Nerede Kaldı Nişapur


 01 Ocak 2025


Akşamüstü Aydar’a köyden erkek kardeşi telefon açtı. 

- Ağabey, Şeyhulla amcanın durumu kötü, dedi. 

- Yaşı kaçtı onun? diye sordu Aydar afallayıp. 

Sanki yaşının bir önemi vardı! Gencecik adamlar bile aniden gidebilir, ölümün yaşı yok. Daha yeni oldu, herkesi hayret içinde bırakıp Sağlık Bakanı elli üç yaşını bitirir bitirmez vefat etti. Ne yapacaksın, kaderine yazıldıysa…  

- Bilmiyorum ki... Yaşlandı artık ama zihni açık... Seni görmek istiyor. “Aydar gelmeden ölmem.” diyor.

- O zaman gelmeyeyim daha iyi, dedi Aydar.

- Son yolculuğa çıkmak üzere olan kimseyi üzmek olmaz, diyerek kardeşi lafını felsefi bir şekilde sona erdirdi. O, çok konuşmayı sevmiyordu. 

Evet, gitmesi gerekiyordu. Şeyhulla amcanın son sözüne kulak vermezse Allah’ın azabına uğrayabilir. Bir zamanlar o, Aydar’ın en sevdiği öğretmeniydi.  Üstadı! Çok saygın birisiydi. İlçedeki en büyük okulun müdürü, Tataristan Cumhuriyeti’nin Onurlu İnsanı. Onu üstat olarak tanıyanlar az değildi ama o, devamcısı olarak ancak Aydar’ı gördü sanki. Bütün umudunu da herhalde Aydar’a bağlamıştı. İzinden gelerek işine devam eden olarak da sadece onu gördü. Lakin Aydar farklı bir yol seçti, üstadını pek saymadı. Baksana, okuldan mezun olduğu günden beri üstadının ziyaretine bile gitmemiş! “Bir kesilen ekmek tekrar yapışmaz” dedikleri bu olmalı. Peki, neden Şeyhulla amca son nefesini vermek üzereyken illa da onunla görüşmek istiyor? Yoksa hatasını anladı mı nihayet? Pişman mı oldu? Af mı isteyecek? Hayır, büyük ihtimal kendisini suçsuz sanıyor… Helalleşmek istiyordur, hepsi bu. Azrail yakasına yapışan bir insan için gayet doğal bir istek. 

Araları birden bozulmuştu. Şeyhulla amca okulda Tatar edebiyatı ve tarih derslerine girerdi. Kazan Üniversitesi’nden mezundu. Öğrencilik yıllarını anarken birden gençleşir, yüzü hafif pembeleşir ve gözleri parlardı.

- Cavit Almaz! derdi yüksek sesle, birden işaret parmağıyla tavana işaret ederek. Cavit Almaz! İşte o, gerçek bilim adamıydı! Kul Ali’nin Kıyssai Yusuf’unu dünyada onun gibi anlatan başka bir insan yoktu! Kendisiyle ancak Abdürrahim Otuz İmeni[1] kıyaslanabilirdi. Cavit Almaz! Peki, şimdi nerede? Kazan’ın kıskanç, sinsi müteallimleri iftira atıp onu Kazan’dan sürdüler. 

O cümlede geçen “müteallim” sözünün ne anlama geldiğini ancak Allah biliyordu… Herhalde iyi insan anlamına gelmiyordu. Peki, bu söz Aydar hariç başka öğrencilerin aklını meşgul etti mi acaba? 

Ama Aydar, okuldan mezun olduktan sonra çok sevdiği öğretmeninin çizdiği yoldan gitmemeye karar verdi. Anne ve babası da karşıydı, ayakları üzerinde sağlam duracak bir meslek seçmesi gerektiğini söylediler.

- Müteallimlerin elinde olmak istemiyorum. Cavid Almaz artık orada yok, dedi Aydar Şeyhulla amcaya. 

- Yanılıyorsun, çok yanılıyorsun. Hâlâ yeterince gerçek bilim adamı var. Ama onlardan sonra artık gerçek cahiller gelecektir. Senin gibi insanlar bu yolu seçmezse fedakâr insanlar nasıl olsun? Benim de çocuğum yok, diye acizliğini bildirdi öğretmeni ve yüzünü avuçlayıp üzüntüsünü göz çevresindeki kırışıklıklarda gizledi.

