HaftanınÇok Okunanları
HUDAYBERDİ HALLI 1
Süleyman Abdulla 2
Ayşe Solmaz 3
MUHİTTİN GÜMÜŞ 4
KEMAL BOZOK 5
HÜLYA ÇEL İKTENYILDIZ 6
Osman Çeviksoy 7
O zamanlarda ne olmuş, bunu yalnızca yaradanım bilir, bir de ihtiyar Kulmat’la iti bilir. Başkaları da bilmesine bilir de ama onların ne gözleri, ne kulakları ne de dilleri vardır. He, söylendiğine göre onların doğduktan sonra buldukları sahipsiz kızı, sokaklarda gezip dilenen oğlu yoktur. Sürünün ardından değneğini sürükleyerek gezen, bir çıktığında aylarca giden Kızgaldaklı Çoban Kulmat, alnının kırışıp buruştuğu, burnunun çöküp bıyığına indiği zamanlarında sakalını gözyaşlarıyla yıkaya yıkaya şeyhlerin kademine besili kuzuyu muzuyu; alabaş, karabaş koyunları kurban ederek mollaların eteğine gözünü sürüp gezdi durdu.
Hanımı Zübeyde, falcılara ve kerameti kendinden menkullere ak tavuk, kara tavuk, kül rengi ve benekli tavuk adayıp evliyaların, şehitlerin mezarını tekrar tekrar ziyaret etti. Ahretliklerinin ona söylediği yâr yâr[1]lar kulağına belli belirsiz bile gelmez olup kırmızı elma yanaklı yüzünü solgunluk mahvettiğinde kalçasını öpen saçlarına aklar karışınca onlar da dirseğine bile değmeyecek hâle geldi. Kocasının kuvvetli elleri güçten düşüp de yaşı altmışın kapısına merdiven dayadığı vakitte, onların “nasipsiz” diye söylenen bahtlarına talih güldü ve bir evlat sahibi oldular. Olmasına oldular da… Lakin o sabi de -ah, ah, a…- altı ay içinde, küçücükken vefat etti.
Kulmat, önce aslan gibi kükredi sonra aç kurt gibi uludu, fevri davranmasına uygun düşen saman alevi gibi sinirlenmesini kaybetti.
Güzün sonundan erken bahara kadar çamurdan alelusul yapılmış bir eyvanın iki kanadındaki odasında, burayı mekân tutmuş baykuşlarla birlikte yaşadığından beri, -oh ho- ne kadar mizan rüzgârları[2] esti de narların bağrını dildi. Kulmat umursamaz, içine kapanık ve hayalperest biri olup kalsa bile o, kendi ismiyle bütünleşen, ayrıca onun hayatta olduğuna da dalalet eden çobanlığını bırakmadı. Milletin sürüsüne, hanımını ve işte o minicik evladını gören itiyle baktı, onunla dertleşip rızkının peşinde gezdi.
Baharda kara tufan gibi bulutlar bastırıp geldiği zamanda şimşekler gümbürdeyince son yağmurlara karşı şımarıklık yaparak mevcudata kendini gösteren otlar henüz yeterince uzamamış olsa da Kulmat, bunlarla sürüyü doyurdu. Güneş ışıklarının toprağa düştüğü vakitte hayvanlar keyfe geldi, kara toprağı yutacakmış gibi bayırlara doğru koşturdu.
Kulmat, sürünün başında, iti onların ardında, komşu sürüye doğru bayırdan inmeye başladı. Ekmek torbasının altı delindiğinden midir yoksa baykuş yuvasına dönen fakirhanesine bir an önce varmak istediğinden midir akşamdan beri gözü köy tarafına düşüp duruyordu. Onun huzuru kaçtı. Dertten uzak, ne yapacağını bilmeden gezen iti, kendisinden epeyce uzaklaşıp giden çobanın yakınına geldi. O, sürünün etrafında dolaşıp koşmaya başladığında yıldızlar göllere, deryalara ve sulama kanallarına, ırmaklara hatta bulağın gözüne dökülüyor; ay ise Çoban Kulmat’a, sürüsüne, itine ve ona yâren olanlara eteğinden yer veren dağın başında saçını tarıyordu.
Onu “Ooo, Çoban Kulmatbay, buyur, gel! Bizim tarafa hangi rüzgâr uçurdu? Yoklardın ya! Köye indiğinde mi olur, kışta mı, ha?” diyerek dünyayı ondan iki üç adım sonra gezmeye başlayan -boyuna posuna izafeten midir insanların onun ismine “deve” sözünü koşup söylerdi- Cinceklili çoban karşıladı.
