HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Osman Çeviksoy 2
HİDAYET ORUÇOV 3
KEMAL BOZOK 4
ŞEFA VELI 5
NIKA ZHOLDOSHEVA 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
Sabah erkenden yağmurun kokusu genze doluyordu. Sonbaharın sarı yaprakları üzerine yağan damlalar etrafa bir hüzün bahşediyor, nemli sabah, açık pencereden ekim havası gibi titreten bir nefes alarak eve giriyordu. Damla damla sakin bir ezgi çalan yağmur, dışarıya izlerken geçmişteki anıları da beraberinde getiriyordu…
O gün tatildi. İşleri bitirip hesapları hazırlamam gerektiği için kahvaltıdan sonra yola çıktım. Etrafı izlerken yaratanın maharetine, noksansızlığına bir kere daha emin oluyordum. Onun yarattığı her şeyde adalet ve eşitlik vardı. Sıcağa karşı soğuk, güle karşı hazan, hayata karşı ölüm… O anda, tabiat o kadar güzeldi ki, her yerde masumiyet, masumiyet, masumiyet…
İşyerine vardığımda anahtarı kapı kilidine taktım, kapı kilitli değildi. Benden başka kim gelir ki, diye düşünerek içeriye girdim. Kimse görünmüyordu. Bilgisayarımı açıp yarım kalan işleri bitirmek üzere çalışmaya başladım. Ne kadar sonraydı, bilmiyorum, eyvan tarafından hırıltılı bir ses işittim. Şaşkınlıkla eyvana baktım. Merdan orada, sigarasını çekerek gözünü bir noktaya dikmiş halde duruyordu.
Merdan değer verdiğim biriydi. İşe başladığımdan bu yana yanımdaydı. Temiz kalpli, samimi bu Kazak delikanlı Özbekçeyi çok iyi konuşuyordu. Herkesin güldüğü Merdan’ı öz kardeşim gibi görürdüm. Geçtiğimiz yıl oğluna sünnet düğünü yapmıştı. Yanında oldum, eksiğine gediğine elimden geldiğince yardım ettim. Eşi de Kazakistanlı, bu yüzden misafirlerin çoğunluğu da oradan gelmişti.
İş yerinde, sabahın erken saatlerinden geç vakitlere kadar makale yazıp kâğıtlara gömülen Merdan’ın yeri ayrıydı. Gazete sayfalarını çevirdiği sırada hiç kimseyi gözü görmez, her bir noktaya, makaleler arasındaki her ölçüye dikkat kesilirdi. Nedense Merdan son günlerde çok perişan ve suskundu. Ben sırdaşı olduğum halde bana içini dökmeyi denemiyordu. İşini halletmiyor, sigara içme alanına giderek sabahtan akşama kadar sigaraların birini söndürüp birini yakıyordu.
İş yerimiz büyük bir sokağın yanı başındaydı. Sabahtan akşama kadar gürültü patırtı dinmezdi. Ama bu çok gürültülü mekândan öteye geçildiğinde, dünya telâşesinden uzak, mahzunluk ve sakinlik mekânı olan mezarlık vardı. Burada hatıralar yaşıyor, ukdeler yeşeriyor, gözyaşları dinmiyordu. Mezarlıkta yatan kimselere herkes tarafından “merhum” denilir. Orada ne zenginlik ne makam ne de evlat elinden tutabilir. Sadece yaşarken işlediği sevap ve günahlar Tanrının adalet terazisinde ölçülürdü. İrili ufaklı taşlarla süslenmiş mezarlar, üzerlerinde ağaçlar vardı. Yaşarken nice devranlar sürmüş, burnundan kıl aldırmamış, bakımlı, kokoş kişiler şimdi bir avuç kara toprağın altında herkesle eşit durumdaydı. Merdan, ne zamandır bu mezarlığa bakarak bunları düşünüyor olmalıydı.
Bugün de işe geldiğine bakılırsa ona bir şeyler olmuştu. Yavaşça kapıyı açıp eyvana çıktım. O da beni görünce şaşırdı, her zamanki gibi çekik gözleriyle mülayim bir şekilde tebessüm etti. Tümsek mezarlara bakarak:
-Ağabey, vatan ne demektir? dedi.
-Vatan mı? Doğup büyüdüğün yerdir ya.
Merdan, kinayeli bir şekilde güldü ve of çekti:
-Bunu yanımdakilere anlatamıyorum işte, dedi.