Biyoloji öğretmeni olan eşi Enise teyze ile yalnız yaşıyorlardı. Çocukları olmadı. Bu yüzden ikisi de zamanın çoğunu okulda geçiriyordu.

- Yüksek eğitim almak istiyorsun ama, değil mi?

- Evet, Moskova’ya gideceğim. Moskova Üniversitesi’ne...

Şeyhulla amca bir süre sessiz kaldı. Tabii ki Moskova bütün şehirlerin tacıdır. Sovyet döneminde ayrıca büyülü bir şehir gibi görünürdü. Orada yemenin içmenin başka olduğunu herkes biliyor! Mağaza rafları da dolu. Muhtemelen orada yaşayan beslemeler, kutusunda fil resmi olan Hint çayı içiyordur. O zamanlar Sovyet insanlarının bütün hayali, besleme olarak herhangi bir yere yerleşmekti. Şu an bile bu, birçok insanın hayali olup kalmakta. Ama öyle bir yer herkese nasip olmuyor işte.

Ancak rüzgâra karşı tüküren insanlar da az değildi bu dünyada. Şeyhulla amca da böyle biriydi. Aksine, rüzgârın hangi yöne estiğini bile hatırlamıyordu. Mantığını anlamak güç değil: En karanlık zamanlarda en zor sınavlardan sağ çıkan insanlar, İlyiç’in[2] lambalarının ışığında nasıl kaybolabilir ki!

Ama Aydar böyle insanlardan değildi. Doğduğu köyde herkes çalışkandı. Peki, daha farklı olabilir miydi? Boş gezene kim ekmek versin! Halkımız yüzyıllardır baskı altında yaşamaya alışmış. Dar arazi, dar hava, dar ülke. Aslında uçsuz bucaksız ama bu imkânlar, üvey çocukları için değil… Aydar da işte Rus devleti için güvenilir ve gerekli olan bir meslek edinmek istedi. Peki, bu devletin Tatar dilinin geleceğine ihtiyacı var mı? Sonuçta, komünizmden sonra ülkede tek dilin kalacağını yüksek kararlarda gayet net bildirdiler. Mendi’nin annesi bile bu tek dilin Tatar dili olmayacağını biliyor! Aydar’ın kafasını tay tepmemiş ya boş işlerle uğraşsın! Genç olmasına rağmen o, rüzgârın hangi yönden estiğini anlayabilen bir çocuktu.

Ancak Şeyhulla amca… Konuşmaya başladı mı hemen ikna ediyordu. Aydar onun bazı sözlerini anlamıyor bile ama bunlar, Şeyhulla amcanın hikâyelerine daha bir gizem katıyor ve dinleyeni masalsı bir dünyaya çekiyordu. 

Öğretmenin görünüşü bile umut uyandırmaktaydı. Kendisiyle gurur duymamak ne mümkündü! Boyu uzun, yüzü esmer, gözleri kapkara, burnu düzgün, ağzıysa geniş ve sıkı dudaklarla çevriliydi. Büyük ihtimal damarlarında eskiden güneyde yaşayan Gök Türklerin kanı akmaktaydı. Giysileri yeni dikilmiş gibi görünüyor, pantolonundaki ütü izi parmakları kesecek kadar keskin, ayakkabılarını ise ayna olarak kullansan yerindedir! Beyaz gömleğinin yakası kolalıydı... Kısacası Şeyhulla amca çok şık giyinirdi. Okulda tabii ki. Ama okulun dışında köyde durum tamamen farklıydı. Burada yaptıkları köylülere sığırtmak için büyük bir bahaneydi! Hele ki yaz günlerinde... Kendi dokuduğu ketenden bir gömlekle keten pantolon giyer, ayakları da hep çıplak olurdu... Herkes onun tuhaf görünümüne çoktan alışmıştı. Köyde her çeşit insan var! Bir delisi olmazsa zaten köy köy olur mu hiç? Şeyhulla amca köyde hem en etkili öğretmen hem en etkili deliydi. Ama bu durumlar bir birinden çok farklı olduğu için okul müdürünü ilçeye çağırıp konuşmayı bile denemişler. Fakat daha sonra büyük ihtimal boş verdiler. Sonuçta ilçeye görkemli ve ağırbaşlı bir şekilde gidiyordu. Evinde, avlusunda, orman ve tarlada da doğal olarak herkesin istediği kılıkta dolaşma hakkı vardı. Ayrıca, çıplak ayakla yürümeyi yasaklayan bir yasa da yoktu. Aksine, o zamanlar gazetelerde çıplak ayakla yürümenin faydalarından bile bahsediliyordu. İnsanlar, bu şekilde toprağın enerjisini devamlı absorbe edebilirmiş! Şehirden gelip bir gazete için Şeyhulla amcanın fotoğrafını bile çektiler. 