“Hiç adam olmadın ya!”
“Sen, adamım diye gezip dur, hadi! Biz de adam oluruz, Kulmatbay!”
“Senden de düzgün bir söz çıkar mı aslında?”
Deve Taşman “Çıkar, çıkar! Büyüklük yapamıyorsan ben ne yapayım?! Hı, hı, hı… Sana şaşıyorum. Sürüne bakıp dolaşmaz mısın? Tam tamına çobansın. Ağabeyimin yakasına yapışmak sana mı kaldıydı? Rahmetli ukdeyle ölüp gitti. Şu radyonun gözü olsa dün görürdüm; diline ne gelirse vır vır söyleyip duruyor çenesi kilitlenesice, susmak da bilmiyor. Yine bir kere söylese ölüp kalır mıydı yahut asuman yırtılıp yere mi inerdi, ha? Onu sen de işitsen, ah, bir kerecik işitsen…” dedikten sonra kendi hâlinde çalıp duran Hüdayarhan’dan kalma hurda radyosunu değneğiyle dürttü.
“Ne söylesin?”
“Garmistan’da büyük güreş olmuştu. Şunu söylesin! Heee, işte şunu söylesin! O zamaaaan, rahmetlinin evladı Şemşettin pehlivan olmuştu. Şunu söylesin. Şemşettin bize benzemiş. Dayılarına çektiğinde -değil mi- o da yerden bitme, gösterişçi züppe ağabeyine benzeyip bir baltaya sap olmazdı. Onun omuzları bile benimki gibi ya! O, aynı ben! Tıpatıp aynı. He, ben o. Ben.
“Rahmetli Rozimurat’ın oğlunu mu söylüyorsun?”
“Başka kimi söyleyeceğim?”
Çoban Kulmat’ın nefesi sıkışıp bir şeylerin hesabını yaptı ve konuşmaya başladı:
“Rozimurat’ın oğlu, Rozimurat’ın oğlu… Pehlivan oldu mu? Eğer öyleyse helal olsun! Senin bu böbürlenmenle şafak da söker. Ben köye ineyim, demiştim. Olur dersen, senden…”
“Derdi olmasa Çoban Kulmat gelmezdi, demiştim kendim de.” diyerek işte şalvarı ıslak çocuğu -boyu boyundan uzun yiğidi- işaret eden Deve Taşman güldü ve sözüne tekrar devam etti:
“Önce bir piyale[3] çay iç, köye inmek kaçmıyor. Sürüne de kendim göz kulak…”
Ay, Çoban Kulmat’ın yolunu saçlarıyla süpürmediği için yıldızlar yerden uzaklaşıp gitti. O, eşeğin böğrüne dürtüp “Böribasar!” diye itine seslene seslene Kızgaldak’a yaklaştığında yumuşak bir rüzgâr köye ninni söylüyordu. Köyünün Zübeyde’nin kardığı hamurun kabardığı gibi genişlediğini Çoban Kulmat şu seher vaktinde fark etti. Uzaktan onun gözüne fakirhanesi görünmüyordu. Çamurdan ve kerpiçten suretlerini dimdik gösteren evler arasından eskiden de geçip gittiğini hatırladı ama o baharda sürüyü nereye topladığı aklına gelmedi.
Eskiden onun kulübesinin önüne köylülerinin malı davarı toplanır; Kulmat, onlara bakar, herhangi biri sürüye yetişemezse onu sürüye koşmazdı. Bu âdetlerini ne zaman unuttuğunu Kızgaldaklılar değil artık Kulmat’ın kendisi de bilmezdi. O, zevcesi ve neslini yürütecek evladı vefat ettiğinden beri kendisine tepeden bakan köylülerin hizmetini görmek için ömür geçiriyor, onlardan ümitvarlığını birisine hatta kendisine bile söyleyememiş olsa da gönlünün derinden de derininde kıpkırmızı gelincik gibi açılmış derdini geceleri başkalarına bildirmiyor, kendince boş boş dolaşıyor sonra da bir yere varıp yorgun bir şekilde devrilip yatıyordu. Bu devrilip yatmalarında ay, ışıklarını Zübeyde’nin saçı gibi yayıp döktüğü zaman “Al emanetini!” diye yalvarıyor, gözü kapanıncaya kadar yıldız sayıyordu. Böyle zamanlarda ince gömleğinden kollarını çıkarıp çenesini dişi ağrıyan hasta gibi kuşağıyla bağlıyor yine bir başka kuşakla da yüzünü kapatıyor; ayağının başparmaklarını birbirine değdirip sürterek kütük gibi yatıyordu. O, böyle bir âdet edinmişti.
