HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Süleyman Abdulla 2
Kardeş Kalemler 3
HİDAYET ORUÇOV 4
İdris Özler 5
SEYFETTİN ALTAYLI 6
ERKUT DİNÇ 7
(Mesele’nin Kendisi)
“Binakul Usta, kalk haydi, akşam çökmeden işte şu geçide ulaşalım! Oraya varalım, sonrasına Allah kerim!”
“Uf, Hazret, adım atacak hâlim kalmadı. Yürüyemiyorum, Hazret, yürüyemiyorum!”
“Azıcık sabret Binakul Usta! Çektiğimiz meşakkatlerimiz, inşallah, karşılıksız kalmaz! Şayet geçidin ardında bir kulübe varsa... Oraya ulaşabilsek tamam, yarana da bir deva buluruz. Haydi, elini ver, Binakul Usta!”
“Ehhh, Hazret...”
Üç günden beri ahval şuydu: Binakul Usta şişen ayaklarını sürükleyip de adım atınca ızdırap çekerek inliyor, her adımını bin bir azapla basıyordu. Hafız Kuykî’yse dudaklarını sıkarak daha çok da kendi kalbindeki vehmi yenmek için onu durmadan teskin edip ona teselli veriyor, sabretmesini söylüyordu. Binakul inliyor, ağrıya dayanamadığı için ağlamaklı şekilde yalvarıyordu. Hafız Kuykî, sanki bir çocuğu kandırmak ister gibi onu avutmaya çalışıyor, “çoğunun gittiğini, azının kaldığını” söyleyip onu inandırmak istiyor lakin bununla da ne yol kısalıyor ne de yolun azabı azalıyordu.
İki yol arkadaşı eziyetin ne olduğunu, sıkıntının ne anlama geldiğini bilmeden güle oynaya on yedi gün yol gitmişlerdi. Altlarında cilvelenip duran Düldül gibi atları, heybelerinin gözüne doldurulmuş lezzetli azıkları, bedenlerine kuvvet verip gönüllerine şenlik olmuştu. Kervandaki dünyayı gezmiş tüccarların ağırbaşlı ve keyif verici sohbetleri, yolun nasıl geçtiğini unutturuyor; uğuldayan sıkıcı çölün cansız manzarasına birazcık da olsa hayat bağışlamış gibi oluyordu.
On sekizinci günün seher vaktinde ıssız sahrada tatlı uykuda yatan kervanı eşkıya bastı.
Bu ikisi, ortaya çıkan kargaşada dağ yamacı boyunca kaçmaya muvaffak oldular. Binakul, eline gelen küçücük bir bohçayı almayı başardı, sadece.
Binakul ağlamaklı bir sesle “Hazreeet! Hiçbir şeyimiz kalmadı ya, Hazreeet!” dedi.
Hafız Kuykî “Binakul, can kaldı, can!” dedi.
Hafız, dünyanın neredeyse yarısını gezmiş, cihanı dolaşmış adamdı; o, hayatın kıymetini, yaşıyor olmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu iyi bilirdi. Daha dün seyr ü seferin zevki ve esrarlı, bilinmeyen menzillere ulaşmanın arzusuyla sarhoş Binakul’un güvercin gibi etrafına ürkek ürkek bakıp durduğunu görünce güleceği tutmuş, iyi niyetli yiğidin yüreğine cesaret verecek iki çift söz söylemek istemişti. Hâlâ önlerinde kavurucu sıcak, açlık, susuzluk, perişanlık gibi akla gelmedik zorlukların olacağını, sonunda ecelin soğuk kucağını açıp beklediği bir zamanda bu sözün mahzun gönle ne kadar büyük rahatlık vereceğini ve kuvvet bağışlayacağını iyi bilirdi.
Hafız, gülümseyerek “Endişelenme Binakul, peder-i büzürg-vârının[1] Hindistan’a doğru işte bu yoldan geçmiş olması şaşılacak şey değil!” dedi.
Binakul’un yüzü aydınlandı. Hafız Kuykî, yiğidin gönlünde saklı olan mukaddes sırra vakıftı: Binakul henüz bebekken Babür Mirza’nın Farkat’ta bir müddet konakladığı zamanlarda onun babası orduya katılmış; Emirzade, Hindistan’a yöneldiğinde de onunla birlikte gitmişti. Binakul; babasını, anasının anlattıklarından tanıyarak büyüdü. Anacığı geçen sene, sessiz sedasız giden babasının yolunu bekleye bekleye âlemden göçmüştü. Binakul, boyu posu yerinde, güçlü kuvvetli, dayanıklı bir delikanlıydı; güldüğünde gamzeli yüzünde acayip bir cazibe peyda olur, bütün samimiyetiyle gülüverirdi. Her işe meraklı ve heveskârdı; uzun kış akşamları kulübesinde çizme, mes diker; yazın avuç içi kadar toprağında ter dökerdi. Kitaba ve ilme sonsuz sevgisi olduğundan o, aynı mahallede yaşayan Mezar-ı Hacı Camisi’nin imamı Hafız Kuykî’yi kendine üstat bilmiş, onun geçmiş vakalara, bilhassa, cenknamelere ve cihangirlerin tarihine dair büyüleyici sohbetlerini saatlerce kulak kesilerek dinlemişti. Sefere gittiği vakitlerde Hafız Kuykî’yi heyecanla beklerdi.
Binakul’un üstadı kimsesiz, engin gönüllü bir adamdı, ömrü sürekli seferlerde geçerdi. Bazen iki üç yıl boyunca sessiz sedasız kaybolur, seferden dönünce caminin dergâhına bitişik odasında mütalaadan başını kaldırmaz, bir şeyler yazdıkça yazardı. Binakul bu metinlerin ne hakkında olduğunu bilmez, bunlar hakkında soru sormaya da cüret edemezdi ama üstadının genç olsa bile büyük biri olduğunu hissederdi. Caminin kapısına Taşkent, Semerkant ve diğer bazı şehir ve diyarlardan atlılar, ihtişamlı gölgelikleri olan arabalar sık sık gelir; altın sırmalı kaftan giymiş, gümüşi sarık sarmış türlü çeşitli heybetli adamlar Hafız Kuykî’yi ziyaret ettikten sonra yeniden yollarına revan olurlardı...
Binakul bir ay önce, üstadının Hindistan seferine hazırlandığını öğrendi. Bunu duyduğunda içine bir telaş düştü, huzuru kaçtı.
