarken yengemin gözlerinin yaşlarla dolu olduğunu gördüm. Tam üzümleri bırakıp hemen geri dönecektim ki yengem işaret parmağı ile gözyaşlarını sildi ve elimi tuttu.

Otur, Mansurcan, birlikte üzüm yiyelim.

Amcam da ister istemez teklif etti:

- Otur!

O bir salkım üzümü yengeme uzatırken bana göz kırptı:

- Biliyor musun, niye ağlıyordu yengen?

Düğün geleneksel olsunmuş, gelin otağına girmek istiyormuş…

- Evet, istiyorum, dedi, yengem.

- Eğilip amcalarını, teyzelerini selamlamak istiyormuş…

Yengem ince parmaklarıyla üzüm tanelerini tek tek koparıp ağzına atarken:

“Niye gülüyorsun?” dedi. 

- Ömrümüzde bir defa olan bir şeydir düğün, hepsini yaşamak istiyorum. Beni üzmeyin.

Peki, otağ kurulsun, gelin akrabaları selamlasın, kızlar koşuk söylesin…

- İşte bu! Yükseköğrenim görmüş gelinin dediklerine de bak!.. 

- Üniversite mezunu olsam ne olacak? Sonuçta siz yarın…

Yengem konuşamadığı için başını çevirdi.

- Tamam, tamam, teslim olduk canım! Tamam, otağa gir ve teyzelerimi, amcalarımı memnun et. Ama ağlama canım. Haydi sil gözyaşlarını, gülümse!

Amcam gülümseyip yengemin saçlarını okşadı. Fakat o da üzülüyordu, kendine teselli vermek için güçlükle gülümsediği belli oluyordu. Ben de çok üzüldüm ve yavaşça oradan ayrıldım…

Akşam düğün oldu. Serin yaz gecesi köy bahçelerinin üzerinde hüzünlü şarkılar, ayrılık acılarıyla dolu hüzünlü koşuklar yankılanıyordu.

Gelin gelirken (komşumuzun evinden çıkarılmıştı) delikanlılar kapının önünde ateş yakıp yola ip gerdiler. Büyükannem elinde bir avuç bozuk para, bazen ağlayarak bazen gülerek gelinin başından para saçtı. Gençler ayrılık ve hüznün elemini tamamen unutmuş gibi tan atana kadar eğlendiler. Sabahleyin ise toplanan ahali, amcam başta olmak üzere otuz yiğit genci gözyaşları ve dualar eşliğinde askere uğurladılar.

Amcam gittikten sonra yengem nereye gideceğini, ne yapacağını bilemedi, bu dünyaya sığamaz oldu. Tıpkı uzak ve tanımadığı bir yerde kalmış bir ceylan yavrusu gibiydi. Akrabalarla, hatta büyükannemle bile konuşmuyor, genellikle bahçede tek başına dolaşıyor, iri gözlerini uzaklara dikip derin düşüncelere dalıyordu. 

Ben bazen ona çeşitli kitaplar getirirdim. Kitabı teşekkür ederek alır, beni de biraz şımartırdı. Fakat getirdiğim kitabı ya çok az okur ya da yarısına bile gelmeden kitabı kapatırdı. Ama amcamdan mektup geldiği günlerde gözleri parlar, büyük bahçenin gah o tarafından gah bu tarafından yumuşak sesi duyulurdu.

Bu şekilde bir hafta geçti. Sonra okullar açılınca (O okulda çalışıyordu) evde yüreğim daralıyor, diyerek buğday hasadında çalışmak için tarlaya gitti.

Büyükannem ne kadar engel olmaya çalışsa da, yalvarsa da yengem okul kapanana kadar tarladan dönmedi.

Ben her gün olmasa da iki üç günde bir sıpama binip büyükannemin verdiği üç dört çörek, kora gömülerek pişirilmiş üç dört mısır koçanı, bir tabak samsa[1] ve bir çömlek yoğurdu heybeye koyup tarlaya, onun yanına giderdim. 