Eğri büğrü birleşen, nereden gelip nereye gittiği belli olmayan yılan izi gibi patika yollar, büyük yollara kavuşarak çobanı, köy ehli tarafından “Kulmat’ın baykuş yuvası” diye adlandırdıkları kulübesine alıp getirdi.
Çekik gözüne fakirhanesi değil ihtiyar gibi beli bükülmüş odasının destekle bekitilen kapısı açık göründü. Açık kapı, çobanın düşüncelerini hanımından tarafa yönlendirdi. Bir zamanlar, ne kadar çalışıp yorulmuş olsa da her defasında olduğu gibi Kulmat’ı karşılamak için onun yoluna çıkan Zübeyde, şimdi yine ona bir defa -he, işte o yüklü olduğu günlerindeki tebessümünden hediye etmeyi bekler gibi- onun gelmesini bekliyor, beklediğinde de epeeey beklemiş gibi geliyordu.
Kulmat’sa hanımının kendisini karşılamasını içten içe isteyerek oldukça sakin, aheste adımlaya adımlaya gözünü yummuş hâlde omzundan kayıp giden heybesinin üstüne oturdu. O, gözünü açmayı, açtığında da kulübesini görmeyi istemezdi: Genzine baharın nefesi, vişne çiçeği kokusu çarptı, vişne çiçekleri yüzüne peş peşe dökülmeye başladığında… Ağır işiten kulağına ufak bir köpeğin havlaması, Böribasar’ın mağrur ürümelerine karışan ve şimdiye kadar onun işitmediği şekilde acıyla uluyan ses gelince o, kendine geldi. Kendisinin garip dünyasına gözünü açtı. Asuman pürüzsüzdü, dağdan esen rüzgâr köylülerini uyandırmayı istiyordu. Çoban, gözünün ucuyla itine bakınca fal taşı gibi açılan fersiz gözü öylece bakakaldı ve gözünü ovalayıp tekrar baktı, sakalını sıvazlayıp gömleğini düzeltti ve göğsüne “tü tü” yaptı[4]. Tekrar itine baktı ve “Senin babanın sinini s…” deyip onun soyunu sopunu elden geçirirken ağzı köpürüp tükürüklerini saçmaya başladı.
İtin dişlediği eti, Kızgaldak’ın sıcağında kuruyup giden ve terden sararıp kokan gömleğine sarıp sarmalayarak aldı ve o anda ne yapacağını bilemeden donup kaldı. Halk Aksakalı Muallim Tirkaşov’a mı haber versin? Yok, yok, onun oğlu Garmistan gibi büyük bir şehirde yüksek mevkilerde oturduğundan beri Muallim Tirkaşov kudurmuştu. Kulmat’tan başkalarına da havlamıştı. Hatta Kulmat’ı da boş geçmeyip bir iki toplantıda rezil ettiği bilinen hikâyeydi. Şeyh’in huzuruna varmasına varırdı da lakin Şeyh’i denen namussuz, geçen güzde kara yağız, göbekli ve kel kafalı reise, Kulmat’ın adadığı oğlağı kesmiş, bunu şu lanet olasıcaya bırakmış, “Biz ‘Şeyh Ata’nız oluyoruz, siz müridimsiniz. Rahmetli babanız çok iyi adamdı. Sizin rahatınızı görmeden geçti gitti ya, yazık ki, insan dedikleri böyle geçip gidermiş. Anlamazmışsınız bile. O adam sık sık bizi yoklamaya gelir, oğlumun mertebesi ulu olsun, der, dua alırdı.” diyerek sovhoz[5] domuzuna sahip çıkmış, bu da Kulmat’a çok dokunmuştu. O, böyle bir zamanda kin ve nefretlerini unutmak gerektiği için değil de belki şu demde ne yapacağını bilemediği için unuttu. Bu sebepten midir yoksa Aksakal’ın ve Şeyh’in söylediklerini neredeyse hiç yapmamış ve onların yürüdüğü yollardan adımını atmamış Molla Mahsum’u hepsinden makul gördüğünden midir bilinmez, onun evine doğru koşar adımlarla varıncaya kadar nefes nefese kaldı.
Mahsum’un kapısına vardığında tan atmıştı. Molla Mahsum’un hanımı, saçları dağılmış, başından sıyrılıp aşağı kaymış örtüsünü narin eline almış vaziyette “Tamam, şimdi hemen! Huu, kim o? Kimsin?” diye ses vererek çobanı karşıladı.