Babası, bundan yirmi yedi yıl evvel -yirmi yaşındayken- yuvasını terk etmişti. O vakitlerde Binakul üç yaşında bir çocuktu. O, babasının yaşadığına, kanlı savaşlardan sağ salim çıktığına, yâd ellerde sağ selamet yaşadığına bitmez bir inançla inanırdı, peder-i büzürg-vârının ana vatanında kalan küçücük evladına kavuşmayı iple çektiğini düşünürdü.
Binakul sabredemedi, üstadının huzuruna varıp ondan kendisini de yanında götürmesini istedi. Hafız Kuykî razı oldu.
İki yoldaş on yedi gün çilenin, sıkıntının ne anlama geldiğini, zorluğun da nasıl bir şey olduğunu bilmeden keyif içerisinde yol gittiler...
Kervanı eşkıyanın bastığı o meşum cuma akşamında onlar bir felakete daha uğradılar: Kayadan kayaya sıçrayıp, dağın kenarından pusarak giderlerken Binakul ayağı kaydığı için yedi sekiz arşın aşağıdaki hendeğimsi çukura yuvarlanıp çıkıntılı kayanın üstüne düştü. Beli ezilip morardı, topuğu davul gibi şişti, ayağının üstüne basamayacak hâle geldi. Hafız Kuykî yiğidin belini, baldırını sıvazlayarak dışarı fırlayan kemiği yerine yerleştirdi ancak sonraki gün Binakul’un ağrısı daha da arttı, yerinden kıpırdamaya dahi mecali kalmadı...
Hafız Kuykî, Binakul’un omurgasının çok kötü yaralandığını anladı, dudağını ısırdı ve bir şey söyleyemedi. Hafız, yol arkadaşını gâh sırtında taşıyarak gâh koltuğuna girip ona destek olarak yürüyor ancak gün boyunca bir arpa boyu dahi yol katedemiyorlardı. Ertesi günü açlık ve ağrıdan mecali kalmayan Binakul, hocasına yalvararak rica etti:
“Hazret, artık beni zorlamayın! Hissediyorum, günüm dolmuş gibi görünüyor. Kendine de bana da eziyet etme. Beni burada bırakıp yoluna devam et, efendim!.. Uff...”
“Böyle söyleme Binakul! Ayıp değil mi? Haydi daha sıkı tutun! Haydi!”
Dağ yolu, dilsiz kayalar... Onun yalın ayaklarından damlayan kanın değdiği taş parçaları... Ufuk gibi uzayıp giden kimsesiz yol...
“Uf, Hazret! Artık takatim kalmadı... Ah, su! Bir yudum su verin!”
Hafız Kuykî “Binakul.” deyip etrafa çaresizce bakındı:
“Binakul, biraz sabret! Aha şu yeşilliği görüyor musun? Şayet orada su varsa.”
“Su!.. Suuu... Hazretcan, bir yudumcuk su! Hayatımı vereyim efendim! Kurtar bu azaptan!”
“Ey Allah’ım! Senden başka medetkârım yok! Merhamet et!”
Bir sel kopup gelmekte. Sel! Alev seli! Kuruya da yaşa da aynı sıcağı salan güneş yakıyor. Güneş!
“Ah... Beni yere yatırın Hazret! Ahh! Efendim ben ölüyorum. Ey merhametsiz Allah! Muradıma erdirmedin ya!”
“Binakul, tövbe de! Küfre girme!”
“Ey, yaratan sahibim! Tamam, gösterdiğin bu gününe de şükür! Hevesim içimde kaldı, Hazret! Babamın akıbetini bilseydim. Babür Şah’ı bir görseydim.”
Binakul sustu sonra mecalsiz parmaklarıyla çıkınını açmaya başladı.
“Hazret! İşte bu kitabı ben ona samimiyetimle hediye etmek niyetindeydim. Kendim istinsah etmiştim... Bilmiyorsunuz efendim, kendim de bilmiyorum lakin nedendir Allah benim sevgimi şu zata düşürmüş!”
“Umutsuzluğa kapılma, Binakul...”
Hafız Kuykî’nin sesi titredi:
“Daha. Hediyeni inşallah, kendi ellerinle sunacaksın. Sadece umudu kaybetmemek gerek.”
“Yok, Hazret, hâlim malim belli ki.”
Binakul ona bakıp meyus bir vaziyette başını salladı:
“Son dileğim de vasiyetim de şu: Bu kitabı Babür Hazretlerine ulaştırıp ona dua ve selamımı götürün.”
“Binakul! Kardeşim...”
“Ona ‘Şu tuhaf dünyada Allah’ın Binakul adında garip bir kulu vardı, babası da askerinizdi. O da size gönülden muhabbet beslemişti, kendini hizmetinize vakfedecekti. Gelemedi. Yolda Tanrı’nın rahmetine sığındı.’ deyin.”
“Böyle söyleme Binakul...”
Hafız Kuykî, onun ateş gibi yanan yüzünü, gözünü, alnını okşadı ve ona “Ümidini kırmak niçin? Yapma...” dedi.
“İşte, Hazret... Ahh!”
Binakul çıkından aldığı kitabı uzattı, göz pınarlarında yaşlar parlıyordu. “Nesayimü’l-Muhabbet?”
“He, Hazret.”
“Acele etme, sonuçta bu... Nevâyî Hazretleri’nin...”
“Kendim istinsah etmiştim. Bu size artık ahretlik borç, Hazret.”
“İnşallah...”
“Hazret, son isteğim... İmkân bulursan babamın akıbetini soruşturup öğren. Hatırında bulunsun Hazret, babamın ismi Babakul, onun babasının adı da Orunkul. Aklınızdan çıkmasın, efendim!”
“Binakul...”
“Ha, ah! Hazret, razı. Hakkınızı helal edin...”
“Binlerce kez razıyım, kardeşim! Sen de helal et... Binakul! Binakul!.. Ey, Allah’ım, yazık!”
* * *
Üç gün sonra dağdan odun toplamaktan dönen oduncular kendinden geçmiş hâlde yatan
Hafız Kuykî’yi uçurumun eteğindeki aşınmış kayanın kenarında buldular...
* * *
Agra Pazarı’nın giriş kısmında yer alan, genellikle yolcuların pek de uğramadıkları alçacık kervansaray, bu akşam her zamankine göre daha gürültülüydü. Çeşitli diyarlardan gelen ecnebi tüccarlar, deve ve fillere yükledikleri yükleri bağıra çağıra indiren yarı çıplak hamallar, dilenciler, serseri sazendeler...