Bir de Şeyhulla amca atları çok severdi. Aydar’ın hâlâ aklında; o yıllarda seyis olarak Çışmış amca çalışıyordu. Gerçek adını kimse hatırlamıyordu. Her yaz etrafını küçücük çocuklar sarardı. Çışmış amca da onları özenle uslu atlara bindirirdi. Çocuklar da uslu bir şekilde ahırın içinde bir tur atardı. Tamamen bedavaya değil elbette. Burnu sümüklü çocuklar bu eğlenceyi yaşayabilmek için iki tane yumurta getirirdi. Ama o kadar da olsun, ne yani! O zamanlar köyde yumurta sayısızca çoktu.

Geceleri ise çayırda otlayan atların nöbeti tutulurdu! Genelde Çışmış amca atları Timeş çayırına götürürdü. Oraya herkes çıkamazdı, sadece at cini çarpan çocuklar gelirdi.  Aydar da bu çocukların arasında olurdu. Çışmış amca ile Şeyhulla amca çok yakın arkadaşlardı. Şeyhulla amca hikâyeler anlatarak çocukların aklını başından alırdı. 

Aydar o gecelerden birini asla unutamadı. Yıldızlar çok yakındı. Gecenin karanlığını kırmızı avuçlarıyla yoklayarak yavaşça ateş yanıyordu. Kömür küle dönüştükten sonra gömülmek üzere patatesler hazırdı. Çayırda otlayan atlar arada bir derin nefes alıp veriyordu. Bazen nazlanarak gökten yıldız kayıyordu. Duman kokusu, çıkarılmış eyerlerden gelen acı ter kokusuna karışıyordu. Uzak bataklıklarda bir şahin çığlık atıyordu. Şeyhulla amcanın gece seslerini ve burnu gıdıklayan çeşitli kokuları bastıran kısık sesi duyuldu. 

- Biliyor musunuz, Çura Batır’ın müstemleke olan toprakları, bizim yaşadığımız topraklardır. Kim bilir, belki de bu çayırlarda oynayarak büyüdü... Size onun hakkında bir hikâye anlatacağım... Bir gün cariyesine âşık olmuş. Cariye bu kadar güzelse, sarı saçlı, güzel mavi gözlüyse, gün ışığına çıktığında güneş bile kıskançlıkla yüzünü başka tarafa çeviriyorsa Çura Batır ne yapsın! Gerçek bu, eski kitaplarda böyle yazar. Ama cariye uzak memleketini ve yakın akrabalarını unutamaz, onların Kazan Hanı’na karşı kazanacağı zaferin hayalini kurar, bu yüzden Çura Batır’ı Han’a karşı kışkırtır. Sonunda muradına erer. Unutmayın çocuklar, yatakta söylenen söz sabah söylenenden daha güçlü ve etkilidir. Bir kadınla bir erkek arasındaki sözden bahsediyorum... O durumda yalnızca kadınlar konuşkandır. Böyle işte... Çura Batır, Kazan Hanı’na karşı kılıcını kuşanır ve yarenleri de ona katılır. Çura’nın babalığı da bunların arasındaymış... 

Şeyhulla amca sözünü bölüp açıklama yapmayı gerekli buldu: 

- Babalık dediğin, baban yerine kalan insandır. Üstadın, akıl hocası...