Yengem ağır işe alışmamış şehir kızı değil mi, çok geçmeden zayıflayıp rengi karardı. Zorlandığı belli olsa da büyükannemin selamlarına gülerek cevap verirdi. Annemin gönlünü rahatlat, Mansurcan. “Kızlar gelinler arasında sapasağlam dolaşıyor, de!” derdi.

Ben ona canı gönülden hayranlık duyuyordum. Köyde gece gündüz postacının yoluna bakıp kendi kendine dertlenmektense bu uçsuz bucaksız bozkırda dertleşip konuştuğu akranlarıyla birlikte gülüp birlikte ağlayarak vakit geçirmesi daha iyi değil mi?

Bozkırdaki insanların çoğu tıpkı yengem gibi ayrılık ateşi ile kalbi dağlanmış genç kızlar ve gelinlerdi. Onlar bütün acı ve ıstırapların hıncını işten çıkarır gibi var güçleri ile çalışır, geceleri ise gece yarısına kadar geniş bozkırı titretircesine acıklı koşuklar söyleyip cephedeki eşlerine ithafen sade fakat samimiyet dolu mektuplar yazarlardı. Yengem kızların isteği üzerine bazen onlara güzel mektuplar, bazen de şiirler yazardı. Onun için de herkes onu severdi. Yengem beni dört gözle beklerdi, çünkü amcamın mektuplarını genellikle ben getirirdim.

Böyle zamanlarda yengem sertleşmiş küçük avuçları ile başımı sıkıca tutup göğsüne bastırır, alnımdan öper, benim gerçek dostum, kurtarıcım, diyerek şımartır, bense onun aydınlanan çehresini, sevinçten parlayan simsiyah gözlerini görünce başım göğe değer gibi olur, ona daha çok iyilik yapabilsem, onu daha çok mutlu edebilsem, diye içimden geçirirdim.

Yengem okullar açılmak üzere iken bozkırdan döndü. Fakat eğitim bir hafta devam ettikten sonra okul kapandı, herkes pamuk toplamaya gitti. Aynı zamanda eylül ayının ortalarında amcamdan gelen mektuplar aniden kesildi.

Amcam son mektubunda “Er ya da geç savaşa gireceğiz.” demişti, ondan sonra mektuplar kesildi. Aradan on beş gün geçtikten sonra köyümüzden amcamla birlikte savaşa giden bir gençten mektup geldi. O gencin yazdığına göre amcam yaralanmış, onu hastaneye götürmüşler. O genç bunu kendi gözü ile gördüğünü söylemiş ve amcamın adresini sormuş. Bu mektup gece karanlığında güneş doğmuş gibi herkesin gönlünü ümitle doldurdu, gözler yine postacının yoluna dikildi. Fakat aradan bir aya yakın bir zaman geçtiği halde amcamdan bir haber çıkmadı. Bu arada köylümüz olan o gence (O da yaralanmış, hastaneye kaldırılmıştı) pek çok mektup yazıldı. O genç, amcamın yaralandığını, sağlık görevlilerinin onu siperden çıkarıp götürdüklerini kendi gözleriyle gördüğünü bir kez daha onayladı. Fakat bundan ne fayda? Amcamdan hala bir haber yoktu. 

Yengem ilk zamanlarda kendini dirayetli tuttu, ümitsizliğe kapılmamaya çalıştı. Ancak günler geçtikçe dirayeti azaldı, sonunda iyice kendini bırakıverdi. Özellikle hemşehrileri olan genç mektupları cevaplamayınca, hastaneden de bir haber çıkmayınca iyice üzülüp morali bozuldu.

 O, tarlada eli bir işe varmadan öylesine perişan bir şekilde dolaşıyor, en ufak bir şeyde küçük bir çocuk gibi dudakları titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Her öğlen sanki mektup gelse hemen haber vermeyeceklermiş gibi beni eve gönderir, sonra solan yüzünde parlayan gözlerini yola dikip beni beklerdi. Benim için onun umut dolu iri siyah gözlerine bakıp başımı “hayır” diye sallamaktan daha büyük bir acı yoktu!