“Akşam Turdıhal ninenin dili boğazına kaçmış, çocukları ne yapacaklarını bilmez hâlde sağa sola koşturmuşlar. Şahin Mirzam’ın babası da oradaydı. Gelmesine biraz oldu. Azıcık dinleneyim, demişti. Ne oldu? İşin mi vardı? Yoksa hizmet hakkını istemeye bizim evden mi başladın, Çoban Dede?”
Gözünü iri iri açan kadının tavuk gibi çırpınarak konuşmasını Kulmat böldü:
“Molla’ya söyleyin, bizim fakirhanenin girişine bir sabiyi bırakıp gitmişler. Onu da it parçalamış.”
“А? Ne!”
“Bizimkine gelsin?”
Molla Mahsum’un hanımı yanlarına vura vura feryat ederek evine koşturdu:
“Hu, efendi, neler olmuş! Bu bir bela! Sana söylemiştim daha dün akşam, yere batasıca hilal düz durmuyor[6], diye. Kendine iyi, millete kötü çıktı. İşte şu kadersizinkine, talihsiz Kulmat’ın evine, varın! Kalk, kalksana, kalk… Efendi… Böyle yatarsan yarın Kızgaldak’ı ya yer yutar ya da su basar! Bak işte, kadersiz Kulmat’ın evine ateş düşmüş. Mahvolmuş!”
Buvatın’ın[7] feryadını işiten kim varsa önce Mahsum’un evine sonra çobanınkine koştu. Çapasını omzuna atıp tarlaya gidenler durdu. Valizini alıp şehre gitmek niyetiyle yola çıkan ayaklar vazgeçti. Çantasını koltuğunun altına alıp mektebe giden Muallim geldi. Çoban Kulmat’ın arazisi insanla doldu. Yaşlılar, aksakallılar; yüzüne kırışıklık, saçına ak düşenler; bir iki genç, delikanlı da gelenlere koşulunca kendince bir grup oldu, kaldı. Sabiyi, Molla’yla çoban gözden geçirdi; millet önce onun anasını sonra da babasını bilmek istiyordu. Kulmat’a kalsa bunları umursamadan onu kabristandaki ervaha teslim etme niyetindeydi. Molla Mahsum da onun söylediğini tasdik ediyordu. Muallim Tirkaşov’la Şeyh Ata, Molla’nın, dahası Çoban Kulmat’ın sözüne girecek ahmak değillerdi. Onlar şu namussuz serseriyi bulmaz, Kızgaldak köyünden bu namussuzları kovup göndermezlerse kendilerini buralı kabul etmeyeceklerdi. Bunu milletin önünde söyleyivermişlerdi.
Kulmat, böyle bir kalabalığın karşısına şu yaşına gelinceye kadar bir defa -bıyığının terlemeye başladığı, sesinin kalınlaşıp erkek sesine döndüğü zamanında- çıkmıştı. O vakitler, yaprakların sararıp da yerlere inip uyumaya çekildiği mevsimin akşamıydı. Cincekli’de bir güreş oldu, bir güreş oldu ki! Pehlivan Rozımurat, Kızgaldaklı’nın göğsünü gerip yürümesinden çekinip pehlivanım diyene kadar o, hepsini yerden asumana kaldırmış, asumandan da indirip yere vurmuştu. Kızgaldaklı yiğit dedikleri vardı ki yerle yeksan olmuştu. İşte o zaman, şaştı mı yanıldı mı bilinmez, Kulmat sıçrayıp meydana çıkmıştı. Kalabalık kahkahalarla gülmüştü. “Kızgaldaklı pehlivanların itibarı şu yetime kalmış ya!” diyenler de olmuştu. O, peşreve başladığında Muallim Tirkaşov, aa, (affedersiniz), Talebe Tirkaşov “Kulmat şu işi sonlandır!” dediyse de... Cazgır sağına Kulmat’ı, soluna Rozımurat alıp onların ellerinden tutarak meydanı dolaştırmış, kazanana bir mama tugun[8], iki kalın keçe ve bir oğlak verileceğini söylemişti.