Ne demek istediğini anlamadım ama cesaret edip soramadım da. Kendisinin söylemesini umarak ona baktım. O ise gözlerini kaçırdı ve tekrar aşağıda vızır vızır geçen otobüslere, rengârenk ağaçların altında ufak tefek işlerle meşgul olan insanlara dikti gözünü. Onu bir şeyler üzüyor, bir şeyler acı dolu kalbini eziyordu:
-İnsanoğlu da işte şu ağaçlara benziyor. Önce fidanken yaprak açar, meyveleri olgunlaştıktan sonra dökülür. Onu yere bağlayan şey ise kökleridir. İnsan da böyledir, onu bulunduğu yerde tutan şey vatanıdır. Ben burada doğdum. Özbekler mahallesinde çocuklarla top oynayarak büyüdüm. Annem ve babam vefat ettikten sonra kız kardeşlerime bakmak için nice kapılarda çalıştım. Çok şükür, Özbekler gönlü geniş ve sevgi dolu insanlar. En kötü günlerimde daima yardım ettiler.
Merdan sigarasını derin derin çekti sonra birden öksürüğü tuttu. Su getirdim, içti. Bir süre sonra kendine gelince konuştu:
-Eşimin lafları uzun zamandan beri huzurumuzu bozuyor. Memleketine gel, bizimle yaşamalısın diyerek beni kendi halime bırakmıyor. Gelininiz de bu düşüncede, çocuklarımı gece gündüz “Göçüp gitmemiz lazım.” diye dolduruyor da dolduruyor. Ağabey, neticede vatan bir tane olur. İnsan kim olursa olsun doğduğu yere tohum gibi bağlıdır, doğru değil mi? Bir gün kayınbabam, “Sen nasıl Kazaksın, kendi yurdunu unutmuşsun?” deyip lafı kesti. Off! Sıkıldım artık ağabey…
Bu durumda ona nasıl teselli vereceğimi bilemedim. Gitme desem ailesi var, git desem kendisi için de bizim için de zor bir durum. Arada kalan delikanlının ıstırapları da önemsiz bir kaygı değil; vatan derdiydi.
-Ağabey, işte şu mezarlıkta benim annem babam yatıyor. Onları sık sık ziyaret ediyorum. Annemin şefkatini babamın sıcaklığını o topraktan duyumsuyorum. Gönlüm huzur buluyor. Anneciğim her tandırı yaktığında bana külçe[1] de pişirirdi. Kazakça ninniler söylerdi. Sesi güzeldi. Babam işten geldiğinde evimiz bayram yerine dönerdi. O günlerin hatırasını nasıl bırakıp gideyim, annemin babamın hakkı da vatan değil mi?
Ben Merdan’ı iyi tanıyorum diye düşünürdüm ama, “sıkıntılar insanın asıl kimliğini ortaya çıkarır” lafı, gerçekten de doğruymuş. Şimdi, yanımda bana içini döken bu delikanlıyı yeniden keşfediyor gibiydim. Ona daha da şefkat duydum. Merdan, yumruğunu havada sallayarak:
-Ağabey, aslında biz Özbek, Kazak, Kırgız, Türk, Türkmen, Azerbaycanlı tek bir yumruğuz! Biz Turan çocuklarıyız, yüce bir milletin evlatlarıyız! dedi. Onun bu heyecanı birden bana geçti. Ben de yumruğunu kaldırarak:
-Doğru söylüyorsun Merdan, biz bir yumruğuz, Turanlıyız. Bu sözlerin delikanlı sözü oldu, dedim.
O da güldü, bana göre bu söz ikimize de huzur, gönlümüze değişik bir güç vermişti.
Birkaç gün geçmişti. Merdan işyerinde yanıma geldi ve sandalyeye hemen geri kalkacakmış gibi oturdu.
-Ne oldu Merdan? dedim. Yere baktı, konuşmaya hazırlanıyordu, yutkundu. Boğazına bir şey takılmış gibi söze başladı:
-Hastaneden geliyorum ağabey, yine tadım yok. Önceleri bu kadar değildi. Bu sefer oldukça rahatsız etti. Gelininiz, “Bu hastalık bahane, biz gidelim dediğimiz için böyle diyorsunuz.” dedi. Tövbeler olsun, kalp ile şaka olur mu ağabey?
Bir suç işlemiş gibi gözlerini yerden ayırmadan oturuyordu. Yanına gittim. Omzuna elimi koyarak:
-Merdan böyle yapma, sağlığına dikkat et. Henüz gençsin, kalp yüz yaşına geldiğinde bile sana lazım, dedim. Çaresizlik içinde:
-Ağabey, ben başka bir şey demek istemiştim. Ne dersek diyelim kesinlikle anlaşamadık, olmadı. Neticede onlar galip geldiler. Hepsi bir olup yalnız kalan beni yendiler. Artık göçüp gidiyorum, dedi.
