HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Osman Çeviksoy 2
HİDAYET ORUÇOV 3
KEMAL BOZOK 4
ŞEFA VELI 5
NIKA ZHOLDOSHEVA 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
PRASKOVYA
Yazan: Halise REYHAN*
Türkiye Türkçesine Aktaran: Gülşah YILMAZ**
Yaşlı kadın, uyku arasında duyduğu bu sözlerden sonra keyifleniyor… Sonra ağzı kuruduğu için uyanıyor. Sık sık halsiz düşüyor, başı ağrıyor, bu nedenle evde fazla hareket etmemeye çalışarak önemli işlerini çabucak yapıp ardından yerine yatıyor.
Komşusu Melike gelmiş. O, artık her gün uğrayıp onun durumuna bakıyor. Çayın yanına lezzetli atıştırmalıklar getirmeyi de ihmal etmiyor. Allah razı olsun…
Abdest alıp namaz kılma vaktiydi… Allahu teâla affetsin, nedense bugün hiç hali yok gibi…
Nine, yine divanına oturdu.
O da yetmedi, küçük odadan Nefise’nin sesi duyuluydu: “Ben de şimdi, hemen geliyorum anne!”
Çok geçmeden odaya nur yüzlü, saçları ağarmaya başlamış, yeşil gözlü, yaşlı, yumuşak huylu bir kadın geldi. Onun bir ayağı aksıyordu.
Nineyi iki koluna girip destek vererek masaya oturttular. Omzuna şal örttüler. Önüne sütlü çayla Melike’nin getirdiği kuymağı koydular.
Çaylarını afiyetle yudumlarken komşu kadın yine nineyi konuşturmaya başladı. Yaşlı biriyle sohbet fazla koyulaşamıyor. Köy haberleri bitince Melike, aklına bir şey gelmiş gibi birden sordu:
Nine gülümsedi…
Nefise, “Neden soruyorsun şimdi?” der gibi baktı. Ancak bu onların konuşmasını engellemedi. Mutfağa gidip bulaşıkları yıkamaya başladı ama yine de o, annesinin söylediği her şeyi dikkatle dinledi…
Hayatın düğümünü çözmek örgü düğümünü çözmekle aynı şey değil. Nine, düşüncelerinin içinden çıkamıyordu sanki. Masa örtüsündeki çiçeği parmağıyla kazır gibi yaptı ve sonra bakışlarını bir noktaya dikerek düşüncelere daldı…
Savaştan önce Sibirya köylerinin birinde yaşayan kızı, annesi Moskova’daki akrabalarının yanına göndermişti. Aileye bir boğaz daha fazlaydı. Praskovya’nın babası Zahar, ağacın altında kalıp ezilerek öldüğünde annesi dört çocukla tek başına kalmıştı. Ondan küçük kardeşlerinin hepsi erkekti. “Belki evlenirsin, karnın da doyar.” diye annesi, fırsat çıkınca başkentteki uzaktan akrabalarının yanına göndermişti kızı.
Moskava’nın merkezinde sayılabilecek bir yerde yaşayan Dimitri Mihayloviç, ticaretle uğraşan partinin önde gelen isimlerinden biriydi. Gerçekten de ona yemek, içmek ve kıyafetle ilgili hiç sıkıntı çektirmemişti. Ev sahibi iyi bir adamdı, ailesine çok düşkündü. O, tüm kazandığını eve getirir, karısını da güzelce giydirirdi. Praskovya’nın payına da bir şeyler düşerdi. Dört yaşında bir çocuğa bakmak da zor olmamıştı. Büyük apartman dairesinde saklambaç oynamak için de yer çoktu, sokakta da çok neşeliydi…
Küçük Saşa ile birlikte oynarken yanlışlıkla o, bu kapkara gözlü, kapkara saçlı, dik gövdeli yakışıklı delikanlıya çarptı. Delikanlı, Rusça kelimeleri çok doğru telaffuz edemeyerek:
Kız ona:
Mişa ile işte böyle tanıştılar. Sonradan Mişa’nın Mecit isimli bir Tatar delikanlısı olduğunu öğrendi Praskovya.
Mecit, Moskova’ya metro inşaatı yapmak için gelmişti, sadece kendisi de değil, onunla birlikte birçok delikanlı da gelmişti. İşleri zordu ama yine de onlar başkenti sevmişlerdi sanki. Akşamları eğlenmeye de vakit buluyorlardı.
Praskovya, Mişa ile ilişkisini ev sahibinden gizli yürütüyor. Fakat hamile kalınca evde şiddetli bir fırtına koptu. Çocuktan kurtulmak için kıza yol gösterip ne diller döktüler ama yine de başaramadılar. Büyük Vatan Savaşı başladı. Mişa’yı cepheye aldılar. O, gitmeden kızın cebine ancak ailesinin adresini koymayı başarabildi. Delikanlıları hemen savaşa gönderdiler.
Moskova o yaz, cehennem gibiydi.
Almanlar şehre girdi girecek diye insanlar paniğe kapılmıştı. Bombalara maruz kalmaktan korkup herkes metroya indi. Orada yiyip, orada içtiler. Dimitri Mihayloviç, muafiyet belgesi alıp karısı ve çocuklarıyla bir şekilde bu mahşerden kurtulmak için hazırlandı. Onlar, en güzel kıyafetlerini ve altınlarını bavula doldurdular.