Cazgırın sesi, kalabalıktaki gülmeleri, bağırtıları çağırtıları kesti. “Allah’ım, pehlivanların beline güç kuvvet, kazandığına feyz ü bereket versin. Hey, bizden ne gider? Gitse de şu pehlivanlara gider. Sevdikleriyle ağızları tatlı olsun!” dedikten sonra kendini tutamayıp güldü. Temaşa derdinde olanlar gülüp birden susarak meydana baktılar. Pehlivan Rozımurat’ın arkasından meydanda Kulmat peşrev çektikten sonra güreş başladı. Rozımurat hareketlendi; Kulmat, büzüşüp izledi. Pehlivan, Kulmat’a çekinmeden taarruz edip kollarıyla onu bir iki kez belinden sardı ve yıkmadan iyice ezip bıraktı, üçüncü kez kıskaca almasında ne olduğunu anlamadı. Kulmat, onu ne omzundan, ne ensesinden ne de belinden tuttu. Sağına ittirip çekti, soldan çelmeyi takıp güreşte sırtı yeri görmemiş küreklerini nemli samana bastı, bıraktı. Cinceklililer “Yeni baştan! Bunda hile var, hile var!” deyip susmasalar da Pehlivan Rozımurat meydanı terk etti. Cazgırın “Pehlivan, ismin neydi? Ne dediniz? Ha? Kulmat. Kulmuhammet, deyin pehlivan! Kulmuhammet, deyin!” dedi ve “Bugünkü güreşte Kızgaldaklı Kulmuhammet kazanan pehlivan oldu!” diye ekledi. Milleti duaya el açtırıp müsabakayı yekûnledi.
Bu güreş Kızgaldaklının değil Cinceklinin, he, söylendiğine göre Deve Taşman’a benzeyen Pehlivan Rozımurat’ın bir iki yakınının olmasa da başkalarının hafızasından silinip gitti. Kulmat, Pehlivan Rozımurat’tan başkasıyla güreş tutmadı. Dönüp de meydana adım bile atmadı. Böyle olsa da onun pehlivanlığının karanlık gecelerde, aydınlık günlerde ağızdan ağıza dolaştığı; çebicin piştiği, davetlilerin geldiği meydanın anlatıldığı; Kulmat’ın o vakitte altına işediği, kalabalığın karşısına çıkmasının öncesinde onun apış arasının bir kızın saçının belikleri gibi yol yol olduğu hakkındaki “miş miş” ve “imiş”ler arasında Zübeyde’yle bir muçal yaşadığı zamanda[9] ismine “pehlivan” namının koşulduğu doğru.
Feleğin işine bakın ki şimdi o, rezilliğin, sıkıntının ortasına düşüp kalmıştı. Anası babası belli olmayan bir parça et için büyük bir matem, büyük bir telaş... Çoban Kulmat, kendi milletine baktı, ıstırap çekti; yalvararak Molla Mahsum’dan bilmem neleri ümit etti, Muallim Tirkaşov ve Şeyh Ata’nın önderlik ettiği halkla mücadele etti. “Kabristana teslim etmekten başka çare yok.” diyerek düşüncesini söylese de Muallim Tirkaşov “Ervaha teslim etmek kaçmıyor. Sen önce şunu nasıl bulduğunu anlat, millet bilsin!” deyip onu sorgulamaya başladı. Çoban Kulmat, günahkâr; Çoban Kulmat, suçlu! Söyleyecek bir şey bulamayınca o, sonunda itin şununla oynayıp durduğunu, çocuğun erkek olduğunu ve nihayet onun sünnet edilen yerini itin dişlediğini anlatmaya mecbur kaldı. Kalabalık bir an önce sabiyi ve onun orasını görmek istiyordu. Sanki onlar Muallim Tirkaşov ve Şeyh Ata’yla birlikte bunları görseler onun anası babası bulunacakmış ve orası tekrar çıkacakmış gibi, Çoban Kulmat, yalancı Kulmat’a, Kulmat yemin edip duran birine dönmüş gibi oldu.
Onlar görüşüp konuştu. Kendini Kulmat’tan uzaklaştıranlar çoğaldı. Şeyh Ata, Böribasar hakkında hüküm kesti. Kara kalabalık bunun icrasını talep etti. İt asıldı. Ama o, kolayca can veremeyince Muallim Tirkaşov’un dürtmesiyle yürekli bir yiğit, itin boğazına ağzı keskin bıçağı çekti. Yiğidin yüzüne kan sıçradı. Çoban Kulmat’ın yüzünü, gözyaşları yıkadı.
Kalabalık sanki bu temaşa için toplanmış da arzusuna kavuşmuş gibi dağılıp gitti. Onlarla birlikte Şeyh Ata da gözden kayboldu. Tirkaşov’u “aksakal” olmanın mesuliyeti mi tuttu, bunu Molla Mahsum da Çoban Kulmat da anlamadı. Güneş kıbleye aktığında yine bir iki kişiyle çocuğa mezar için bir yer kazıp onu çobanın baykuş yuvasından çıkardılar.