-Böyle olacağı belliydi. Tamam, delikanlının başı sağsa alnına yazılanı yaşar. Üzülme, aynı söz yine geçerli. Biz bir yumruğuz, Turan ehliyiz! Bunu unutma!
Merdan gülümseyerek baktı ve yerinden kalktı. İşyerindeki pencereden uzakta görünüp duran mezarlığa uzun uzun uzun baktı…
Aradan biraz zaman geçtikten sonra Merdan’ın tekrar kalp rahatsızlığı yaşadığını ve hastaneye yattığını öğrendim. Hemen yanına gittim. Aceleyle koridordan geçerken yan tarafımda Merdan’ın karısı ve doktor konuşuyorlardı. Beni görmediler ama kendi aralarındaki konuşmayı duydum. Doktor:
-Eşiniz bir şey için çok derin üzüntü içinde, her neyse bu konuda çok üzülmüş bu yüzden hastalığı ilerlemiş, dediğinde karısı:
-Yok ya bu yalandan hastalık doktor. Göçüp gidelim dediğimizden beri kendini hasta gösteriyor eşim. Bunu bahane ederek burada kalmak istiyor, diyordu.
Merdan’ın yanına girdim. Beti benzi atmış epey halden düşmüştü. Bu görüntüsüyle kimse onu güçlü kuvvetli bir delikanlı olarak düşünmezdi. Hastalık yüzüne gölge düşürmüş, böylesine görkemli bir adam birden güçsüzleşmişti. Beni görünce memnun oldu, çekik gözleri mutluluktan parıldadı. Halini hatırını sordum, biraz şakalaşır gibi yaptım. Gülümsedi ve sonra yavaşça konuştu:
-Ağabey, evdekiler çabucak iyileşmemi bekliyorlar. Niye biliyor musunuz? Göçüp gitmemiz için. Ben ise… İyileşmek istemiyorum.
Sinirlenerek:
-Bırak ya hu! Bu ne demek? İyileşmezsen ne yaparım, dedim.
O, tekrar gülümseyerek:
-Burada kalırdım ya ağabey, yanınızda çalışırdım, deyip bir an pencereye gözlerini dikti sonra birden bana bakarak:
-Biz bir tek yumruğuz ağabey, doğru mu? Nereye gidersem gideyim, nerede olursam olayım bu sözü tekrar edeceğim.
-Elbette, biz Turanız! dedim. İkimiz de yumruğumuzu yukarı kaldırdık.
Yüzüne kan geldi, biraz hafiflemiş gibiydi:
-Ama söylemiş olayım, her pazar günü yengemin pilavını yemeye gelirim, dedi.
Şakayla:
-O zaman senden asla kurtulamayacağız, dedim. İkimiz de gülüştük.
-Tamam anlaştık, her pazar seni bekliyoruz. Oho! Daha oğullarını evlendireceksin, düğünlerine geleceğiz, yapacak işin çok, uzanıp yatma. Çabucak iyileş, dedim gülerek. O ise düşüncelere daldı. Biraz halsizdi galiba, yavaşça gözlerini yumdu. Ben fark ettirmeden çıkıp gitmek istedim. Kapının önüne gidip yavaşça döndüm, gözlerini kapamış yatıyor ve elleri deminki gibi yumruk yapılmış haldeydi.
Birkaç hafta geçti mi geçmedi mi bilmiyorum, o gün gelen kötü haberle kaskatı kesildim. Kulaklarıma inanamadım. Niye böyle oldu? Neden? Merdan nasıl ölür? Onun daha yaşaması gerekmez miydi? Evine nasıl gittiğimi bilmiyorum. Sayısız insan var, sanki bu haber doğru değilmiş gibi insanların arasında onu arıyorum. Şimdi karşıma çıkacakmış, “Ağabey ben ölmedim.” diyecekmiş gibiydi. Donuk ve hissizdim.
Akrabalarıyla birlikte onu son yolculuğuna uğurlarken, “O, şimdi burada kaldı.” diyen düşünce aklımdan çıkmıyordu.
Yol boyunca hatıraların sarmalında işyerine geldim. Oda yine açıktı. Nefes darlığından kurtulmak için pencereyi açtım. Odaya ılık ve temiz bir hava girdi. Doyasıya nefes aldım. Bu nefes benim yaşadığımı, hayatın ne kadar acı, buluşma ve vedalaşmalarla dolu olsa da tatlı bir nimet olduğunu anlatıyordu. Benden yaklaşık birkaç kilometre ötede, eyvandan görünen mezarlık bu yansımanın tekrar ettiğini bildiriyordu. Merdan’ın kabri aynı doğan Turan yumruğu gibi görünmekteydi…
[1] Külçe: Yuvarlak, küçük çörek.