Kısa Hikâyeler


 01 Ekim 2025

Beşik tavanın tam ortasına asılmış gibiydi. Ben yumruğumla gözümü ovaladım. Beşik büyük görünüyordu. Tüm evi dolduruyordu. Ellerimle kulaklarımı kapattım ama beşikteki kardeşimin hüngür hüngür ağlaması parmaklarımın arasından sızıp başımı çatlatıyordu. Bu ağlama, komşum Ferit'in beni oyuna çağırdığında kapıyı vurmasına benziyordu. İşte yine gelmiş, sokağa çağırıyor. Sokakta hava temiz, demin yağmur yağıverdi. Yoldaki tekerlek izinden dereler akışıyor. Oğlan çocukları bu dereleri aşıp kendilerini denizde gibi hissediyorlar. Kızların kâğıttan yaptığı gemiler de denizde yüzerek bir yere acele ediyorlar.

Kardeşim nihayet sustu. Mışıl mışıl uykuya daldı. Ben de ok gibi sokağa fırladım. Kızlar ve oğlan çocukları Ferit'in evinin önünde toplandılar. Aralarındaki bir kız farklıydı. Saçlarında mavi kelebek şeklinde bir toka, beyaz elbisesi ise kırmızı elma motifiyle süslenmişti. Ayaklarına bembeyaz topuklu ayakkabı giymişti kız. Ben nedense utanıp şişmiş ayaklarıma baktım. Tam bir şey diyecektim ki başparmaklarım kıpırdadı. 

“Bize misafir geldi!” diye bağırarak acıklı bir şekilde bana baktı Ferit.

Hadi ya, başkaları misafir hiç gelmemişti sanki! Baksanıza Nebi aniden başını çevirip kıza pas vererek cebinden siyah renkli bir şey çekip aldı.

“Mıknatıs…” dedi o gizemli bir sesle. “Demiri on metreden kendine çekiyor.”

“Benim de kardeşim var!” diye gururla gözlerimi arkadaşlarımın üzerinde gezdirdim.

“Benim de” dedi Nebi.

Sabrım taşınca, gözlerim dolmaya başladı. Neden bize de misafir gelmemiş? Yoksa misafir sadece bir tane mi olur?

“Biliyor musunuz?” dedim. — Benim kardeşimi altın kuyruklu tilki getirmiş. Dün gece, siz uykudayken.

Çocuklar, karınlarına ağrı girene kadar güldüler, kızlar yem bulmuş kuşlar gibi cıvıldaştılar. Bir tek misafir olan kız gri gözlerini bana dikerek şaşkın şaşkın bana bakıyordu.

“Yalan söylemek çok kötüdür.” dedi. “Bebekleri hastanede doğuruyorlar. Bilmez misin bunu?”

O an güneşi bir bulut kapladı ve yağmur çiselemeye başladı. Köy kapısının yanında atın kişneyen sesi duyuldu. Birazdan at kendisi de görüldü. Arabada eski tüfeğine sarılıp avcı Alau ağabey oturuyordu. Oğlan çocuklar misafir kızı unutup onun yanına koştular. Bir tek ben hiç bir yere kıpırdamadan mıhlanmış gibi donakaldım: Alau ağabeyin hemen yanında kırmızımsı bir tilki yatıyordu. Ağız kenarlarından arabadaki samana turna yemişi suyu akmıştı…

Alau ağabey kendi kendine söylenip dizginleri çekti. Bir gözü kör olan at dereyi aşıp yola devam etti. Tilkinin kalın kuyruğu arabadan sarkmıştı. Ama nedense bugün kuyruk altın renkte görünmedi. Aksine kirlenmiş, rengi de soluktu. Misafir kız da aynı benim gibi yanında duruyordu. Sonbahar rüzgârından azıcık titriyordu sanki…