Mollanın yürümesi, durması atadan miras. O, seherde cenazede, ertesinde Fatiha’da sonrasında hayır yemeğinde kıraatla tilavet eder; cenaze sahiplerinin sırtını sıvazlayıp “Çok üzülmeyin! O verdiğini alır ya!” der, susardı. Üzülmek, acıyla kavrulmak ona yabancıydı. Nedense bugün onun rengi kararmış, dudağı yarılmıştı; Kulmat’ıysa kendi derdi, Kızgaldak’ın sıcağı yiyip bitirmişti. Muallim Tirkaşov, bastonuna dayanmıştı. İki üç kişiye “mezar”ı kazanlar da koşulmuş hâlde saf genişleyerek kabristandan sessizce döndüler. Çoban derin bir “uf” çekti. Muallim, sessizliği “Kulmat, çok üzülme. Milletin önünde söyledik, ne kadar sürerse sürsün önünde sonunda Şeyh Ata’yla o namussuzları bulacağız. Kızgaldak’ta durdurmayacağız!” diyerek bozdu. Kulmat’ın yorgun gözleri mezarlığa saplanıp kalmıştı. Kıpkızıl gelinciklerin süslediği kabirlerin arasından minicik mezara baktı. O, gayriihtiyari “Eh, seni şu hâle düşürenin soyu kurusun!” dediğinin farkında bile olmadı. Nedendir bu, Aksakal Tirkaşov’un gururuna dokundu.
“Kulmat, millete böyle demeye hakkın yok!”
“Millete demedim.”
“Şu anda o kimden, bilmiyoruz ki!”
“Bilmiyorsak, önemsemeyin.”
“Millete senin baykuş yuvası mekânın yetmedi mi ha?”
Dünya yansa umurunda olmayan adam, öfkeden küplere bindi. Dişsiz ağzındaki tükürüğü, Tirkaşov’a hediye etti.
Boğum yerlerinden yarılmış parmakları yetmiyormuş gibi bir de boynuna baston vurmaya başladı. Yüzü, gözü demeden onun başını, göğsünü tekmeleyen Tirkaşov’u, Molla Mahsum çekti. “Hey Buhar sahtekârının evladı, sen şimdi de şu müsebbibe mi sahip çıkıyorsun ha? Sen bundan sadece ölerek kurtulursun! Seninle de görüşeceğim! Sehere bırakmadan bu kemik yalayıcısı serseriyi, baykuş yuvasına dönen eviyle birlikte ateşe vereceğim. Senin başına ite münasip günleri salacağım! Aslına bakarsan bütün gün akşama kadar tuhaf tuhaf bakman da gereksiz…” deyip Kulmat’a ne kadar saydırsa da o, teskin olmadı.
Muallim Tirkaşov’un hatırı için mezara gidip de dönenler “Hoca, insan dengiyle kavga eder ya artık! Sizin şu kemik yalayıcısına sövmenize yazık. Sahtekârın evladı da üç kuruş etmez. ‘Kulsun, kadirsin, aslına nesline çekersin!’ derler ya! Bu da sahtekâra çekmiş ya! Bırakın, Falanca ‘… Beyefendi’ duysa kırılır yahu!” deyip onu sakinleştirdiler. O ise ta eve varıncaya kadar Molla’yla Çoban’ın gelmişini geçmişini elden geçirdi.
Çobanın ağzından burnundan akan açık kırmızı kan, Molla’nın gömleğini de boyadı. Kulmat’ın koltuğuna girip onu “baykuş yuvası”na alıp getirenler burada neredeyse bir avuç su bulamayınca onu arkta temizletti ve Şahin Mirza’ya yemek memek göndermesini söyledi, Molla Mahsum çıkıp gitti.