Ağustos ayında, metroda olduğu bir sırada Praskovya, bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Burada kitap okuyan çocukları da örgü ören nineleri de hepsini görebiliyorduk. Hatta küçük çocukları çeşitli gruplar halinde toplayan eğitmenler bile vardı. Ağır yaralılara bakan doktorlar da buradaydı. Yardımsever bir ebe bulundu ve Praskovya’nın kızı doğdu. Mecit’e benziyordu, simsiyah saçlı, kara gözleri de tıpkı öz Tatarlarınkine benziyordu… Hayat devam etti, ancak sadece yer altında. Buradaki en iyi yerleri, çocuklu kadınlara ve yatan hastalara verdiler. Geriye kalanlara daha yol kenarında yerler verildi. Genç kadın, gündüz, bombaların şehre seyrek düştüğü zamanlarda, ev sahiplerinin yanına gidip karnını doyurdu. Ancak onlar da keyifsizdi, Moskova’dan çıkarak uzaklara gitmenin yollarını arayıp tahliyeyi bekliyorlardı.
Başta yiyecekler kartla veriliyordu, Ekim başındaysa mağazaları yağmalayanlar ortaya çıktı ve kim ne isterse onu aldı. Sokakta istediğini söyleyerek gezenlerin sayısı da çoğaldı.
15 Ekim’de Dimitri Mihayloviç Praskovya’ya bohçasını hazırlamasını söyledi. “İşte bak, söyledim, çocuk çok mu lazımdı sana!” diye iğneledi ev sahibi kadın. O, “İzin var yarın yola çıkıyoruz, arabamızda bir sürü eşyamız var, hiçbir yere çıkma, hareket etmemeye çalış.” diye tekrar tekrar hatırlattı.
16 Ekim’de şoför bavulları yükledikten sonra ev sahibi, karısı ve çocuğuyla rahat rahat tamamen yerleşince Praskovya’yı da çekiştirerek arabaya bindirdiler. Değerli tabak çanakların, güzel yorganların ve yiyecek içeklerin üzerinde oturan genç kadının bir ayağı sanki havada asılı kalmış gibiydi. Dimitri Mihayloviç şoförünü dürtükleye dürtükleye “Ryazan otoyoluna nasıl gidilir?” diyerek, arkasından koşan kalabalığı adeta savururcasına yararak arabayı ileri doğru sürdü. O da yetmedi, bir grup insan gelerek iki valize yapışarak onları alıp aşağı fırlattı. İçlerinden birisi bir süre arabanın arkasına tutunarak ilerledi. Dimitri Mihayloviç, kaliteli deri eldivenleriyle o adamın ellerine vurup onu, güç bela indirdi...
“Piç kurusu, bizim paralarımızla kaçıyor musunuz?” diye feryat eden insanların sesleri duyuldu. Kadınlar ellerine geçen taş parçalarını ve daha ne denk gelirse her şeyi arabaya fırlattılar.
Arabanın kaldırım tarafındaki camı kırılarak düştü.
Praskovya, çocuğunu korumaya çalışarak başını eğip insanlara bakmamaya çalıştı. Yol boyu küfürler, arabaya taş atmalar devam etti. Bir süre ilerledikten sonra Moskova’dan çıkınca şoför, yedek benzini kontrol edip doldurmak istedi ancak onun çalındığı anlaşıldı. Yağmalanan araba, arızalı bir halde yolda mahsur kaldı.
Dimitri Mihayloviç, ailesini indirip bavulunu aldı ve karısına çıkınlarını verip tanıdıklarını aramak için ileriye doğru koştu.
Vera Vasilevna, Praskovya’ya “Sen ne duruyorsun burada, git kendi başının çaresine bak.” dedi ve bir eliyle oğlunu tutup diğer eline de eşyalarını alıp hızlı adımlarla kocasının arkasından yürüdü.
Ne yapacağını bilmeyen genç anne, emzikteki yavrusunu kucaklayarak yola çıktı. Daha sonra yolun aşağısına inip çıkınından ekmek ve su alıp bir şeyler atıştırdı. Bebeğini emzirdi. Küçük Nastya’sı dayanıklı çıktı, ağlamadı, annesini anlıyormuş gibi uyumaya çalıştı. Onun için savaş olup olmaması fark etmiyordu...
Praskovya, orman yolu boyunca uzun süre gittikten sonra belli belirsiz, üç dört kilometre uzaklıktaki köyü gördü. Akşam oluyor. Gidip konaklamak gerekiyor...
Köye ulaşana kadar çamurları aşmak kolay olmadı. Praskovya, kucağındaki bebeğini çıkınıyla birlikte tutmayı denedi olmadı, eşyalarını ağaç dalına takıp omuzuna koydu o da olmadı, elinden ne geliyorsa yaptı sonunda iyice dermansız kalmış halde köye girdi.