Hafız Kuykî iki günden beri şu kervansarayda kalıyordu. Bugün sabahın erken saatlerinde şehri gezmişti. Hava karardığında istirahat edeceği mekânına dönerken kapının önünde oturan, görünüşü ve kılık kıyafeti garip bir adam birden bire onun dikkatini çekti. Taranmamış saçı sakalı, darmadağınık vaziyette göğsünü kaplamıştı; sırtındaki yırtık pırtık ridasına[2] pek çok hamaylı ve nazar boncukları iliştirilmiş bu ihtiyar, deri tasmalı alınlığını elinde tutmuş hâlde duvar dibindeki yassı taşta uyuklayarak oturuyor, arada sırada çekik ve mahmur gözlerini yarım açıyor ve bir delinin söyleme ahengiyle bağırıyordu:
“Malı vâfirrr[3], eli kâfirrr, yol yavuk[4]...”
Sonra dünyayı unutmuş gibi gözlerini tekrar yumup uyukluyordu.
Hafız Kuykî, bir süre onu izledi, sonunda merakı galip gelince yavaşça yanına gitti. İhtiyarın çıplak, bir deri bir kemik kalmış sağ omzunda kimbilir ne zamandan kalmış eski bir yaranın izi vardı, sol kaşının üstünde de buruşmuş bir yara izi görünüyordu. İhtiyar, önünde öylece, heykel gibi durup bekleyen adama itibar etmeden ağzından tükürükler saçarak “Şark sarı ger yıraktur, ul yavuk!”[5] diyerek homurdandı ve tekrar sessizliğe gömüldü.
Gürültü patırtının içinde birden bire yayılan bu Türkçe kelam, Hafız Kuykî’nin kulağına sıcak geldi derhâl dikkat kesildi, ihtiyatkâr bir şekilde selam verdi. İhtiyardan ses çıkmayınca biraz daha dikkatlice sordu:
“Affedersiniz! Siz Türk müsünüz?”
İhtiyardan ses çıkmadı güya boşluğa takılıp kalmış gibi manasız bakan gözlerini şaşkınlık içerisinde iri iri açıp sağa sola sallanarak oturmaya devam etti. Kısa bir süre sonra -sıkılmış olsa gerek- ridasının yakasından üç köşeli hamayılını çekip koparttı, onlarla oynamaya başladı.
Hafız Kuykî sakince geldiği yere döndü. Başköşedeki kerevette nargile tellendiren kızıl yüzlü, heybetli bir tacir yavaşça konuşmaya başladı:
“U yek âdem-i devane. Hemâ orâ Bahşi Türk menâmidend.”[6] Hafız Kuykî, tacire Fars dilinde sordu:
“Burada mı yaşıyor?”
“Yok, onun mekânını hiç kimse bilmez. Kafasına estiğinde bazen buraya gelir. Kendisi zararsızdır, hiç kimseye ziyanı yoktur. Ancak bazı bazı öfkelenince ne dediğini bilmez, o kadar. İşte, işte yine başladı!”
Bahşi Türk uykusunda kâbus görüp de korkmuş gibi irkilerek uyandı, sıçrayıp yerinden kalktı, ellerini dört bir yana açıp görünmeyen düşmana öfkeyle bağırıp çağırmaya başladı: “Önünde sonunda akıbeti vay olur, ha! Bilip anla, ha! Akıbeti vay! Ömrün geçip gider, yarın mahşerde yüzün karadır ha! İşte, bu ay cemaziyelevvel, sonra cemaziyelahir, sonra recep, sonra şaban, ondan sonra ramazan, ondan sonra da şevval! Ha, nasıl olsa akıbeti vay! Vallahu â’lem bi’s-sevab[7] doksan dört gün sonra Ramazan Bayramı, yüz elli dört gün sonra küçük bayram ha! Yine altmış üç gün sonra oruç gelecek ha! Zekât verdin mi? Zekât vermedin mi? Önünde sonunda akıbeti vay! Yine sekiz haftadan sonra kış, yine on üç haftadan sonra bahar, yirmi yedi haftadan sonra tekrar yaz! Ey gafil kul! Ömrün de geçiyor; soğuk mezara gireceksin, yılana çıyana yem olup toprağa karışacaksın! Gülme, gülme! Bir kuruş etmez sonra! Bir kuruş, he... Ne yaparsan yap neticesi vay!.. Defol diyorum, kaybol! Niçin zekât verdin?”
İhtiyar, bağıra bağıra kapıdan uzaklaştı. Hırıltılı sesi artık uzaklardan geliyordu.
Hafız Kuykî, divanenin anlamlı anlamsız sözlerinin altındaki sıradan ama acımasız hakikatten son derece hayrete düşmüştü. Onun hesap kitabını aklından değerlendirirken söylediklerinin bu kadar doğru olmasına şaşırdı.
“Divane değildir. Sadece Hakk’a ulaşmış...” diye düşündü.
Bahşi Türk, kervansaraydan epeyce uzaklaşmıştı. Gitti ancak onun tuhaf konuşmalarının, garip beytinin aksisedası Hafız Kuykî’nin kulaklarında yankılandı:
“Mâlı vâfir, eli kâfir, yol yavuk,
Şark sârı geryıraktur, ulyavuk... ”
***
Divan-ı Büzürg, erken saatlerden itibaren kalabalıktı. Geçitlerde muhafız ve ulaklar, türlü çeşitli arz sahipleri bir araya toplanıyor; mülazımlar, kâtipler ellerinde kamış gibi yuvarlanmış kâğıtlarla kendilerini gösterircesine bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyorlardı.
Bağ-ı Nurefşan’ın yeşil koynunda parlayıp duran beyaz mermer sarayda Afgan, Hint ve Bengal ülkelerinin mutlak hükümdarı, daha sonraki zamanlarda Avrupalı müverrihlerin “akıllarının karışıklığı” sebebiyle tarih sayfalarına “Büyük Moğol İmparatorluğu” şeklindeki mübhem namla kaydedilen ulu saltanat sahibi Zahirüddin Muhammet Babür Mirza, erkân-ı devletle sabah müşaveresini yapmaktaydı. Sultan, vilayetlerden gelen muhtelif mektupları gözden geçirip âyana gerekli emirleri verdikten sonra meclis azalarından ülkenin iç durumuyla ilgili haberleri dinlemeye başladı sonra Kâbil’den gelen ulakla birkaç arz sahibini kabul etti.
Müşaverenin nihayete ereceği sırada altın sırmalı kaftanının yakasına altın yaldız şerit dikilmiş, uzun boylu kapı ağası girip saygıyla eğildi:
“Âlem-penâh, Sultan Muhammet Hafız Taşkendî adlı bir zat hüsn-i teveccühünüzü muntazır!”
Babür, dikkat kesilerek kapı ağasına baktı:
“Kimdir o? Nereden gelmiş?”