- Ancak Çura yenilir. Yarenleri kılıçtan geçirilir, yalnızca babalığı hayatta kalır. Hepsi o cariyenin ülkesine kaçarlar. 

- Peki, cariye hayatta kalmış mı, diye sorar sabırsızlanarak Aydar. 

- Zaten onsuz yapamazlardı. Yolu kim gösterirdi, diye soruyu soruyla yanıtlar Şehulla amca.

Diğer tarafta başını saman dolu bir çuvalın üzerine koyup Çışmış amca uyuyor ve ufukta hafiften şafak sökmeye başlar. Ancak Aydar’ı uyku tutmaz, o hikâyenin sonunu bilmek ister. Azıcık tahmin edebiliyor tabii ki: Cariye muhtemelen ülkesindeki bir çarın kızıydı, oraya varır varmaz Çura onunla evlenmiş ve kendisi de çar olmuştur...

- Ben masal anlatmıyorum, bunların hepsi gerçektir. Bizim tarihtir bu, diyor onun düşüncelerini okurcasına Şeyhulla amca. 

Aydar iyi hatırlıyor: öğretmeni orada konuşmasını bitiremedi, yakınlarda toynak sesleri duyuldu. Kısa süre sonra üç atlı ateşe yaklaştı ve karşılarında durdu. Bunlardan ikisi atın üzerinde kaldı, kara sakallı ve sarıklı olanı ise çevik hareketle eyerden yere indi. 

- Selamünaleyküm, dedi ve Şeyhulla amcanın karşısında diz çökerek avuçlarını yüzüne yaklaştırdı.

- Ve aleyküm selam, diye yanıtladı öğretmenim. 

- Geceler huzurlu mu şeyh?

- Allah’ıma şükürler olsun! Yolculuk nereye, diye Şeyhulla amca kımız dolu torsuğu yolcuya uzattı.

- Tav[3] size, dedi yolcu ve ekşi kımızı içip ayağa kalktı da torsuğu arkadaşlarına uzattı. 

Nedense arkadaşları atlarından inmedi. Yüzlerini göz hizasından aşağıya doğru bir kumaşla kapattıkları için o iki atlının yüzünü Aydar seçemedi. Evet, evet, kumaşı kaldırıp kımızı höpürdeterek içmeleri hâlâ gözünün önündeydi.

Kımızdan keyiflenen kara sakallı atlının ateşin ışığında beyaz dişleri parladı.

- Hayırdır, nedir bu hüzünlü haliniz? Dombranız da yok anlaşılan, dedi. 

Bu sözleri söyler söylemez diğer atlı ona hemen dombra uzattı ve o, dombra çalarak türkü yakmaya başladı:

  • Kani Bohara-i-şerif, kani kaldı Nişapur? 

Parmakları sanki gece gökyüzünü yardıma çağırıyormuşçasına dombranın telleri üzerinde hızla dans ediyordu.

  • Kani Bohara-i-şerif, kani kaldı Nişapur?

Ama türkü uzun sürmedi. Dombranın üzerindeki eli, bir avcının başarılı okuna isabet eden bir geyiğin boynu gibi aşağıya sarktı ve çaresizlik misali hareketsiz kaldı. Karasakal’ın yüzü kefen gibi bembeyaz kesildi, o kadar zavallı ve acınasıydı ki! Şeyhulla amca seslenmedi. Yolcu umutla Aydar’a baktı ve şöyle dedi:

- Unutma bu türküyü! Yolun uzun, belki de bu türkünün kalan kısmını bulmak sana nasip olur.  

- Kani Bohara-i-şerif, kani kaldı Nişapur?

Yolcuların yola devam etmeye hevesli atları, toynaklarıyla toprağı eşiyordu. Harika atlardı bunlar! Burun deliklerinden nefes alma şekline bakılırsa asil bir soydan geldikleri gün gibi açıktı.

- Yolcu yolunda gerek! Çüti’ye buradan mı gidilir, diye sordu kara sakallı adam yerinden kalkıp. 

- Sağa dönün, fındık ormanının içinden on kilometre ilerleyince Nogay yoluna ulaşırsınız. Oradan Kazan’a da çok uzak değil...