Genellikle gözlerine bakmaya cesaret edemeden uzaktan sessizce geçer, sonra onun topladığı pamukları harman yerine taşırken veya dere kenarından ineklere biçtiğim otları toplarken bir gün amcamdan bir mektup geldiğini ve bu mektubu uzaktan göstererek koşup gelişimi hayal ederdim. Yürüsem de otursam da bu sahne gözümün önünden gitmezdi. Yengem mektubu görünce elbette sevinçten ağlar, sonra gülerdi. Sonunda beni kucaklayıp bağrına basardı ve biz şimdikinden de daha fazla birbirimizi seviyor olurduk!..

Ben yengemi düşünüyordum ama bu durum büyükannem için daha da zordu. Yengem her akşam tarladan döner dönmez misafir odasına girer ve kendini demir karyolanın üzerine atar, gözünü tavanda bir noktaya dikip saatlerce yatar, büyükannem ise yüreği kor düşmüş gibi yanarak onun gönlünü nasıl alacağını bileyip dertlenirdi. Sonra “Ümitsiz olan şeytandır, sabret, yavrucuğum!” diye onu teselli eder, kendi ise bahçede dolaşarak sessiz sessiz ağlardı. Zannımca o her şeyden çok yengemin gitmesinden korkardı.

Kasım ortasıydı. Ama hava henüz soğuk değil, günler sonbaharın ilk günleri gibi ılıktı. Ağaçların dibi hazan halısıyla kaplanmış gibi kıpkızıl, çıplak bahçeler de hüzünlü ve sessizdi...

Sabah değirmene gitmek için sıpamı eyerlerken mutfaktan yengemin neşeli sesini duydum.

- Anneciğim, beni dedi dersiniz, bugün mektup gelir, diyordu. Düş gördüm. Oğlunuz at oynatarak geliyordu.

- İnşallah dediklerin çıkar yavrum…

Bir süre sonra yengem, içinde arpa ve mısır bulunan çuvalı taşımak için büyükannemle birlikte zayıf yüzü parlayarak dışarı çıktı. Çuvalı sıpaya yüklemeye yardım ederken:

- Çabuk dön, kaynım, dedi. 

- Bugün kabak ve samsaya doyalım!..

Ben de içime su serpilmiş gibi sıpamı koşturup gittim. Öğle olmadan mısırı öğüttürüp döndüğümde evde kimse yoktu. Unu mutfağa bıraktım, sıpayı yedeyerek dere kenarına indim. Dereye yaklaştığımda yaşlı dut ağacının dibindeki büyük mezarın yanında oturan büyükanneme gözüm ilişti.

Büyükannem bu kabirdekinin evliya olduğunu söyler, her cumartesi günü onun üzerindeki bir kulaçtan daha büyük yaban koyunu boynuzuna beyaz bez bağlar, geceleri onun başucunda kandil yakardı.

Büyükannem altında keçe, tıpkı erkekler gibi bağdaş kurup oturur, anlamadığım bir şeyler mırıldanır, evliyanın yüzü suyu hürmetine, diye dua ederdi.

Büyükannemi daha önce birkaç kez bu durumda görmüştüm ama o bunu genellikle sabah veya tam tersi akşam namazı sırasında yapardı. Bugün ise … tam öğle vakti!.. İçim bir tuhaf olup dere kenarına gittim ki yine gönlüm altüst oldu. Dere kenarında, söğütlerin arsındaki pınarın başında yengem birbirine karışmış saçlarını yıkıyordu. Beni görünce beline kadar inen ipek gibi yumuşacık saçlarındaki suyu silkeleyip çabucak toparlanarak ayağa kalktı.

- Çabuk dönmüşsün kaynım. Şimdi biberli, kabaklı bir samsa yapayım ki tadı damağında kalsın!

O eline bir sepet alıp bahçeye gitti, ben ise sıpamı köstekleyip dere kenarına bıraktım ve pınarın başındaki kuru otların üzerine uzandım.

Keşke yengemin düşü hayır çıksa da postacı bana bir mektup bıraksa. Ben onu koşa koşa yengeme götürüp versem, evimizin üzerine çöken kara bulutların dağılıp güneşin çıktığını görsem!