“Taşkent’ten Âlem-penâh. Zatışeriflerinizi ziyaret etmek arzusuyla gelmiştir!”
“Taşkent’ten?..”
Şimdilerde yalnızca rüyalarında gördüğü, uzaklarda kalıp içinde bir ukde olarak duran yurdundan epey zamandır herhangi biri ziyarete gelmemişti. Nedendir içi taşmış hâlde “Söyleyin, buyursun!” dedi. Sonra Kuhistan ve Hint cevahiriyle, hakiki Afgan yakutlarıyla bezenmiş tahttan kalkıp kendi mevkilerine göre yerlerini alarak dizilen erkân-ı devleti tek tek gözden geçirdi. İri cüsseli, seyrek bıyıklı Abdulvahit Ferağî’ye gözü takılınca yavaşça “Mevlana Ferağî, bu zat kim ola ki? Siz hiç duymuş muydunuz?” diye sordu.
Abdulvahit Ferağî nefes darlığı çekiyordu, yerinden kalkıp kesik kesik nefes alarak konuşmaya başladı:
“Âlem-penâh, sizi ziyarete gelen bu zat, Mavera’ü’n-nehr’in meşhur allamelerindendir. ‘Kuykî’ müstearıdır, diye duymuşluğum var. Taşkent’te bulunduğumda bir kitabını mütalaa etmiştim. ‘Risale fi fenni’t-tefsir ve’l-usul ve’l-füru’ ve’l-mantık ve’l-kelam’[8] ismini vermişler, takdire şayandı. Daha bazı eserleri de var bilhassa ilm-i tarihte emsalsizdir.”
“Siz, Taşkent’te sohbetinde bulundunuz mu?”
“Hayır, Âlem-penâh, epeyce arzu etmiştim lakin maalesef sohbetinde bulunmak nasip olmadı. Sebebi şudur ki bu zat Taşkent’e yetmiş kilometre mesafede, Farkat adlı bir kasabada yaşıyormuş, zamanım çok kısıtlıydı, ben oraya gidemedim.”
“Farkat?”
“Evet, Âlem-penâh, dağın arkasında bir kasabadır orası. Bu zat, aslında cennetmekân Ali Kuşçu’nun torunu Kemaleddin’in oğludur, onlar ezelden beri bu yerde yaşaya gelmişler...”
Abdulvahit Ferağî başka şeyler de söylüyordu ama Babür artık duymuyordu. O, derin düşüncelere dalmıştı. “Farkat” kelimesi ona soğuk yağmurun sicim gibi üzerlerine indiği dondurucu günleri, güz asumanında alışılmışın dışında çakan şimşekleri hatırlattı; ömrünün rutubetli, hazin anlarını aklına getirdi. O günlerin üzerinden ne kadar zaman geçmişti? Ey Allah’ım, yirmi yedi yıl! Atmaca gibi bir yiğidin ömrü! O vakitlerde yanında yoldaş ve yâren olanlardan kimler kaldı? O, türlü çeşitli isimleri hatırlamaya çalışırken hepsinin parmaklar arasından hışırdayarak dökülen kum taneleri gibi hafızasının katmanlarından birer birer kayıp gittiğini fark etti. Kökeldaş Noyan, Gulda Kâsımbek, Hâldar, Kavçin Mirşah, Koçbek... Eyvah! Neredeler? Hepsi artık “rahmetli”! Kimileri amansız cenklerde kellelerinden oldu, bazıları düşmanın hilelerine duçar oldu, kimisinin ömrü kısaymış, bazısı da... İhanet etti... Sonuçta o günlerden bugüne sadece acıklı ve mahzun hatıralar yadigâr kaldı, o kadar.
Babür, dertli düşüncelerden eğilmiş başını yavaşça kaldırdı. Abdulvahit Ferağî hiçbir şey söylemeden ellerini kavuşturmuş vaziyette bekliyordu.
Kapı ağasının ardından mevzun, dik duruşlu, sade bir kaftan giymiş, badem gözlü, ablak yüzlü, kumral sakallı, yakışıklı bir adam içeri girerek saygıyla eğilip selam verdi:
“Yedi iklimin nurlar saçan güneşi, zarif padişahımız Zahirüddin Babür Mirza hazret-i âlîlerine dua ve ihtiramımız olsun! Esselamü aleyküm Âlem-penâh!”
Babür misafire iltifat ederek yer gösterirken “Ve aleyküm selam, hoş geldiniz. Buyurun, oturun. Ziyaretiniz Allah’ın huzurunda kabul olsun!” dedi.
“Minnettarım, Âlem-penâh.”
Babür’ün hikmet ilmi sahibi üstadı Şeyh Zeyn Sadr duaya el açtı:
“İlahi, âmin! Âlem-penâhımızın ömürleri uzun, devletleri ziyade olsun; müminlerin cümlesinin gönlü şad, ahireti abat olsun!”
Müşavere ehli hep bir ağızdan “Âmin!” diyerek duaya katıldılar.
Hafız Kuykî “Benim davet edilmeden gelmem Âlem-penâha tuhaf gelebilir.” diye söze başladı:
“Ben, bir Allah kuluyum, işim yol yürümek, dünyayı gezmek. Pek çok memlekette bulundum. Türk, Mısır, Bağdat, Lübnan, Dimaşk, Kaşgar diyarlarını gördüm; buralardaki halkın, milletin, vilayetlerin, ülkenin hayatına, maişetine aşina oldum. Bu defa da ana vatanınızdan, dünya gözüyle gördüğünüz şehirlerinizden sizlere bol bol dua ve selamlar getirdim. Ata yurdunuzun kutsal hatırası mübarek hafızalarınızdan silinmemiş olsa gerek...” Babür yavaşça “Bu şehirlerin güzelliklerini insan nasıl unutabilir?” dedi, sesi titriyordu: “Unutan insanın gözlerine daha hayattayken toprak dolmaz mı?”
Meclis ehli müteessir oldu, ortama kısa bir süre sessizlik çöktü.
Hafız Kuykî “Doğru söz söylediniz, Âlem-penâh.” dedi:
“Kâmil insan, göbek kanının döküldüğü diyarı hiçbir zaman unutamaz. Merak buyurmayınız efendim, o diyarlarda mübarek namınızı hâlâ yâd ederler. Bu vesileyle size verilmesi gereken bir emaneti sunmak bana ahretlik borç oldu.”
Koynundan nefis sahtiyân ciltli kitabı çıkarıp Babür’e üstüne titrer gibi uzattı.
Babür, epeyce şaşırarak yerinden kalktı, kitabı alıp ilk sayfasını açtı:
“Nesayimü’l - Muhabbet!”