Atlı, fındık ormanına doğru sürdü. Onlar kimdi? Aydar, Şeyhulla amcaya sormakta tereddüt etti. Şeyhulla amca ise hiçbir şey olmamış gibi Çura Batır hakkındaki hikâyesine devam etti. Çışmış amca uykusunda sayıklayıp bir şeyler bağırıverdi. Uykusunu kaçırmamak için ağını atmış olabilir. Atlarını bağlarken de aynı şekilde bağırır. 

- Sınırı geçtikten sonra düşmanın başkentine varmadan önce ormanın önündeki bir kulübede dururlar. Cariye uyur, Çura Batır ise babalığıyla birlikte son torsuktan kımız içmeye başlar. İçtikçe epey heyecanlanırlar ve babalığı Çura Batır’a “Bana canını göster, canını görmek istiyorum!” der. Çura Batır çok şaşırır. Çünkü canını daha önce hiç kimseye göstermemiştir. “Hayır, göstermeyeceğim. O kadar korkunç ki canım, onu gören herkes korkudan ölecek!” der. Babalığı gülerek “Dünyada beni korkutacak bir şey kaldı mı ki?” der ve bildiğini okumaya devam eder: “Bana canını göster, canını görmek istiyorum!” Sonunda Çura Batır babalığının arzusunu yerine getirir, canını açar… 

Şeyhulla amca, elindeki sopayla yanan uçağın küllerini temizleyip “Olmuş bu... Patatesleri gömmemiz lazım.” dedi. 

Sabırsızlanan Aydar, patatesleri sıcak küllerin içine gömüp Şeyhulla amcasının ağzına bakarak hikâyenin devamını bekledi. Şeyhulla amca ise acele etmedi, tamamen aydınlanan ufka bakarak esnedi de hikâyesini unutmuşçasına: “Hava açık olacağa benziyor...” diye ateşin üzerine kurulan sopaya çaydanlığı astı.

- Peki, sonra ne olmuş, diye sabırsızlandı Aydar. 

- Sonra işte Çura Batır’nın canı, çift başlı bir ejderha şeklinde çıkarak bir başı Çura’yı, diğeri de babalığını yutmuş! Daha sonra ülkesine doğru uçmuş. Cariye sabah uyandığında etrafında kimse yokmuş, köşede sadece Çura Batır’ın yayı yatmaktaymış... Cariye evine yalnız dönmüş. Dürüst olmak gerekirse, Çura Batır’dan zaten pek hoşlanmamış gibi görünüyor... 

...Halefi olmayı reddettikten sonra Şeyhulla amcanın Aydar’a karşı tutumu değişti. Değil konuşmak, onu görmezden geliyordu. Bu duruma sevinenler de oldu. En tuhafı ise Aydar, en sevdiği ders olan matematikten sadece ortalama notlar almaya başladı ve sınavı da sadece “dört” puanla geçti. Ama o, kararlı ve çalışkan bir gençti. Askerden dönünce yine de Moskova Üniversitesi’ni kazandı. Dersleri çok zordu, köyden de pek yardım gelmiyordu. Kendisi gibi taşradan gelen ihtiyaç sahibi gençlerle sık sık yüklü vagonları boşaltmaya gidiyordu. Fakat her şeye dayandı. “Sabır dibi sarı altındır”, eğitimini bitirdikten sonra Moskova’ya yerleşti ve burada sarışın bir kızla evlendi. Kızın babası makam sahibiydi, bu yüzden kârlı bir iş bulması da zor olmadı. Dünyalar değiştiğinde Aydar tamamen refaha ulaştı. Artık zaman, onun zamanıydı! 

Şeyhulla amcayı çoktan unutmuştu. Ama Güney Kazakistan’a kadim şehir Türkistan’a gidince bir anda onu mutlu eden anılarla karşılaştı. Bunaltıcı sıcaklar dindikten sonra otelin yakınındaki eski bir binayı ziyaret etmeye gitti. Burası, Aksak Timur tarafından inşa edilen Türklerin manevi önderi, büyük şair Ahmed Yesevî Hazretleri’nin türbesiydi! Elbette Yesevî'yi duymuştu. Felsefe ve öğretiyle dolu bilgeliğiyle ilgili de daha önceden okumuştu sanki. Rehber “Bu sufi şairin, bin yıl önceki göçebe Türk kabilelerinin İslamlaştırılmasındaki rolü paha biçilemez. “Mekke’de Muhammed, Türkistan’da Ahmed” dememişler” dedi.