Yavaşça doğrulup bahçeye baktım. Dutun dibinde büyükannem görünmüyordu. Ben evliya dedenin kabrinin yanına gitmeye çekinip karşısında diz çöktüm. Gözlerim kendiliğinden kapandı, çocuklara has samimiyet ve inanç ile mırıldandım:

- Ey kudretli, şefkatli, merhametli evliya dede! Dileğimi kabul et! Yengemin düşü gerçek olsun! Canım büyükannem ile yengemin gözyaşlarını dindir, üzerlerindeki kederi onlardan uzaklaştır, ey merhametli, kudretli dede!

Kulağıma “Postacı! Postacı!” diye ses gelir gibi oldu. Merakla gözlerimi açtım. Bağrışanlar dere kenarında sığır güden çocuklardı. Postacı (bileğinden vurulup eli koptuğu için kolu kızıl bir sopaya benzeyen genç adam) koca kulaklı eşeğini dehleyerek dereden doğru bizden tarafa geliyordu. Korkutucu, aynı zamanda güz güneşi gibi ılık bir duygu tüm bedenimi kapladı. Aynı zamanda postacının amcamdan bir mektup getirerek bizim eve doğru gittiğinden de hiç şüphem yoktu!

Yerimden fırladım. O korkunç ve yakıcı duyguya yenik düşerek bahçeye koştum.

- Büyükanne! Yenge! Mektup! Amcamdan mektup!

Evden ilk önce elleri hamurlu büyükannem çıktı, onun arkasından bir elinde tarak, bir elinde ayna dağınık saçlarıyla yengem göründü. Rengi duvar gibi, saçları dağınık, yanımdan geçip gösterdiğim tarafa doğru koşup gitti, onun arkasından hamurlu elleri ile omuzlarına düşen başörtüsünü düzelte düzelte büyükannem gitti. Üçüncü olarak ben koştum. Fakat postacının bizim tarafa dönmeden komşunun bahçesine doğru gittiğini görünce içim buz gibi oldu ve gayriihtiyari durdum. Pınarın başına kadar giden yengem aynasını güneşe tutup elini salladı:

- Yukardan atın mektubu! Yukardan… Arkasından büyükannem de nefes nefese yetişti ve dedi ki:

- Ah, ayağı uğurlu, postacı oğlum! Geri dönüp kapıdan gir, mektubu ver. Kabaklı samsa yapıyordum, nasibini ye, müjdeni al, yavrum…

Postacı eşeğini durdurdu. Sanki sakalını sıvazlamak ister gibi kızıl sopaya benzeyen kolunu kımıldattı, sonra yüzünü diğer tarafa çevirip mırıldandı:

- Hangi mektubu diyorsunuz?

- Mektup ya, mektup… Oğlumdan gelen mektubu diyorum, yavrum!

Postacı başını kaldırmadan:

- Ne yapayım, dedi yavaşça.

- Mektup oğlunuzdan değil, hastane yönetiminden, halacığım. Biz onu köyün muhtarına verdik... Yengem gözlerini dikip bana baktı. Onun gözlerinde öyle bir korku, öyle bir dehşet vardı ki, ben hiçbir zaman telafisi olmayan kötü bir şey olduğunu hissettim ve olduğum yerde donakaldım. Büyükannem hâlâ hiçbir şey anlamayıp:

- Vay, aptal şey, dedi gülerek. Onun başkanından mektup geldi de köyün muhtarına mı vereceksin, yavrum?

Postacı tıpkı paygede[2] arkada kalmış binici gibi canla başla eşeğini dehleyip yola koyuldu. Büyükannem onun arkasından koşacaktı ki yengem elem dolu bir sesle:

“Anneciğim!” diye bağırdı.

- Anneciğim!.. Bırak!.. Gerekmez! O böyle dedi ve bana dönüp dudakları titreyerek:

- “Getirdiğin güzel haber bu muydu?” dedi, nefesi yetmediği için yutkunarak. Ben onun titreyen dudaklarına bakamayıp başımı eğdim. 

- Affedersiniz, dedim, üzülerek.