Babür’ün gözleri parladı:
“Mir Alişirbek’in mübarek kitabı!”
“Evet, Âlem-penâh.”
Babür, kitabı zevk ve hürmetle gözden geçiriyordu:
“Ne kadar güzel bir sanat! Kendiniz mi istinsah ettiniz Mevlana[9]? Hattı ne kadar açık, nefis...”
“Hayır, Âlem-penâh. Benimle birlikte Allah’ın garip bir kulu da sizleri görmek arzusuyla yola çıkmıştı. Maalesef gelmesi nasip olmadı, yolda kaza geçirip vefat etti. Bu hediyeyi size arz etme ümidiyle samimiyetle istinsah etmişti. Teslim etme işini benden rica etti.”
Babür Mirza, âlimin bu söylediklerinden oldukça müteessir olmuştu:
“Ey kerim Allah’ım! Kimmiş bu dost-ı sadık?”
“Âlem-penâh, o yiğidin adı Binakul’du, dürüst ve müdrik bir Müslümandı. Aslında ayakkabıcıydı, benden bir miktar okuma yazma öğrenmişti. Belki hatırınızdadır, babası bir zamanlar ordunuza gönüllü katılmıştı.”
Babür, kaşlarını çattı:
“Ne zaman? Nerede?”
“Bir müddet Farkat’ta ikamet etmiştiniz. Muhtemelen. O sıralarda olsa gerek.”
“Heee. O kentte epeyce bahadır orduya katılmıştı. İsmi neymiş acaba?”
“Âlem-penâh, yol arkadaşım canını teslim ederken babasının adını söylemişti. Babakul adlı bir adammış, onun babasına da Orunkul derlermiş.”
“Hımm... Ha, Babakul mu?”
Babür, heyecanlanarak başını salladı:
“Niçin hatırlamayayım? Cesareti mümtaz askerlerimizdendi. Yol arkadaşınız onun evladı mıymış?”
“Evet, Âlem-penâh.”
“Allah rahmet eylesin! Babasına çekmiş demek, Babakul da gözü pek bir yiğitti.” “Âlem-penâh, yoksa... Vefat mı etti?”
“Yok!”
Babür mahzun bir şekilde başını salladı:
“Biz Hind’i aldığımızda Babakul çok büyük cesaretler göstermişti. Yaklaşık üç dört yıl geçtikten sonra vatanına dönmek niyetiyle bizden izin istedi. Dileğini makul gördük ne var ki o sırada Panipat’ta İbrahim Lodî yüz bin kişilik orduyla başkaldırdı. Bizim asker on bin civarındaydı. Bizi böylesi müşkül ahvalde bırakmaya kıyamadı zahir. Babakul, safımıza katılıp Panipat’a yürüdüğümüz sefere katıldı. O savaşta başına darbe alınca aklî melekesi epeyce zarar gördü. Her ne yapılması gerekiyorsa, hangi tedavinin uygulanması lazımsa hepsini yaptırdık, hiçbirinden fayda görmedi. Sonra saraydan bir oda verdik, hâlinden haberdar olması için birini tayin ettik. Yok. Olmadı! Burada duramadı. Bir akşam duydum ki çıkıp gitmiş. Şimdilerde sağda solda hamd u senalar söyleyerek geziyormuş, diye kulağıma geliyor.”
Kapı ağzında oturan Babür’ün hususî hizmetçisi Yusufî “Bu günlerde yine Agra’da peyda olmuş.” diye konuşmaya dâhil oldu.
Hafız Kuykî müteessir olarak “Yaratan Rabb’im merhametliymiş, talihsiz Binakul!” diye içinden geçirdi.
Babür, sohbeti nihayete erdirecek gibi “Neylersin, Allah’ın takdiri... Bize hürmeti böylesine yüceymiş. Artık, elimizden bir şey gelmez ama inşallah Allah katında ödüllendirilecektir.” dedi ve “Mevlana Ebulbeka!” diye seslendi.
Düzgün sakallı, nurani yüzlü ihtiyar Şeyhülislam Mevlana Ebulbeka yerinden kalktı: “Buyurunuz, Âlem-penâh!”
“Yarın cuma namazı için fetva çıkarın ki saltanattaki bütün camilerde bende-yi mümin Binakul adına hatim indirilsin. Biz de inşallah onun gayibane sadakati için pak ruhlarına beş vakit namaz sonrasında Kur’ân tilavet edeceğiz.”
“Baş üstüne Âlem-penâh!”
Âyan, kitabı hayret ve zevkle peş peşe inceledikten sonra Abdulvahit Feragî onu Babür’e uzattı.
Babür öylece kitaba bakıyor, baksa da doyamıyordu.
“Nesayimü’l- Muhabbet! Muhabbet rüzgârının geldiği yurda can feda olsun...”
* * *
Hafız Kuykî, Bağ-ı Nurefşan’ın gün doğusu tarafındaki hususi odalardan birine yerleştirildi. Kavurucu sıcaklar ve kabulle ilgili meşguliyetler onu epeyce yormuştu. Öğlene kadar deliksiz uyudu. Öğle namazından sonra ömründe ilk defa gördüğü, bilmediği envaiçeşit çiçeğin elvan elvan parladığı serin hıyabanda, cennete benzeyen bu bahçede yaşayan kuşların özgür nevalarını zevk ve şevk içerisinde dinleyerek yavaş yavaş gezdi. Akşam çöküp de asumanda ilk yıldızlar parlamaya başladığı sırada Yusufî odaya geldi ve Âlem-penâh’ın onu davet ettiğini haber verdi.
Hafız Kuykî yüz şamdanlı muhteşem altın kandillerin ışığıyla aydınlanan bomboş selamhaneye girdiğinde Babür, başköşedeki gümüş rahlenin arkasında kadife minderlere yanlamasına uzanmış hâlde mütalaaya dalmıştı. Hafız Kuykî’yi güler yüzle karşıladı. Âlim, rahlenin üstündeki kitaba gözünün ucuyla bakarken bunun kendisinin teslim ettiği emanet olduğunu anladı. Bu fevkalade hediye vesilesiyle Babür’ün gönlünde uyanan şu esrarlı heyecan, şu ateşli teessürat daha sönmemişti. Babür, dostane bir tebessümle hiçbir şey söylemeden eliyle işaret ederek misafire yer gösterdi sonra tekrar “Nesâyimü’l-Muhabbet”in açık duran sayfasına baktı. Kısa bir süre sonra sessizliğe gömülmüş selamlıkta Şah’ın düşünceli, sakin sesi duyuldu: “Birisi onlara sual eyledi ki dervişlik size bir mevrus[10] mudur yahut müktesep[11] mi? Onlar ‘Tanrı’nın hükmüyle bu saadetle müşerref olduk.’dediler.”