Köy aşağı yukarı yirmi otuz haneden oluşuyordu. Akşam olunca sokakta hiç kimse görünmüyordu. Yakındaki bir evde bir çocuğun ağlama sesini duyulur gibi oldu. Praskovya, gidip kapıyı çaldı. Karanlıktan bir kadın sesi duyuldu. Bir iki sözle anlaştıktan sonra ev sahibesi, çıra yakıp dışarıya çıktı. Kucağında bebeğini tutan kadını görünce ne yapacağını şaşırmış halde evine davet etti. Evin zemini muhtemelen topraktı. Karanlıktı. Hiçbir şey görünmüyordu. Çıranın ışığında kadının soba başında uyuyan iki çocuğu göründü, büyüğü altı yaşında vardı. Küçüğü tam da Praskovya’nın bebeği gibi üç aylıktı. Tahta sekide ağlıyordu. Sütüm kesildi, yemek yok, diye gözüyle misafir kadının çıkınını işaret etti. Praskovya hemen çıkınından şeker, ekmek ve konserve çıkardı. O anda sanki gece gündüze döndü! Karanlıkta bile ev sahibinin yüzü aydınlanıverdi. O, doyana kadar yiyip çocuğuna da ekmekten elbe[1] yapıp yedirdi. Uzun uzun konuştuktan sonra sobanın arkasında bir yer gösterdi. “Oraya yere yatarsın, ben saman döşerim.” dedi.
Karanlıkta bir mırıltı duyulur gibi oldu. “Endişelenme, o bizim domuzumuz, evde yatıyor, yiyecek yok, çıkıp gitse bir daha bulamam diye eve soktum. Artık tutup kesecekler” dedi ev sahibi. “Komşu Kolya dede, başka birini daha bulursan kesip veririz demişti.”
Praskovya, korka korka sobanın arkasına geçip yattı. Zeminin soğukluğu o kadar hissedilmiyor, samanın üzerine eski kıyafet de atmışlar galiba. Soba da hâlâ sıcaktı, böylece geceyi çıkartabilirlerdi ama ya ertesi gün... O zaman da artık Mişa’nın memleketine gitmenin bir yolu bulunurdu elbet... Tatlı düşünceler arasında çocuğuna bebesini verip gözünü yummaya hazırlanıyordu ki; ev sahibi Marusya kendi bebeğini de getirip tutturdu: “Diğer memeni de benimkine ver, aç ya!” dedi.
Karanlıkta yabancı çocuk da ihtiyacı olanı çabucak buldu. Meme ucunu dişleye dişleye kesik kesik emmeye başladı. Yattıktan bir süre sonra herkesin rahatlayıp uykuya daldığını fark etmedi bile Praskovya. Uyandığında onun sağ göğsünü birinin yaladığını hissetti. Elleriyle yoklayıp baksa ki; kucağında sadece bir çocuk var. Diğer göğsünde, Aman Allah’ım, sadece ıslak bir yumru var! Domuz yemiş tabii ki! Yüreği bu açıya dayanamadı ve haykırarak fırlayıp kalktı. Ev sahibi kadının yanına koştu. Marusya da hızla kalkıp çırayı yaktı. Ah, Praskovya’nın çocuğundan geriye eskilerinden başka hiçbir şey kalmamıştı. Ancak domuz, dudaklarını yalayarak yeniden yemek bekliyordu. Şafak aydınlığında Praskovya saçlarını yolup, hıçkıra hıçkıra ağladı. Kendini nereye atacağını bilemedi. Aklında sadece bir düşünce vardı.“Şimdi kocasının memleketine gitmesi gerekiyor muydu! Bombanın altında patlayarak ölmek daha mı iyi oldurdu!”
Ne yapacağını bilmeyen genç kadın, saçı başı dağınık hâlde sokağa çıktı. Hiçbir şey bilmeden meçhule doğru yürüdü. Sonra tökezleyip düştü, yere yüzüstü yatıp yine ağladı...
O anda omzuna hafifçe dokunan Marusya’yı görüp şaşırdı. “Al, çocuğumu sana vereyim. Benim oğlumda var, kızım da var ama sen nasıl yaşarsın.” dedi kadın Praskovya’ya bakarak. “Benim kocamın cenazesi geldi, yetim çocuklara nasıl bakarım ben... Onlar açlıktan ölmese bari... Koru... Sana vereyim.” Kadın ağlaya ağlaya çocuğu bırakıp, o esnada ortadan kayboldu...
Kadın, doğan güneşin ışığında bebeğin yüzünü açıp baktı. Ah, ne kadar da güzel yüzlü! Saçları altın gibi sapsarı, gözleri masmavi... Huzur içinde uyuyor. Gece boyu emdi, şimdi de tadını çıkarıyor...
Praskovya aniden çömeldiği yerinden kalktı ve kararlı adımlarla büyük yola doğru gitti... Gömleğinin cebinden çıkardığı adrese bakıp ezberlemeye çalışır gibi tekrarladı. Ne olursa olsun. İleri sadece ileri. Mecit’e gidecek ve mutlu olacaklar... Her şey iyi olacak... Bu tür düşüncelerle heyecanlanarak yabancı bebeği kucağında sıkıca tuttu ve ana yola nasıl çıktığını, arabaların arasına nasıl girdiğini fark etmedi bile...
...Ninenin söylediklerini dinleyerek oturan Melike, birden irkildi. “Nasıl, peki ya Nefise? Nefise sizin...” Sonra zorlanarak sanki ninenin ağzının içine girecekmiş gibi yeniden dinlemek için oturdu.
Nefise sessizce bulaşıkları yıkamaya devam etti, bulaşık suyuna yanaklarından iri iri gözyaşlarının damladığını bile fark etmedi...