Saliara, Çiçek İsmi

Oğlanın hali çok kötüydü, akşam ateşi yine yükseldi. Evde annesi ve babası koşuşturup duruyorlardı. Ara sıra oğlan, onların konuştuklarını duyuyordu ama kendini kötü hissettiğinden dolayı hiçbir şey anlamıyordu. Sadece pencerelere vuran yağmurun sesini dinliyordu. Pencereyi az da olsa açıp yağmurun altında ıslanmak istiyordu ama bu dahi ateşini düşüremez gibiydi. Keşke soğuk yağmurun altında ıslanabilseydi…

Yağıyor, dünden beri yağıyor. Bugün uykudan sonra oğlan arkadaşıyla birlikte Kuru Yılga adında bir kasabaya gidecekti. Acaba arkadaşları onsuz mu gittiler şimdi? Doğrusunu söylemek gerekirse, bugün tek başlarına da gidebilirlerdi. Dün yolu göstermişti onlara. Önce inanmamışlardı, gülerek “Masal anlatma şimdi, öyle bir çiçek yok dünyada…” dediler. “Hadi gidelim o zaman, bakalım!” demişti oğlan. Sakince, kızmayarak söylemişti. Haklı olduğunu biliyorsa neden kızsın ki? “Hadi gidelim, bakalım” dedi tekrar. Yol yakın değildi, Kuru Yılga ta köyün ucundaydı. Böylece arkadaşlar anlaştılar. O çiçeğin bu mevsimde açtığını henüz kimse görmemişti. O sıradan bir çiçek değilmiş, sihirli bir çiçekmiş. “Yalan söylüyor arkadaşımız!” dediler onlar ve herkes oraya vardıklarında oğlana ne gibi bir ceza vereceğini düşünüyordu.

Kuru Yılga'ya vardıklarında hava kararmaya başlamıştı. Arkadaşlarını nehrin en sarp kıyısına götürmüştü oğlan.[1] 

“ Şimdi sessiz olun.” dedi oğlan, sonra da kıyının altına bakarak:

“Saliara!” diye bağırdı. “Çiçeğin ismidir.” diye ekledi o, arkadaşlarına dönerek.

“Saliara!” diye tekrar bağırdı ve aşağıda bir şey yanmaya başladı. Çocukların tüyleri diken diken olmuştu. Herkes pespembe nurlar saçan güzel çiçeğe bakıp hayrete düştü…

“Bu çiçeği gören insan ebediyen yaşayacak.” dedi oğlan, sihirli sözleri tekrarlayarak.

Mucizeydi bu! Evlerine döndüklerinde, arkadaşlarının dilleri çözüldü. Çok ama çok hayaller kurdu onlar. Bir tek oğlan, düşüncelerine dalıp kendine kapanmıştı. “Neden konuşmuyorsun?” diye sordular ona. Oğlan, arkadaşlarına baktı. O anda onun gözleri de, düşünceleri de güzeldi. Bugün o insanlara kendi çiçeğini hediye etti.  O çiçek sadece ona ait değildi artık. 

“Arkadaşlar” dedi o, “bu çiçeği koparan insan ölür. Ama arkadaşları kendi hayallerine dalmış, onun sözlerini duymamışlardı bile…”

… Ama bütün bu olanlar dün geceydi. Bugünse oğlan, ateşten başı çatladığı için yağmurun altında durmak istiyordu. Onun hali çok ama çok kötüydü. Bugün hastaneye götürülmesi gerekiyordu ama babası yine araba bulamadı, elleri boş eve döndü.

“Sabircan da hastaymış.” dedi o. 

“Ya Galimcan ağabey?” diye sordu oğlan fısıldarcasına. Geçen günlerde sokakta rastlayınca, o ağabey ona ceviz vermiş, teşekkür edince de «Afiyet olsun!» deyip gülümsemişti.

“O da hastalanmış oğlum. Ama ne yazık ki Gıylmulla ağabeyinin arabası bozuk, hastaneye götüremiyorum.”