Babür gönlüne son derece hoş gelen parçayı heft kıraatın ince ahengiyle vurguladı:
“Derler ki onlara asla köle ve dadek[12] olmazmış. Onlara bunun anlamıyla ilgili sordular. Onlar dediler ki ne zaman bu kullukla efendilik birbirine denk gelir?!”
Babür, kitaptan gözlerini ayırıp doğruldu, küngüre kandile[13], onun parlak aydınlığında ışıldayan nakışları ilk defa görüyormuş gibi dikkat kesilerek bir müddet baktı sonra yorgun bir sesle dalgın bir hâlde tekrarladı:
“Ne zaman bu kullukla efendilik birbirine denk gelir!”
Ve kendi sorusuna cevap arıyormuş gibi bakışları tekrar aydınlık sayfaların üzerinde gezmeye başladı.
Hafız Kuykî, hâlâ el kavuşturmuş beklerken sohbet arkadaşının azametli çehresinde saniyeler içerisinde tecessüm eden çeşitli hislerin anlık cilvelerini, düşüncenin yakalanamayan süratini büyük bir dikkatle izliyor, bunlardan kendince mana çıkarmaya çalışıyordu.
Babür kitaptan başını kaldırıp “Alişîrbek, emsalsiz bir zat idi.” dedi, çekik gözlerinde yorgun bir mutluluğun kıvılcımları uçuşuyordu:
“Her okuduğumda hayrete düşüyorum. Türk dilinde hiç kimse o Hazret gibi çok ve güzel şiir söylememiştir.”
Hafız Kuykî onu destekleyerek “Güzel kitap, insan ruhunun gıdasıdır.” dedi.
Babür “Herhangi bir insanın da değil...” diye hemen itiraz etti.
“Elbette, Âlem-penâh. Lâkin güzel bir kitabı okuyan insana da iyiliğin tesir edeceği şüphesizdir.”
Babür Mirza’nın keskin sivri kaşları tereddüt etmeksizin çatıldı:
“Okuduğunda tesir etmez, Mevlana! İdrak ettiğinde tesir eder.”
“Haklısınız, Âlem-penâh.”
Etrafa derin bir sessizlik çöktü.
Hafız Kuykî, Şah’la daha da çekingen bir tavırla konuşmaya başladı:
“Âlem-penâh... Benim mübarek huzurunuza gelmekten maksadım, evvela zatışerifinizi ziyaret etmek olsa da İkincisi, yedi iklimde meşhur olan allamelerinizle tanışmak, kütüphanenizdeki nadir inci taneleri gibi olan kitaplardan müstefit olmak ümididir. Kemine kulunuz nice zamandan beri tarih ilmine dair bir risale yazmak arzusunda. Kütüphanenizde altınla bulunmayacak muteber kitaplar çokmuş, diye işittim. Eğer zatımübarekleri icazet verirlerse...”
Babür’ün çehresini şaşkınlık ifadesi kapladı:
“Mevlana Abdulvahit Ferağî, sizin hakkınızda çok büyük bir allame, diye malumat vermişti, maalesef ki...”
Hafız Kuykî beklemediği bu sözlerin duyunca afalladı, kendini toparlamaya çalışarak başını kaldırdı:
“Âlem-penâh...”
Babür “Niyetinizin halis olduğuna şüphe yok, Mevlana fakat...” dedikten sonra sohbet arkadaşına acır gibi baktı, bir süre ne diyeceğine karar veremeden bekledi ve ekledi:
“Ancak ilim yolunda kendilerini bir diyardan başka bir diyara taşıyan allamelerin allamelikleri bana her zaman güldürücü ve yapmacık gelir!”
Hafız, hemencecik kızardı, yerinden sakince kalkıverdi, yer yarılsa buraya girecek gibi bir hâli vardı ama yer yarılmadı; bütün cesaretini toplayıp heyecan içerisinde izaha çalıştı:
“Âlem-penâh benim dileğimi yanlış anladılar galiba...”
Babür gülümseyerek “Sizi rencide etmek niyetim yoktu, ancak yeri geldiği için söyledim, o kadar. Zira ömrüm boyunca sahte paralara kıyasla sahte allamelere daha çok rastladım. Onların hak ve ilim adına söylediği yalanlar beni her zaman öfkelendirdi, imkânım olduğu zamanlarda böylesi sahtekârların hepsine ağır cezaları müstahak gördüm. Kesinlikle eminim ki bu yaptığım, Kadir-i lemyezele de makul gelmiştir.” dedi.
Babür, sesinin muhtemelen oldukça yüksek perdeden yayıldığını sezdi, kısa bir süre durup sakin bir tavırla konuşmaya başladı:
“Rahmetli peder-i büzürg-vârım anlatırlardı: Cennetmekân İmam Muhammet Gazalî Hazretleri, Bağdat Medresesi’nde tahsilini bitirip kervanla kendi ülkesine dönüyormuş. Kervanı yolda eşkıyalar basmış. Eşkıyalar, tüccarların malına mülküne el koymuş. Hazret-i İmam, haydut başının karşısına çıkıp arz etmiş: ‘Ben bir talib-i ilmim; ne altınım ne gümüşüm var. Bütün varım yoğum, zenginliğim iki sandık kitaptı, onları da adamların çekip aldı. Ey merhametli serdar! Emret de kitaplarımı geri versinler. Her ne olsalar da onların sana da yiğitlerine de hiçbir faydası yoktur.’
Haydut başı öfkeye kapılıp sormaya başlamış:
‘Peki, onlardan sana ne fayda var?’
İmam Hazretleri epeyce şaşırıp ‘Niçin faydası olmasın? Nihayetinde bu benim on sene gurbette nice zorluklara katlanarak biriktirdiğim ilmim yahu!’ diye cevap vermiş.
Eşkıya başı ‘Sen kendini âlim mi kabul ediyorsun?’ demiş.
İmam Hazretleri ‘Allah’ın inayeti ile...’ demiş.
Haydut başı ‘Hayır, sen âlim değilsin! Gerçekten de âlim biri olsaydın kitapların tamamıyla yok olsa bile endişeye kapılmazdın. Gerçek âlim insanın ilmi sandıkta değil yüreğinde olur, anladın mı?’