Turist grubundan ayrılan Aydar, türbenin etrafında dolaşmaya karar verdi. Mezarın arkası tamamen karanlıktı ama eski duvara yaslanıp oturan bir gölgeyi seçebiliyordu. Yaşını tahmin etmek zordu, fena halde zayıftı. Başına bir tübetey[4] geçirmiş, üzerinde yırtık cepken... Dünyasını unutmuş, bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Gerçi söylüyor muydu mırıldanıyor muydu tam belli değildi. Aniden tanıdık sözler duyan Aydar donakaldı.

Kani Bohara-i-şerif, kani kaldı Nişapur?  

Gıyşret tulı mısralarga hazir kemner ışanır…

(Aşk dolu mısralara artık kimler inanır). 

Aydar, genç bir kulun gibi zıpladığının farkına bile varmadı. Gece karanlığı yarıldı da guya üzerine bir ışık demeti dökülüverdi. Bak hele o eski türkünün ikinci satırı nerede gizliymiş!

Gıyşret tulı mısralarga hazir kemner ışanır…

Belki bu derviş şarkının diğer dizelerini de biliyordur? Aydar, emin ve neşeli adımlarla sese doğru yürüdü. Ama orada artık kimse yoktu. Derviş âdeta bir hortlak gibi kaybolmuştu. Ancak onun durduğu yer, buradaki sıcak ve nemli havanın aksine serin ve esiyordu. Aydar eski duvara yaslanıp taş zemine çömeldi de aniden türkü söylemeye başladı:

Kani Bohara-i-şerif, kani kaldı-ı Nişapur?            

Gıyşret tulı mısralarga hazir kemne-er ışanır…

Aydar otele dönerken sanki türkü onu taşıyormuş gibi vücudunu hissetmedi. Ne yazık ki bu büyük sevincini eski üstadıyla paylaşamamıştı! Gerçi çok geçmeden bulduğu mısra, gündelik hayatın tozuna gömüldü. Kadim hüzün de yabancı bir şehrin gürültüsü altında yok oldu. Hayır, aslında zamanını bekliyormuş! Kardeşi köyden arayınca yeniden ortaya çıktı ve tüm bedenini yeniden doldurup köklerine yayıldı da ıstıraplı bir çağıltıya dönüştü.

Köyüne sabah vakti ulaştı.  Kırk işini kırk tarafa atarak... Karısının asık suratı da hiç gözünün önünden gitmedi.  Evet, suratını astı da odasına geçti... Uzun süredir bir birlerine karşı artık pek bir şey hissetmeseler de eşi nedense hâlâ onun “köy çocuğu” olduğunu kaldıramıyor, köyü ile bağını koparamamasına da çok üzülüyor. Oysa köyüne gitmediğine kaç yıl oldu! Akrabaları da eşinin tavrını bildikleri için Moskova’ya gelseler bile uğramadan gidiyorlar. Aydar onlarla yalnızca kafe ve otellerde buluşuyor. Doğruyu söylemek gerekirse Aydar, sadece zenginlerin yaşadığı mahalledeki bu eve kendisi de uyumaya bir alışkanlık olarak ancak gidiyor ve haftada birkaç kez eşiyle önemsiz sohbetlerin ötesine geçmiyor. Tek kızları Maya İngiltere’de bir üniversitede okuyor ve sadece paraya ihtiyacı olduğunda telefon açıyor. Aydar kendisi aradığında ise bir türlü babasıyla konuşacak zaman bulamıyor.

... Sokakta kimse yok, ortalık sessiz. Sarayları aratmayan taş evler tedirgin bir uyarı gibi sessizce donakalmış. Aydar yol boyunca saydı; sadece dört evin penceresinde ışık vardı. Bu evlerin yanında Şeyhulla amcanın köyün ortasından Kelkerev pınarına inme telaşı içindeymiş gibi eğilen evi çok net görülebilmekteydi. Aydar kapıdan girince bir an tereddüt içinde durdu. Aradan çok yıllar geçti, çok sular aktı, şimdi eski öğretmeninin karşısına hangi yüzle geçecek? Onu tanır mı? Peki, Aydar kendisi Şeyhulla amcasını tanır mı?