Kocasının yazıp bıraktığı Yanavıl istasyonuna nasıl geldiğini Proskovya’nın sadece kendisi biliyordu. O, pek çok lokomotifin çektiği mal vagonlarında sallanarak birçok insanın sevecenliği ve yardımı neticesinde ulaştı Ural’a.
Burası sakindi. Sanki savaş yokmuş gibiydi. Gürültü patırtı yoktu. Moskova’daki itiş kakıştan sonra kimsenin seni itmemesi, sana çarpmaması şaşırtıyordu. Trende çalışan işçiler acele ediyordu... Demir yolunda çalışan hanımlar göründü...
Praskovya işte bu kadınların yakınına geldi. Aralarında aksak bir adam göründü, ustabaşılarıydı herhalde. O, işçilere:
Kadınlardan birisi koşarak gelip bebeğe baktı. Rus’muş.
Diğer kadınlar da kendi dillerinde bir şeyler söyledi, birisi hemen su getirip verdi, diğeri ekmek bölüp eline tutuşturdu.
Mariya, kadınların işi bitene kadar bekleyen Praskovya’yı alıp Pazar meydanına götürdü. Orada koyun yünü satan biriyle konuşup (O, Mecit’in hemşerisiymiş), “O, köye giderken seni yanında götürür.” dedi.
Naciye (Mariya ona Nadya diye seslendi), çocuklu kadını görünce başını salladı.
Çat pat Rusça konuşan Naciye’nin pek keyfi yoktu. Sonbahardaki koyunun yününü de pek fazla satamamış herhalde. Bir kadının gelip giyilmiş olsa da temiz görünen ceketiyle yününü değiştirmesi iyi bir şeydi. Yün satıcısı Praskovya’ya: “ Tamam, haydi, gidiyoruz.” dedi. Biraz ilerleyince aklına bir şey düşmüş gibi donup kaldı. “Dur, kime gidiyorsun oraya?” Bizim köyde sadece Müslümanlar yaşıyor, diyerek Praskovya’ya dikkatle baktı.
Ancak şimdi genç kadının kime gittiğini öğrenince bir de Mecit’in karısı olduğunu anlayınca az kalsın düşecekti.
Praskovya, ağlamaya başladı ve çocuğunu gösterdi.
Naciye, bir süre düşündü ve : “Tamam öyleyse bakarız ama sen şunu bilmiyorsun, Mecit’in babası molla neslinden geliyor, dindar bir adam, o seni eve yaklaştırmayacak bile.” dedi.
Hiçbir şeyi doğru dürüst anlamayan Praskovya, Naciye’nin arkasından yürümeye devam etti. Bir yerde oturup su içip ekmeklerini yediler. Kadınlar, bebeği emzirip onu Naciye’nin yünle takas ettiği ceketine sarararak, yola devam ettiler. Sonbaharın soğuğu iliklere işliyordu. Bebeği arkadaşıyla nöbetleşe taşımasa Praskovya çoktan düşüp ölmüştü. 12 kilometre ona 100 kilometre gibi gelmişti. Akşam olduğunda köye girdiler. Naciye:
Yolda böyle merhametli insanlarla karşılaştı. Naciye’nin davetsiz bir misafir alıp gelmesine pek rızası olmasa da kaynanası, semaveri tazeleyip önlerine patatesi koydu, kendisi ise masanın yanına oturmayıp bildiği duaları okuya okuya, perdenin arasından Rus kadını gözetledi.
Kocası cepheye gidince, işte böyle yaşıyor Naciye ile yaşlı kadın. Büyük oğulları şimdi on iki yaşına girdi. Ormandan keçi ile koyuna yetecek kadar ot taşıyor, aç kalmıyorlardı. Aslında, komşularda daha da perişan hâlde insanlar var. İşte Mahmut savaşa gidince ailesi beş çocukla kaldı, maalesef inekleri de talihsizce öldü, artık süt değil katık bile bulmaları onlar için büyük mutluluktu.
Gecenin nasıl geçtiğini bir tek Praskovya bilebilirdi. Tamam, kız uslu. O, Nastasya’sını hatırlayıp ağladı ve elin çocuğunu bağrına bastı. Ne suçu var bu sabinin? Fakat Mecit’e ne diyecek?
Mişa, savaşa giderken doğacak çocuğuna isim bile verip gitmişti: “ Kız olursa sana göre Nastya! Bana göre de Nefise olsa, bir bilsen Tatarca kulağa ne kadar hoş geliyor: Ne - fi – se! Çok tatlı! Çok güzel! diye anlatmaya çalışmıştı müstakbel karısına.
Sabah kalktığında Naciye evde yoktu. Çok geçmeden aceleyle tekrar eve girdi:
“Haydi, toplan ne olacaksa olsun, ben onlara her şeyi anlattım.”
Evet, Naciye her şeyi Praskovya’ya anlatmadı. Mecit’in anne babası bu yeni olayı duyduktan sonra çaresiz kaldılar. "Mecit bize onun hakkında bir şey yazmadı, sadece görüştüğü bir kız olduğunu söyledi, ancak biz onun Rus kızı olduğunu tahmin etmedik. Böyle olunca bütün köye rezil rüsva etti bizi. Ne yapacağız?” diye ağladı Kefiye abla.