Bütün bunları anlatırken babası, soğuk elini oğlunun alnına koymuştu. Yollar kötü ve çamurken kim arabasını köyden çıkarmak ister? Ama babası oğluna bundan bahsetmedi. Oğlanın konuşmaya hali olmasa da babasına “Araba bulmaya çalışma” demek istiyordu. Oğlana zaten hiçbir şey olmayacak. Çünkü o, Saliara çiçeğini görmüştü! Artık ölümsüzdü o! Otursaydı babası şöyle uzun uzun yatağın kenarında, soğuk elini oğlunun alnına koyup. Çok ama çok uzun süre otursaydı…

Evin önüne araba geldiğinde, yağmur çoktan dinmişti. Pencereden sızan beyazımsı ışıktan oğlanın yüzüne Saliara çiçeğinin nurları saçılıyordu.

[1] Kuru Yılga: Kuru Nehir’in Tatarcasıdır.

Küçücük Kurbağa 

Evin önündeki akçaağacının yaprakları pencerelere çarpıyordu. Birkaçı cama yapışıp kalmıştı. Çok ama çok ıslaktılar. Gökte, sanki yeryüzünün şalıymış gri bulutlar geziniyor. Onlara uzun uzun bakınca nedense ağlayası geliyor. Ama ben zırlak değilim, korkak da değilim. Annem ve babam işe gidince evde tek başıma kalabiliyorum. 

Beni erken uyandırıyorlar. Sonra da üçümüz birlikte çay içiyoruz. Babam tek kelime etmiyor ama annem her gün aynı sözleri tekrarlayıp duruyor: “Sokağa çıkma, üşütürsün. Elektrikli aletlere el sürme, falan filan…” Sanki ben küçüğüm!

İşte ikisi de çantalarını alıp evden çıkıyorlar. Ben ise ilk önce usulca resimli albümlere bakıyorum. Onları defalarca karıştırmışımdır muhtemelen ama yine de ilgimi çekiyorlar. İlginç olmasa da karıştırırım, daha ne yapayım? Albümlerle işim bitince, burnumu pencereye dayayıp uzun uzun sokağa bakıp duruyorum. Orası soğuk, içerisiyse sıcak. Ama soğuk da olsa dışarı çıkmak istiyorum. Ferit'in keyfi yerinde, sabahtan beri sokakta geziyor. O, annesinin tek çocuğu değil, ağabeyleri de ablaları da çok, küçücük kardeşi de var. Ferit bilmem kaç kere evimizin önünden geçti, üstelik bana el sallayıp dilini gösterdi. Ben için için onu kıskansam da belli etmemeye çalışıyor, pencereden bakmaya devam ediyordum. İşte yine gelmiş, sanki önemli bir şey söyleyecekmiş gibi işaretler gönderiyor. Çıkmadan olmaz, zaten her sene yaz geldiğinde hiç fırsatı kaçırmadan «ev cini» diye alay ediyorlar.

Ferit çıktığımı görünce yüzüne kocaman gülümseme yayıldı:

“Neden hiç sokağa çıkmıyorsun?”

“Yağmur yağıyor…”

Burnunu çekerek:

“Sadece ilk başta zor, sonra alışıyorsun” diyor. Sonra da sanki büyük bir sır saklıyormuşçasına yaklaşarak fısıldıyor:

“Biliyor musun, bizim küçücük kurbağamız var.”

“Nerede?” diye soruyorum.

“Bodrumda. Bahçeden sızmış.”

Biraz sonra tahta ata binip oyun oynadık. Ama ben çok oynayamam, annemin az sonra eve döneceğini hatırlayarak eve koşuyorum. Arkamdan Ferit'in sesi duyuluyor:

“Sizin de kurbağanız var mı?”

“Neden olmasın?” diye düşünüyorum ben kendi kendime ve kapıyı hızlıca açıp evin içinde kayboluyorum.

Akşam olunca annem döndü. Alelacele yemek hazırlamaya başladı. En az Ferit kadar ağır çantasını tutup babam da kapıdan girdi. Sofraya oturup sessizce yemeğimizi yiyoruz. Tam da o an küçücük kurbağayı hatırlayıp babama sesleniyorum:

“Baba, bizim küçücük kurbağamız var mı?” diye soruyorum. Babam şaşırıp bana bakıyor:

“Nereden olsun?” diyor.

Ben Ferit'in sözlerini tekrarlıyorum:

“Bahçeden sızmış olabilir bodruma.”