Yine de şüphelerinin üstesinden gelip harap evin eşiğinden içeri girdi. Kapının sesini duyunca rengi solmuş oda perdesinin arkasından her zamanki gibi kızgın Enise teyze çıktı. O da yaşlanmış, bitkin görünüyor. Sanki Aydar’ı daha dün görmüş gibi, hiç şaşırmadan getirdiği yiyecekleri elinden aldı da kurumuş eliyle başköşedeki odayı işaret etti:

- Üç gündür seni bekliyor. Gitmek üzere olan bir insan bu kadar bekletilir mi, dedi.  

Aydar, yatakta küçücük kalan Şeyhulla amcayı zor tanıdı. Yüzü bile tek bir avuca sığacak kadar küçücük kalmıştı.          

  • Geldin mi? Seni bekledim. Seni görmeden gidemedim, diye fısıldadı. 

Aydar’ın gözlerine yaş doldu. O, öğretmeninin hafifleyen elini alnına götürdü.

  • Affet beni üstadım...
  • Helal... Sen de beni affet, dedi Şeyhulla amca. 

Daha önce olduğu gibi birbirlerini yarım kelimeyle anladılar. Şeyhulla amca, başının ucunda asılı olan dombraya işaret etti. Aydar kolayca ayağa kalktı ve dombrayı eline aldı. Parmakları, sanki Ebedi Gök Tanrıyı yardıma çağırırmışçasına aceleyle dombra telleri üzerinde dans etti.

Kani Bohara-i-şerif, kani kaldı Nişapur?  

Gıyşret tulı mısralarga hazir kemner ışanır…

  • Bulmuşsun… - Bir sonraki mısrayı da zaten şakirdin bulacak...

Aydar, üzgün yüzünü Şeyhulla amcaya çevirdi. Hangi şakirt? Hangi eski türkü?  İş yerinde emri altında olan gençleri gönlünce gözden geçirdi. Ah ah... Gözleri irade dışı yaşla doldu.

-      Artık kırk yaşındasın. Hayata başlama vakti geldi. Gerçek hayata… Henüz geç değil, dedi konuşmakta zorlanarak. 

Aydar seslenmedi.

- Köye dön! Görmüyor musun, köyün çivisi çıkmış, ruhu kaybolmuş. İnanıyorum, sen dönünce o canlanacak. 

Aniden Şeyhulla amca titreyen bir sesle şöylemeye başladı: 

- Kirpiğime Hayyam’ın mezar toprağıyla sürme çekilmiş... Nişapur, o burada!

“Sayıklıyor” diye düşündü Aydar ama öğretmenin dolmuş gözleri inanılmaz derecede aydındı.

  • Söz ver! Döneceğine yemin et, dedi.

Ölüm döşeğindeki birine nasıl “hayır” denilir?

- Söz. Yemin ederim, dedi Aydar farkında olmadan. 

Sokağa çıktı ve arabasına binmeden yürüyerek köyün yukarı ucundaki Buga dağına doğru yol aldı. Mart ayının ince belli rüzgârı boynuna sarıldı. Dağın başında tek tük yırtılıp atılmış kâğıtlar gibi, kar izleri kalmış. Kardan açılmış yerlerde ise taze çimen filizleniyor... İşte o çimenin üzerine uzanmak istedi Aydar. Kulaklarında uzaktaki baharın ilk gök gürültüsü çınladı.

Bir yerlerde at kişnedi.

 


 

[1] Otuz İmeni, Abdürrahim (1752-1835): Tatar şairi ve düşünürü.

[2] İlyiç: Vladimir İlyiç Lenin. 

[3] Tav (dağ): Eskiden teşekkür sözü olarak kullanılmış (R.Z.).

[4] Tübetey: İdil-Ural ve Orta Asya’da yaşayan Türklere özgü bir çeşit millî şapka.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 217. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 217. Sayı