Bu aile çok eskiden beri dindar bir aile, evlatlarına da Sovyet eğitimine ek anne ve babaları kendi öğretilerini öğretmeye çalıştılar. Dualar ezberleyip, gizlice düzenlenen Kur’an sofralarında Kur’an ayetlerini dinleyerek yetişiyor çocukları. Minniyar Ağayı, resmi olmasa da halk gizlice molla diye çağırır, cenazeye ve isim koyma merasiminde de onu davet ederdi. Köyde, her aile kendince, soyundan geldiği kadarıyla, dini uygulamaya, çocuklarına da dualar ezberletmeye çalışırdı. Ancak... Sovyet hükümeti kendi dediğini yaptı, herkesi kendi tarafına çekti. Rusça okursa adam olur, diye sözler dolaşmaya başladı halk arasında...
Beş vakit namazını bırakmayan, kendi dinine uygun olarak yaşayan iyi ahlaklı bir aile olarak biliniyorlardı köylerinde... Oğulları Moskova’ya giderken onun ceketine Yasin dikip gönderdi annesi... Din ne kadar yasaklanırsa yasaklansın, halk kendi bildiğini yaptı. Savaş başladığında ise yasaklara aldırış eden kimse olmadı. Şefler de Allah’ın kulu ya, onların arasında da gizlice Kur'an öğretenlerin olduğu görülmeye başlandı...
Minniyar Segıytov’un acımasız ve adil olduğunu tüm köylüler biliyordu. Onun söylediği kanun sayılıyormuş. İşte böyle bir aileye girmeye hazırlanıyordu Praskovya.
“Çocuğunu bana ver, çocuğunu daha düzgün bir dokumaya sar, diyerek Naciye, Rus kadını gelin gibi görünmesi için hazırladı. ‘Saçlarını gösterme, başörtünü çıkarma, kayın babanın gözüne çok görünme.’ diye tekrarladı.” Praskovya bu sözlerden sonra iyice korktu. Sonra derin bir nefes aldı ve Naciye’nin peşinden kayınbabasının evine doğru yöneldi.
Kapının önüne yaklaşırken, gelin olacak kişi küçük düzgün sakallı bir adamı ve başörtüsünü bağlayan bir kadını gördü. Üzerlerindeki kışlık kıyafetleri eski püsküye benzemiyor, durumlarının iyi olduğu anlaşılıyordu. Naciye onlara bakıp:
Ev sahibi kadın böyle söylendi. Ev sahibi adamsa elindeki kamçısını sallayıp durdu. O, onu niçin tutuyordu bilinmez ama Praskovya, onu görüp hafifçe geri çekildi.
Hele bir savaştan dönsün, göstereceğim ben ona Moskova Ruslarını, diyerek ileri doğru bakarak kızgınlıkla söylendi Minniyar.
Hiçbir şey anlamasa da, kaynanasının yumuşacık seslenişiyle içi ısındı gelinin. O, Naciye’nin arkasından hemen içeri geçti.
Yaşlı kadın, kendince bir şeyler anlatırken, Naciye Rusça anlatmaya çalışırken divanın yanına geldiler. Çocuğun kundağını açtılar.
Bu yeterli gelmedi, kaynanası çocuğu kucağına aldı. Yüzünü açıp baktı. “Ah, bize de hiç benzememiş, hık demiş annesinin burnundan düşmüş yahu!” dedi.
İhtiyar, mızır mızır, sezdirmeden, dışarıdan çocuğa bir göz attı: “Niye, benim anne tarafındaki tüm çocuklar sarı saçlı, mavi gözlü Mişerler.” dedi.
İlk tanışma gecesi böyle tamamlandı.
Ertesi gün bütün köy, mollanın evine Mecit’in Moskova marca’sının[3] geldiğini öğrenmişlerdi...
O da yetmedi, başkan geldi. Kaba sesli, ata binerek gezen Sekine çok konuşmadı. “Burada dinlenecek bir şey yok, bizde sadece üç aylık çocukla değil, iki haftadan sonra işe başlayan çok insan var, hemen çiftliğe gidin, yarın!” diye yavaşça bağırdı.
Yaşlı kadınla yaşlı adam ne söyleyeceklerini bilemeden sessizce kala kaldı...
Köyün kadınları Moskova marca’sını çok çabuk alıştırdı hayata... Praskovya genç olmasına rağmen Sibirya’da yaşarken kazandığı tecrübeyle, her işi öğrendi ve başardı. Çocuğuna da bakıyordu, evde de boş oturmadı. Onun bütün isteği Mişa’sını beklemekti. O dönse, her şey değişecekti sanki...
Tatarca konuşmayı öğrenmek başta çok zor geldi ona. Sobaya odun getirmek için çıksa, odunlarla konuşmaya başladı. Ancak bir defasında köyün çocukları, ona bilerek kötü söz öğretip eziyet ettiler... Ancak genç kadın için bunların hiçbiri önemli değildi. Şimdi Mecit’i geri dönse ne söyler... Bu düşünce onu huzursuz etti...
“Benim çocuğum doğacak, karımı kabul edin.” diye yazdığı mektubu da Praskovya’nın gelişinin üzerinden iki ay geçtikten sonra geldi...
1942 yılına girmişlerdi. Köye gelen ölüm kâğıtları sıklaştı... Mecit’in anne babası da sürekli dua ederek oğullarını bekledi.
Bir akşam, kayınbabası Praskovya’ya seslendi.