Eşkıya başı bunları söyleyip İmam Hazretlerine merhamet göstermiş, adamlarına onun sandıklarını geri vermelerini emretmiş. Bu zatışerife, vahşi bir haydudun bu şekildeki kınama ve minnetleri oldukça ağır gelmiş. Seferinin tam ortasından Bağdat’a geri dönmek üzere yola çıkmış. Yeniden medreseye girmiş, işte o iki sandık kitabı yalayıp yutmuş ve bütün öğrendiği ilimleri, yüreğinin ve gönlünün katmanlarına sindirip öğreninceye kadar medresenin kapısını terk etmemiş. Bundan sonra İmam Hazretleri hiçbir zaman kitap kapağı açmamış; ilim, o mübarek zatın kalp bahçesinde yeşermeye başlamış.”
Hafız Kuykî kulak kesilmiş dinliyordu.
Babür “Sonunda İmam Hazretleri ilimde öyle ulu bir makama ulaşmışlar ki insanlar ‘Eğer bu aydınlık dünyadan Kur’an-ı Şerif yok olursa İmam Muhammet Gazalî onu yeniden yazıp verecektir.’ diye söyler olmuşlar.” diyerek sözlerini bitirdi ve âlime sorgulayıcı tavırla baktı.
Âlim içinden ızdırap çekiyor, onun söylediklerinin doğru olduğunu bütün samimiyetiyle kabul etse bile başka bir fikir aklından çıkmıyordu: “Kılıcın sığdığı kına, kalem sığmazmış demek ki...” Kalbinin en derinlerinden itiraz galeyanı taşıp gelse de başını aşağı eğip tasdik işaretiyle yetinmeye çalıştı:
“Oldukça ibretamiz bir hikâyeymiş Âlem-penâh.”
Babür şehadet parmağıyla gümüş rahleye vururken hâlâ soru sorar tavırla durmuş bakıyordu:
“Eee, Mevlana?”
“Âlem-penâh...”
Hafız Kuykî’nin alnındaki çizgiler daha da derinleşti, düşünce yükü ağır bir kaya olmuş bastırıyordu omuzlarından; endişenin hançeri, dilinde birdenbire hareketlenmek istedi, zorlandı ama yine de... Sabredemedi:
“Şüpheci kulunuzu mazur görünüz, Âlem-penâh ancak ne yazık ki sizi de epeyce ilme hürmetkâr bir zat, ilim ve marifetin gerçek hamisi, diye anlatmışlardı!”
Hafızın göğsünü dolduran huzursuz edici ağrı birden dindi, sonra ortama çöken endişe verici sessizlik içinde bütün vücudunu titremeyle saran, güm güm atan kalbinin vuruşu açık bir şekilde işitilmeye başladı.
Ve ansızın... Gazap dolu ferman yerine gök gürlemesi gibi kahkaha yankılandı. Hafız Kuykî, kulaklarına inanmayarak başını güçlükle kaldırdı ve gözlerine inanamadı: Şah’ın yüzüne tebessüm yayılmıştı!
Babür gözlerine biriken yaş damlalarını silerken “Maşallah Mevlana! Dev yürekli biriymişsiniz! Aslında bu alaycı sözleri sizi bir sınayıp görmek amacıyla söylemiştik. İnancınızın şanı için, onun paklığı için bizim ne azametimize ne de devletimize aldırış etmediniz! Bilseniz şu ana kadar azdan da az adam bizim bu tür isnatlarımıza itiraz etti. Aksine böyle zamanlarda çoğu adam, hatalarını da ikrar edip tövbe istiğfara yöneldiler. Aferin, cesaretinize Mevlana! Gerçek fazıl insanın böyle olması gerek. Hatta insanoğlunun imanının sağlamlığı evvela onun ne kadar mert ve doğru sözlü olmasıyla ölçülür. Bizim himayemizi arzulayıp böyle uzak yerlerden zahmet çekerek gelmişsiniz, gerçekten de cömertliğimizi esirgersek!..” dedi.
Hafız Kuykî, bütün vücudu heyecandan titreyerek tazim gösterdi.
“Bizim huzurumuza nice nice muhterem zatlar, altın ve servet hevesiyle, rütbe ve unvan elde etme arzusuyla geldiler. Lâkin şu ana kadar kitap arayıp, marifet isteyerek gelen Allah’ın bir kulunu gördüğümüz yoktu. Şükür Allah’a ki bize lütfedip nicedir yolunu gözlediğimiz adamımızı görmeyi bize müyesser etti. Her ne nadir kitabımız varsa size feda olsun... Sahi, risaleniz ne üzerine?”
“Âlem-penâh, nice zamandır Cengiz Han ve onun hanedanı hakkında bir risale yazma arzusu, gönlüme huzur vermiyor. Malumunuz ki bu büyük bir saltanattı. Onun tekâmülü ve terakkisi de zayıflaması ve çökmesi de beni aynı şekilde heyecanlandırıyor. Bilhassa Cengiz Han’ın evlatlarının akıbeti, tesis ettiği düzen ve kanunlar, devleti idare etme usulleri... Mukayese amacıyla sizin ülkeyi idare siyasetinizi de bir miktar gözden geçirmek niyetindeyim.”
Babür onun sözlerini dikkat kesilmiş hâlde dinledi.
“Gayet müşkül bir işe el atmışsınız, Mevlana. Pekâlâ, Allah yardımcınız olsun, işiniz kolay, yoldaşınız Hak olsun. Şüphesiz bu fâni dünyada sadece doğru söz baki kalır. Köşkler yıkılır, saltanatlar çöker, debdebe ve ihtişamlar kaybolur gider... Aydınlık cihanda kırk sekiz yıl ömür geçirdikten sonra anladığım yegâne hakikat bu, Mevlana! Böylesine meşakkatli bir işi uhdenize almışsınız, imkânımızın yettiği yardımı vermek bizim için farzdır. Buyurunuz, hanedanımızın da kütüphanemizin de başköşesi sizindir. Fikr-i acizeme göre mütalaaya Bahaeddin Muhammet Cüveynî’nin Tarih-i Cihânguşâ kitabından başlasanız iyi olur.”
Hafız Kuykî’nin gözleri parlayıverdi:
“Ben bu mübarek zatın o değerli eserini nice zamandan beri arıyordum Âlem-penâh!”
Babür gülümseyerek “Pekâlâ, her neyi arıyorsanız biz onu temin etmekle mesulüz. Velakin bizim saltanatımız hakkında herhangi bir şey söylemekten acizim. Mevlana, bunun sizin arzuladığınız gibi sürekli bir saltanat olacağına inancım tamdır. Bu durum sebebiyle dağınık hâldeki boyların başının kavuşturulduğu bir vilayet sadece bu saltanat. Ümit ediyorum ki söylediklerimi mütevazılığa yormazsınız. Zira zeki bir müverrihsiniz, herkese olmasa da size saklı değildir ki kan deryası üzerine kurulan saltanatın zemini daima emanet olur!..” dedi.