- Ben… Ben iyi niyetle, size iyilik yapsam diye… 

- İyilik! Yengemin gözleri önce yaşla doldu, sonra birden parladı:

- Bulduğun iyilik eğer bu ise… Kaybol gözümün önünden! Kaybol!

O, balta vurulmuş taze fidan gibi ikiye bükülüp ayağının altındaki dikenin üstüne çöktü. Deminden beri kendinde olmayan büyükannem bir gelinine bir bana bakıp yengeme sarıldı, ben ise kendimi ağaçların içine doğru attım…

Çok geçmeden muhtarlıktan biri çıktı, bir anda kadınlar, kızlar toplandı, bağrışıp çağrışmalar başladı. Bir hafta boyunca büyükannemin evinden insan eksik olmadı, gece gündüz yas dinmedi. Fakat hiç kimse, büyükannem bile beni hatırlamadı. Ben bir hafta boyunca feryadımı anlatacak bir tek canlı bile bulamayıp kendi kendimi yedim. Sonuçta... Bunu yengemi gerçekten tüm kalbimle sevdiğim için, onu mutlu etmek için, ona iyilik yapmak için böyle yaptım! O gün, o saatte kara haber geldiğini nereden bileyim? Yengem bunu anlamıyor mu? 

Nihayet bir hafta sonra büyükannem beni çağırdı. Ben onun üzüntüden küçülmüş gövdesini, küçücük kalmış yüzünü görünce kendimi onun kucağın atarak ağlamaya başladım.

Ben büyükanneme bütün derdimi anlattım. Yengemi üzmek için değil, mektubun amcamdan geldiğine inandığım için, onu memnun etmek için yaptığımı, yengemi hala çok sevdiğimi, gerekirse onun için canımı bile esirgemeyeceğimi söyledim…

Canım büyükannem! O benim acımı anladı. Yengem ile konuşacağını söyledi, ağlayarak alnımdan öpüp başımı sıvazladı.

Bilmiyorum büyükannem yengem ile konuştu mu, konuştu ise o ne dedi, fakat yengem bir defa bile bana dönüp bakmadı.

Sırtında mavi bir elbise, başında mavi bir başörtü, neredeyse bir ay yas tuttu. Gönlüm üzgün, ben gece gündüz onun yolunu bekledim, bir tek söz söylesin, diye evden çıkarken gözlerinin içine baktım ama o beni her gördüğünde geri dönüp benden uzaklaştı. Bir ay sonra ise kendi memleketine gitmek istedi.

Akrabalarımızdan birisi çiftlikten bir araba istedi. Ben, en azından vedalaşır, güzel günlerin hatırına bir şeyler söyler, diye sabahtan beri ümitle yolunu bekledim. Ağlamaktan yüreğim ağırlaştı, yengemle büyükannemin vedalaşmasını görmemek için dere kenarına; amcam ile yengemi ilk kez birlikte gördüğüm pınar başına gittim. Araba hareket edip pınara doğru yaklaşırken yavaşça yola indim. Yengem sırtında kara palto, başında kara bir şal başörtü, samanla dolu bir arabada yüzü başka yöne dönük bir şekilde oturuyordu.

… Ya affetmezse? Ya bir defa bile dönüp de bakmazsa? Eğer vedalaşmazsa?.. “Yenge! Bana bir bak! Benim derdime kulak ver! Ne yapayım, böyle oldu!.. İstersen beni vurup öldür ama… bir şey söyle! Ben seni… Öyle çok seviyorum, öyle çok seviyorum...”

Araba yakınlaştığında beni gören yaşlı arabacı yengeme bir şeyler söyledi. Yengem yavaşça dönüp baktıktan sonra yine başını çevirdi. Ağlamaktan kızarıp şişmiş gözleri yeniden yaşlarla dolmuş gibi geldi bana.

Araba yan tarafımdan geçip gitti. Ben içim kan ağlayarak ona yalvarırken araba dönemeçte gözden kayboldu fakat yengem elini bile sallamadı. O benim “iyiliğim”i affetmedi, affedemedi.

 


 

1 Bir çeşit börek.

 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 215. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 215. Sayı