“Sen artık çok güzel Tatarca konuşuyorsun, şimdi duaları öğren. Biz ölmeden seni Müslüman olarak görmek istiyoruz.” dedi.
Ona da razı oldu Praskovya. Bütün konu komşuyu kendisine hayran bırakarak kısa da olsa dualar okuyup öğrendi.
Hayat böylece devam etti. 1944 yılının Eylül ayında çoban Zahit’in oğlu koşarak geldi. “Minniyar amca, Kefiye abla, Fatma yenge (Praskovya’ya bu ismi koymuştu ev sahibi), müjde müjde, peki neden hiçbir şey vermiyorsunuz bana, müjde diyorum size yahu!” deyip kapının eşiğine düştü. İhtiyar adamla, yaşlı kadın yere yıkıldılar, Fatma çabucak kendini toparlayıp, ancak “Peki müjde nedir?” diyebildi. “Mecit ağabey döndü, Mecit ağabey!” diye sevinçle bağırdı oğlan tekrar. Kefiye oğlana yumurta verdi. Kendisi omuzlarına şalını bile almadan köyün kapısına doğru yöneldi.
Praskovya, çabucak saçını güzelce başörtüsünün altına soktu, elbisesini düzeltti ve sağ koluna Nefise’sini alıp kaynanasının peşinden yürüdü. Sadece kayınbabası evin ortasında sabırla tek başına bekledi.
Hayır, o artık Praskovya’nın Mişa’sı değildi... Cılız gövdeli, aksaya aksaya, yavaşça yürüyüp gelen, ciddi ifadeli, genç adamı görünce gelin, bir anda kendinden geçer gibi oldu... Annesinin, kollarından ayrılmasına izin vermeyen Mecit’e bakıp, bir süre nefes almadan durdu. Sonra tüm gücüyle kocasının göğsüne kapanıp ağlamaya başladı. “Mişa, Mişa, milenkiy (Mişa, Mişa, canım )” dedi, Rusçaya geçtiğini fark etmeden. “Ne Mişa’sı Mecit o, dedi annesi oğlunun bileğini çekerek “oğlum bak işte, senin kızın Nefise’n de burada...”
Üç yaşındaki çocuk, yabancı adamın onu kucaklamasından korkup ağlamaya başladı, annesine, büyükannesine sığındı.
“Baban bu, baba de.” dedi Fatma, dili çok güzel açılmış olan çocuğunu babasına doğru itip...
Praskovya’nın Tatarca konuştuğunu duyan Mecit’in yüzü aydınlandı. O, karısına tekrar daha da sıkı sarıldı. Annesi ise önden yürüyerek eve doğru hızlandı, Mecit, karısıyla çocuğunu alıp arkasından gülüşerek gelen çocuklara aldırış etmeden doğduğu eve yöneldi.
“Baba, baba, neredesin yahu.” diye endişeyle sordu genç adam.
“O evde, seni bekliyor, diyerek gülümsedi Praskovya. Sonra yine Rusçaya geçti. “А tı znayeş menya zdes po drugomu narekli, ya seycas Fatma...”[4]
Mecit keyiflenerek: “Fatma ise Fatma, gördün mü, ne kadar iyi insanlar benim annemle babam” diyerek gülümsedi...
Cephe görevlisinin dönüşüyle hamamı yaktılar. Küçük nefise, babasının çantasından çıkan şekeri yiyince açılıverdi, konuşması bir türlü bitmedi. Hepsinin yüzünde mutluluk vardı. Üç defa yaralanan Mecit’in ayağı soğuktan ağrısa da, diğer yaraları yüreğini dağlasa da bunlara hiç aldırmadı. En önemlisi o yaşıyor, o en yakınlarının yanında...
Hamam artık ısınmıştı. Odunu esirgemediler, bugün böyleydi.
“Hey, gelin artık, gelin, sen kendin bak, lifin yenisini al, bu yıl kesilen ıhlamur ağacından.” dedi Kefiye nine. “İşte, Mecit’in küçteneç[5] sabununu da alın. Bugün saçını külle değil, sabunla yıkayacağız inşallah...”
Üç yıldır görüşmeyen genç adamla genç kadının ilk kez baş başa görüştüklerini düşünün... Kocasının çıplak tenindeki her yara izi içini sızlattı Fatma’nın... Kahrolası savaş bu kadar güçlü, aslan gibi adamın belini bükmüş... “Paşa[6], paşam benim!”, diyerek sarılmakta güçlük çeken Mecit’in karşısında feryat etti. Görünüşe göre tüm kemikleri, sinirleri ağrıyıp sızlıyordu....
Kocasının bakımını yapıp hürmet ederek ayak parmaklarına kadar iyice yıkadı Praskovya. Bunu görüp, içi tarifsiz bir mutlulukla dolan kocasının gözleri yaşardı...
“Paşa, benim sana gerçekleri anlatmam gerek, ben artık çok zayıf biriyim... Erkek adam gibi görünsem de erkek olamam artık...”
Fatma önce kendini kaybetti. Mecit’e sırrını nasıl anlatacağını bilemeden düşünürken, bak işte, o ne söylüyor: “İyi ki bir kızımız var, bana doktorlar artık çocuğun olmaz, dediler...”
Praskoya kocasının simsiyah saçlarını okşayıp teselli etti: “Mişa u nas vse budet horoşo, tı yeşe vızdoroveyeş.”[7] dedi, fark etmeden Rusça’ya geçerek.