Bu olayın gecesinde Çoban Kulmat’ı uyku tutmadı, derin düşüncelere gömülmüş hâlde tavana bakarak yattı. Etrafta ses seda yoktu. Hatta baykuşlar bile susmuştu. Yata yata barakasını mezara benzetti. Kendisinin böyle bir yerde yattığını düşündü. “Acaba ben ölsem, tabutta yatıyor olsam ölüme kim sahip çıkar ki?” dedi. Ölümden ilk defa korktuğundan fırlayıp dışarıya çıktı ve eline kesek alıp kulübesine bağırarak bir şeyler söyledi, atamadı. Ta içinden gelen dertleri, tekrar içine attı. Kapıda babasını görünce çocuk gibi koşturdu. Babasının kucağına kendini attı. Sarıldı. Serapmış! Alnını kapıya vurup kükreyerek bağırdı:
“Ey Yaratan! Bana niye rızık verdin? Perişan edeceğim mi dedin? Deliye döndüreceğim, diye mi düşündün? Ey Tanrı, söyle! Ben ne yaptım, söyle? Yetim bıraktın, razı oldum! Beklettin, sabrettim! Babamın sığmadığı dünyaya, anamın sığmadığı dünyaya, yavrum sığsa olmaz mıydı? Söylesene, söyle! Senin de dilin var, söyle! Birinin malını mı gasp ettim yahut canını mı aldım, yuvasını mı bozdum, söyle hadi, söyle! Yoksa verdiğinin kıymetini mi bilmedim ben, söyle! Verdiğin yetimlik miydi yoksa bir gülü elimde soldurman mıydı? Aslında sen, doğruyla eğriyi ayırabilir misin, söyle! Haramı çoğaltıyorsan, helali engelliyorsan bu mudur senin adaletin? Bana daha neyi reva görüyorsun söyle! Söylesene! Kendimi bildim bileli eziyorsun beni, hâlâ da ezmektesin! Doymuyorsun! Söylesene aslında ne zaman bırakacaksın?”
Kulmat sitem edip yakınmaktan yoruldu, konuşacak mecali kalmadı. Sonunda yorgun bir sesle mırıldandı:
“Ey Tanrım, bendendir. Ben değilsem de ecdadım sebeptir. Tamam, ne verdiysen hepsine, derdine de sevincine de şükür! Ama ben senin lokması haram, hırsına kul insanlarından tiksiniyorum. Tiksiniyorsam ne yapayım, kendin söyle!”
Kulmat tekrar bütün gücünü toplayıp avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Tiksiniyorum, iğreniyorum! Nefret ediyorum!”
Kendi yakasından tutarak yeri yumruklayıp durduğunu, gömleğini yırtıp parçaladığını fark edince sessizce gökyüzüne baktı.
Yıldızlar, yine aynı yıldızlardı. Samanyolu eskisi gibiydi. Eşek anırmasında da horozun ötmesinde de hiçbir noksan yoktu. Kulmat, tan ağarmasını beklemeden kaftanını omzuna atıp Kızgaldak’ı terk etti. Köyden çıktığında uzun vagonlarını sürükleyerek giden, belinde Kimkörgen-Garmistan yazılı tren aceleyle gelip “taka tak” yaptı, Kızgaldak’ta bir an durdu sonra geçip gitti.
Onun aklında yiğitlik devri, tıpkı bunun gibi bir gece canlandı. O vakit de aynı şu trenden bir çocuğu yanına katmış mavi gözlü bir hanım inivermiş ve Tirkaşov’un evini sormuştu. He, o çocuk şimdi Garmistan gibi büyük bir şehirdeki “Falanca Beyefendi”, Kızgaldak ahalisi onunla övünür. Herhangi biri doğru yoldan çıksa onu yoklamaya gider. Herhangi biri maksadıma ulaşacağım, diyerek eğri bir yol arasa ona ulaşır. O, böyle büyük bir adam olmuş. Kızgaldak’a çıkıp gelmişe de, Kızgaldak’tan çıkıp gitmişe de Kızgaldaklıyım diyene de hami olan “… Beyefendi”!
Kulmat çok yol gitmeden çobanlığı aklına geldi, değneğini aradı. Deve Taşman’ın yanına gideceğim, deyip bir adım atsa ikincisini Muallim Tirkaşov’dan uzak durayım, diyerek atıyor, üçüncüsünü kendi geçmişinden kurtulayım, diye atardı. O, böyle giderken Cincekli’ye, oradan Çemen Guzar’a, buradan Neyzebulak’a ve Neyzebulak’ın suyunun döküldüğü derya kenarından epeyce daha yürüyüp Palvanarık’ın başına geldi.
Palvanarık’sa onu, te, işte şu köye, seher vaktinde bir düğüne getirdi.
Kulmat, o seherden beri düğünlerde, cenazelerde semaver yakıp çay kaynatır. Düğünden dönüşünde çocuklar “semaverci dede” diyerek onu arkasından takip ederek koşarlar. Biri taş atar. Diğeri taş atanı tehdit eder. Yine bir başkası ondan türkü söylemesini ister. Onun bildiği ve söylediği varı yoğu bir tanecik türküyü çocuklar ağızları açık dinlerlerdi:
Keçim yavruladı, sütü yok.