Babam dayanamayıp kahkaha patlattı: 

“Nasıl sızsın oraya? Bizim cephe taştan, kurbağa ise büyük…”

Annem şüpheyle bana bakıyor.

Karnı doyunca babam gazete okumaya başlıyor. Beni yatağa yatırıyorlar. Yorgan altında sıcak. “Ya bahçede küçücük kurbağa üşüyorsa?” diye düşünüyor ve bu duruma çok ama çok üzülüyorum.

Balık Yavrusu

Annesi Balık yavrusunu okula gönderdi: 

“Uslu ol, derslerine iyi çalış.” dedi.

Ufaklık okula gitmek istemiyordu. Su sıcak, uzaktaki güneşin ışınları gölün dibine dalıp el bende oynuyorlar. Ufaklık okula gitmeyip göl kenarına yaklaştı. Meğer burada daha eğlenceliymiş. Ağzını sulandırıp kalın kalın solucanlar sarkıp duruyordu.

O anda bir yerlerden beyaz bıyıklı Taban Dede ortaya çıktı. 

“Buralarda dolaşma, Balık Yavrusu.” dedi o dudaklarını buruşturup. “Görüyor musun solucanları?”

Tabii ki görüyor, kör değil ya… 

“Onlar oltaya takılmış…” Taban dede gözlüğünü düzeltti. “Onları yersen pat diye göl kenarında bulursun kendini… Dikkat et!”

Balık yavrusunun canı çok ama çok solucan çekmişti. Bir tanesi sessizce oltadan emerek çıkarıverse miydi acaba?

Balık Yavrusu solucanı yer yemez kendisini göl kenarında bulmuştu. Bir oğlan onu avucuna alarak “Çok küçük bir şeymiş, yaaa!” dedi. Sonra da Balık yavrusunun üzerine tükürüp geri göle bıraktı.

Aaaaa! Gölün dibinde kendine gelmişti Balık Yavrusu. Etrafına bütün balıklar toplanmıştı zaten. Annesi de gelmişti. Balık yavrusuna bir çarpayım diye Taban Dede kuyruğunu tam kaldırmıştı ki kıyamayıp geri çekti.

“Ne bakıyorsunuz öyle!” diye bağırdı Balık Yavrusu. “İğneden korkuyorsunuz ama ben dünyayı gördüm! Orada bir oğlanla karşılaştık. Selam, Balık Yavrusu kardeşim!” dedi.

“Balık Yavrusu dünyayı görmüş!” diye şaşırdı balıklar.

“Siz ise her gün cahil cahil gölün dibinde yatıyorsunuz.” diye göğsünü kabarttı Balık Yavrusu. “Büyüdüğümde o oğlan beni Kazan'a götürecek. Orada Rusça öğreneceğim, sizinle boş boş konuşup zamanımı harcamayacağım.”

“Ah Balık Yavrusu, ah!” dedi küçük balıklar.

O günden itibaren Balık Yavrusu tamamen tembelleşti ve kendini herkesten üstün görmeye başladı. Artık sabahları dişlerini fırçalamıyordu. Hatta yüzünü bile yıkamak istemiyordu. Okula da gitmedi.

“Niçin okula gideyim ki?” dedi o, annesine. “Cahil balıklar bana ne öğretebilirler ki?”

Gölün dibinde yatıp keyif yapıyordu artık Balık Yavrusu. Yok ya, artık Balık Yavrusu da değil, tüm gün tembellik yapınca büyümüş, şişmanlamış, bu yüzden yürümekte bile zorluk çekiyordu.

Keyif yapmak çok hoştu ama yine de mutlu olamıyordu. Dünyayı görmek istiyordu Balık Yavrusu. O yine solucanlara yöneldi. Bir solucanı yer yemez yine pat diye göl kenarında buldu kendini.

“Oha…” diye şaşırıp sevindi oğlan. “Ne kalın bir balık yakaladım ama! Tava kadar büyük!” diyerek onu keten bir torbaya koyup Kazan'a götürdü.

 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 226. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 226. Sayı