Fatma tek kelime etmeden onu dudaklarından öptü...
Ertesi gün Minniyar Ağa, gençlere nikâh kıydı.
Savaş sona erene kadar grup başkanı olarak çalıştı Mecit. Yaraları iyileşene kadar sürekli askerlik şubesine çağırıp durdular onu. Kim bilir, belki iyileşmiştir de savaştan kaçmıştır... O, savaştan dönenlerin incelendiği komisyonlardan bazen dalga geçilerek küçük düşürülmüş hâlde dönüyordu...
Tamam, bacağı iyileşti, topallığı artık o kadar hissedilmemeye başladı...
İşte nihayet, Zafer geldi. Ah o günler...
... Fatma nine, kendisini dinleyen komşusuna bakıp: “Sinemalarda seyrediyorsunuz ya, öğrenin, o günü kim unutabilir ki” deyiverdi.
Melike evinde yapacak işleri olduğunu hatırladı, Fatma nine yattığı yere baktı:
“Peki, çocuklar, kalanını sonra anlatırım, yoruldum, dermanım tükendi...”
Melike ertesi gün, sabahtan tekrar daha da hevesli geldi. Şimdi ninenin ağzından nasıl laf alacağını bilemeden uğraşıyordu. Nefise ile birlikte çay hazırladı, mümkün olduğunca her işte yardım etti. Fincana çay koyarken: “Fatma nine, savaştan sonra nasıl yaşadınız peki?” diye sordu.
“Başkaları nasıl yaşadıysa biz de öyle yaşadık, el âlemin gördüğünü biz de gördük. Halk çok iyiydi. Yardım sever ve sevecendi köylülerim” dedi, yaşlı kadın kısaca.
Gerçekten de köyde Fatma’yı çabucak sevdiler. Kocasına saygı duyup laf getirmemesinden mi, büyükle büyük, küçükle küçük olmasından mı bilinmez, Praskovya kimseden kötülük görmedi. Şurası da çok önemli ki artık kaynanasıyla kayınbabası çok yaşlandığından Minniyar Ağa, meclislerde Fatma’ya Kur’an aşı dağıtma görevini verdi. Dede:
“Müslüman olmak başka ama din adamının elinden yemek alıp yemek daha çok sevap, kardeşler.” diyordu, geliniyle gururlanarak. Kefiye nine Fatma’ya namaz kılmayı öğretti.
İşte böylece Sibirya kızı, kendi adını bile unutup Tatar ailesinin geleneklerine alıştı. Doğrusu, Krasnoyarsk’taki akrabalarını arayıp buldu ve onlarla mektuplaştı. Ancak küçük erkek kardeşi Sergey vefat edince aceleyle yola çıktı.
Çocukluğundan beri görüşmediği küçük erkek kardeşini ve diğer kardeşlerini Ural’a davet de etti. Ancak yolları düşmemiş olmalı. Hayat böyle geçti yavaş yavaş ilişkileri kesildi.
Derli toplu giyinmiş, Müslümanlar gibi şalını eşarbını kapatmış Praskovya’yı hayretle karşıladılar bu uzak Sibirya köyünde. Ne yazık ki, o gidene kadar erkek kardeşinin defnetmişlerdi. Akrabaları çok üzgündü, hepsi de siyah giyinmiş... Fotoğrafını bir köşeye asıp, oraya rakı dolu bardak ve ekmek koymuşlar. Ablaları dönünce sofra kurdular. Masa et ve yemek doluydu. Uzak yoldan gelse de Praskovya sadece çay istedi. Buradaki yiyeceklerin helal olmadığını tahmin ediyordu...
Bismillah diyerek ekmeği ısırınca herkes sessiz kaldı. “Vı ne udivlyaytes, i ne serdites, ya poçitayu svoy molitvi, hotite, posluşayte menya, eti molitvı oblegçat duşu naşemu bratu.” [8] diyen Fatma, cevap vermelerini beklemeden Kur’an okumaya başladı...
Masadaki kalabalık ne söyleyeceğini bilemedi ancak hiç kimse de yerinden kımıldamadı. İçlerinden içkiyi fazla kaçıran biri, kadehini alarak küçük tarafa gitti ve “Delirmiş bu ya” der gibi işaret parmağını şakaklarına bastırarak çevirdi.
Kardeşinin ruhuna dualar gönderip sadaka dağıttı Praskovya. Bak işte, bazı akrabaları da onun duasından sonra yüzlerini sıvazladı ve “Amin, amin!” diyenler bile oldu...
Bir akşamdan fazla duramadı ablaları, kardeşlerinin yanında. Ertesi gün geri dönmek için hemen yola çıktı...
Köyün en saygın insanlarından biri haline geldi Fatma. Kaynanası ile kayınbabası ölünce Mecit ile onu bir Kur’an aşından bile geri bırakmadılar, gittikleri yerlerde el üstünde tuttular.
Nefise’leri şehre gidip meslek edindi ve evlendi. İki kızı oldu. Mecit torunlarını görmek için can atıyordu, Nefise’sini sevip doyamadı.