Oğlağının bereketi yok.
Sesi duyulmayıp kendisi de yavaş yavaş gözden kaybolunca o gide gide bir noktaya döner sonra da tamamen göze görünmez olurdu.
Nereye giderdi, kiminle yaşardı, bu kısmı karanlık. “Nerelisin?” diye soranlara ihtiyar şöyle dermiş:
“Yer küresinin tam göbeğinden günün doğduğu yere ters taraftaki Lolıtapmas’tan.”
Düğünden aldığı hediye çıkınını koltuğunun altına kıstırır, gâh taşlar arasında bekler gâh türkü söyleyip tekrar kendi yoluna revan olurdu. Akşamları çok çok uzaklardan bir sıbızga[10]nın sesi geldiğinde herkes “Bu, işte o, semaverci dede!” derdi. Onun bazen bir o yana bir bu yana sıçrayarak kollarını geniş geniş açıp oynamaya başlama âdeti olduğunu söyleyenler de köyün eteğindeki gölün balçığına belenip şalvarının çıkarıp elinde sallayarak koşturup yürüdüğünü görenler de var. Birisi ona Kulmat dese bir başkası Kulmuhammet, der. Onun hakkındaki laflar sözler epeyce yayıldığından hangi birinin doğru, hangi birinin yalan olduğunu da bilmiyoruz.
[1] yâr yâr (ёр-ёр/ yor yor) koşuğu: Özbekistan’da düğün merasimlerinde ezgiyle söylenen şiir türü.
[2] mizan rüzgârları (mezon shamollari / мезон шамоллари): İlkgüz ile güz ortası arasında (14 Eylül-14 Ekim) görülen fırtına; mihrican (=bostan bozan) rüzgârı.
[3] Su, çay vb. sıvıları içerken kullanılan küçük kâse.
[4] göğsüne “tü tü” yapmak (ko‘ksiga “tup- tup”lamoq / кўксига «туп-туп»ламоқ): Özbekler arasında yaşayan batıl inanışlardan birisi. Bir şeyden korkulduğunda veya irkilindiğinde kendine gelmek ya da korkuyu yenmek için üst giyimin yakası öne doğru hafif açılır ve göğse doğru “tü tü” denir.
[5] Sovyetler Birliği döneminde devlet eliyle yönetilen tarım işletmesi.
[6] Özbekler arasında, hilalin uç kısımlarının yukarıya doğru görünmesi, kötü olaylara sebep olacağı şeklinde yorumlanır. Hilalin bu şekilde göründüğü gecede veya bunun sonrasında bir uğursuzluk yahut felaket yaşanacağına inanılır.
[7] buvatın: Molla’nın hanımına seslenme şekli.
[8] mama tugun (momo tugun /момо тугун): Düğünlerde düzenlenen güreş ya da çeşitli oyunlarda ödül olarak verilmesi amacıyla yaşlı kadınlar tarafından hazırlanan mahsus bohça. Bunun içine seccade, kuşak, mest ya da şeker konulur ve bohçanın ağzı, güzel niyetlerle bu yaşlı kadınlar tarafından bağlanır.
[9] Muçal: Türkistanlılar, insan ömrünü “müçe” dedikleri yedi bölüme ayırır. Bu bölümlerden her biri, 12 yıldan oluşur. Bu hesaplamanın insanın ömrüyle ilgili olması sebebiyle hayvan takvimi yıllarına “müçe yılları” adı verilir. “Müçe yılları” hesabına, “çarva hesabı” da denir. “Müçe” kelimesi Türkistanlılar arasında “müşel”, “murça,” “muldjar,” “mulçar,” “murşal,” “muçal” gibi şekillerde de kullanılmaktadır. Niteliklerine göre bu yılların altısı “ağır” yıl (sığır, tavşan, yılan, koyun, bijin [=maymun], tavuk), altısı “onat” (= iyi, güzel) yıl (sıçan, bars, luv [ejderha], yılkı, it, domuz) sayılmıştır. bk. Yaşar Çoruhlu, “Türk Hayvan Takvimi”, M. Uğur Derman 65 Yaş Armağanı - 65 The Birthday Festschrift, Sabancı Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003.
[10] sıbızga (sıbızg‘a / сибизға): Sipsiye benzeyen üflemeli halk müziği enstrümanı. Özbekistan’da Kaşkaderya ve Surhanderya’nın bazı bölgelerinde kullanılmaktadır.