Ancak, ne yazık ki savaş yaraları üzerine düşeni yaptı. Ev sahibi uzun süren bir hastalıktan sonra vefat etti. Son dakikalarına kadar Nefise’si yanından ayrılmadı. Kocasından yana şansızdı, çocuklarını büyüttükten sonra köye, yaşlanan anne babasının yanına döndü. Babasına bakıp öldükten sonra da defnetmesinin ardından annesi de hâlden düştü... Ancak yine de işte doksan yaşını dolduruyor... Allah’a şükür, bu yıl da yazı gördü...
Annesi, kızına ancak babası öldükten sonra söyledi... Nasıl zor olmasın, Nefise, bu ne kadar zor olursa olsun, kader deyip kabul etti. Ona bakıp yetiştiren, bütün nazını çekip sevgisini onunla paylaşan anne babasından başka kimsesi yoktu onun...
Akşam olunca Fatma abla Nefise’yi yatağının yanına çağırdı ve ellerini tutup oturdu. “Sana her gün dua ediyorum. Muhtemelen senin gözünde hatalıyım. Babana gerçeği anlatmadım. Beni bağışlamanı istiyorum.” dedi.
Nefise gözyaşlarına boğulup annesine sarıldı, onun ağarmış saçlarını okşadı. “Anne, nasıl bu sırla yaşadın sen? Kalbin bütün her şeye nasıl dayandı... Bağışlıyorum, teşekkür ederim, binlerce kez teşekkür ederim sana.” diyerek annesinin ellerini öptü.
... O gün, Fatma nine kahvaltıya kalkmadı. Dışarısı 2013 yılının tatlı bir yaz günüydü... Pencerenin karşısındaki ağaçta cik cik kuşlar öttü ardından sürüyü gönderdikten sonra bağırarak selam verip gelen komşu Melike’nin sesi duyuldu: Fatma nineciğim, başka ne sırların var, bugün de konuşalım haydi...”
Ancak nine bunların hiçbirini duymadı, gizemli bir şekilde gülümsemiş görüntü, o ebedi uykuya dalmıştı.
Halise Reyhan
30.01.2020
* Halise Reyhan (Halise Mesgut kızı Möhemmediyeva) 19 Haziran 1956 tarihinde Başkurdistan topraklarında yer alan Nuriman bölgesinin Kuşkül köyünde dünyaya gelmiştir. Tatar kızı olan Reyhan, ortaöğrenimini Baygil’de tamamladıktan sonra Başkurt Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesinin Tatar – Rus bölümünde eğitim almıştır. Bu yıllarda “Akçarlaklar (Martılar)” edebî topluluğuna da yöneticilik yapmıştır. Yazar çalışma hayatına ilk olarak Tuymazı şehrinde yayımlanan “Lenin Yolu” gazetesinde editör yardımcısı göreviyle başlamıştır. Yaklaşık sekiz yıl “Altın Başak” edebî topluluğuna başkanlık etmiştir. 1986 yılında Başkurdistan Devlet Radyo ve Televizyon Kurumu’na atanarak orada çocuk yayınları editörlüğü yapmış ve çeşitli bölümlerde çalışmıştır. Sonrasında ise uluslararası yayın birliği başkanı olarak atanmıştır. Başkurdistan Tatarları için Tatar dilinde yapılan ilk programların organizatörü olan Reyhan, yaklaşık yirmi yıldır kendi fikri olan "Reyhan" programının yöneticiliğini yapmaktadır. Yazarlıkla, okul yıllarından itibaren uğraşmaya başlayan Reyhan’ın yazıları Cumhuriyet gazete ve dergilerinde basılmıştır. Başkurdistan ve Rusya’nın Gazeteciler ve Yazarlar Birliği üyesi olan yazar aynı zamanda Başkurdistan’ın saygıdeğer bir basın yayın çalışanıdır. Reyhan, Başkurdistan Kitap neşriyatında yayımlanan Kışkı Yañgır “Kış yağmuru” (2004), Bal Yaratam “Bal Severim” (2017) kitaplarının ve daha birçok hikâyenin yazarıdır. Köy tarihine adanan kitapları ve edebî makaleleri de bulunan yazar, tercüme alanında da çalışmıştır. Halise Reyhan, günümüzde Ufa’da kurulmuş olan “Reyhan” isimli edebî topluluğunun yöneticisidir.
** Dr. Öğr. Üyesi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü, gulsahyilmaz4048@gmail.com.
[1] Elbe: Geleneksel Tatar yemeği.
[2] Не ходи туда, тебя в этот дом не пустят. Иди, иди обратно: Oraya gitme, o eve girmene izin vermezler, geri dön, git.”
[3] Marca: Rus kadın.
[4] А ты знаешь, меня здесь по дугому нарекли, я сейчас Фатима.: Biliyor musun, burada bana başka bir isim verdiler. Ben artık Fatma’yım.”
[5] Küçteneç: Saygı ve sevgi göstermek için hazırlanan hediye.
[6] Paşa: Praskovya isminin kısaltması.
[7] Миша, у нас все будет хорошо, ты еще выздоровеешь: Mişa, bizim için her şey yoluna girecek, sen de iyileşeceksin.
[8] Вы не удивляйтесь, и не сердитесь, я почитаю свои молитвы, хотите, послушайте меня, эти молитвы облегчат душу нашему брату”: Şaşırmayın ve kızmayın, dualarımı okuyacağım, isterseniz, beni dinleyin, bu dualar kardeşimizin ruhunu hafifletecek.”