Muhteşem saray, suya gömülmüş gibi sessizdi.
Babür “Sizi bana Allah gönderdi. Ben de başımdan geçen vakaları kâğıda döküp düzenlemek arzusundaydım. Tamamlanan bazı sayfalar var, nasip olursa okursunuz, istişare ederiz.” dedi.
“Başüstüne, Âlem-penâh. Bu niyetinizi Allahu teala, tamamına erdirsin!”
“İnşallah!”
“Bu alicenap maksadınız gönlünüzdeki gibi gerçekleşirse çok önemli bir iş olacaktır. Bunu, hangi isimle adlandırmaya karar verdiniz, Âlem-penâh?”
“İsmi?”
Babür iki üç dakika düşündü sonra kararlı bir üslupta “İsmi, ‘Vekâyi’-i Bâbür’dür.” dedi. “Makul, Âlem-penâh.”
“Siz yoldan geldiniz, yorgunsunuzdur!”
“Hayır, hayır, Âlem-penâh!”
Babür “Öyle mi... Taşkent’ten ne zaman yola çıkmıştınız? Halkın, memleketin, reayanın durumu nasıl?” diyerek beklenmedik bir şekilde sohbet mevzusunu değiştirdi:
“Farkat’ta mı hayatınızı sürdürüyordunuz?”
“Evet, Âlem-penâh.”
Babür “Semerkant’tan kovulup Andican’dan ayrıldığım başıboş günlerimde o diyarda bir müddet yaşamıştım.” diye düşünceli düşünceli konuşurken birdenbire sesi şaşırtıcı bir ahenge büründü:
“Hatırlıyorum, bir akşam yağmurdan kaçıp yüz on altı yaşına girmiş yaşlı bir kadının kulübesine sığınmıştım. Uzun bir ömür görmüş mübarek bir kadındı. Bir ağabeyi Sahipkıran Timur zamanında orduya katılmış. Durmadan bunu söylerdi. Ağabeyi için ‘Hindistan’da ölmüş.’ demişti. Alnıma yazılmış şu acayip maceraya bakın ki bugün işte o ihtiyar kadının dilinden düşmeyen yediyât yabancı yurtta oturmuşum, onu hatırlıyorum... Eee... Siz buraya hangi yoldan geldiniz? Hürmüz üzerinden mi?”
“Yok, Âlem-penâh. Alay ve Karategin’den geçip Mesçah kentine geçtik, oradan Abıgerm yakasından Hisar vadisine indik.”
Babür dikkat kesildi:
“Mesçah! İlginç! Yoksa Abıburdan’dan mı geçtiniz?”
“Evet, Âlem-penâh.”
“Hey Allah’ım! Biz de bir zamanlar Kabil’e doğru yola çıktığımızda tam da bu istikameti takip etmiştik! Sizse şimdi sanki bunu önceden bilircesine peşimizden bizi adım adım takip edip gelmişsiniz. Oldukça garip! Abıburdan’dan geçtiğimiz vakitte bir çeşme başında nefeslenmiştik. Şu çeşme kenarındaki bir taşa beyit bile yazdırmıştım. Belki gözünüze çarpmıştır”?
Hafız, üzüntüyle başını salladı:
“Maalesef Âlem-penâh... Nasıl bir beyitti?”
“Hâlâ hafızamdan silinmiş değil. Canfeza beyitlerdi:
Şenîdem ki Cemşid-i ferruh sereşt
Be serçeşme-î ber be sengî nebeşt
Ber in çeşme çun ma besî dem zedend
Bereftend çun çeşm berhem zedend.[14]
Babür Mirza büyük bir hayrete düşmüştü. Ama gerçekten de hayrete düşürücü işlerin daha sonra -aradan asırlar geçtikten sonra- sâdır olacağını kesinlikle bilmiyordu.
...Bin dokuz yüz elli üç yılında arkeoloji araştırma ekibi Abıburdan köyünde Babür’ün bu beyti yazdırdığı o taşı buldu. “Babürnâme”de kaydedilen tafsilatın delili bu şekilde elde edilmiş oldu. Lakin bundan daha da şaşırtıcı olan nokta şudur ki uzun hikâyemizin kahramanından üç asır önce yaşayıp vefat eden şairlerin şahı Şeyh Muslihiddin Sâdî’nin gönle dil olan kelamından vücuda gelen ve hoşneva şair Mirza Babür’ün sadece gönlüne değil, o ulu kayaya da nakşettirerek ebedîlik kazandırmaya çalıştığı bu beyitler, aradan üç asır geçtikten sonra yine başka büyük ve ateş nefes şairin, “Rus şiirinin güneşi” Aleksandr Puşkin’in, de yüreğini titretti; o, “Bahçesaray Fıskiyesi”ne aynen bu beyitleri epigraf olarak kullandı!
Birbirine gıyaben heves eden şu yüce kalpler, işte bu şekilde gayibane buluştular. Birbirlerinden asırlar sonra; milletler, diller ve mezheplerin ötesinde yaşayan üç deha şairin sönmeyen nefesleri, bu beyitlerin mucizevi gücü vasıtasıyla bu şekilde muhteşem bir sır kesbeder, eşsiz bir sihir sergiler. Vaktin katil ve merhametsiz rüzgârlarının farklı zamanların derinliklerine savurduğu onların bedenleri ve canları “Şiir Diyarı”nın ebedî bağrında biricik vatanı buldu...
Bu hayat çeşmesinin başına bizim gibi pek çok insan geldi, yaşıyor olmanın neşesine gark oldu, sonra da tek tek ebedî yokluk diyarına doğru gittiler. Bugün çeşme başında biz zevküsefaya dalmış oturuyoruz. Bizden evvel oturanların tamamı gitti. Bizden sonra geleceklerin de hepsi gidecek. Bizim de ezelî kaderimiz bu. Hepimiz gideceğiz; istisnasız, istiğnasız. Bu çeşmenin başında ne bedenimiz ne de ruhumuz sabit kalır. Fakat ne zamandan beri kim bilir nerede yanan yüreğin kavrulmuş diliyle bir doğru söz söyleyebildiysek sadece şu ifadenin bile zamanların sıkıntılarına boyun eğmeden asırları aşarak; milletleri, dilleri ve mezhepleri aşarak Hakk’a teşne, yanmış bir yüreğe ulaşması muhtemeldir...
Nerede işte o “ölmez” söz?
[1] Ulu ata
[2] rida: Belden yukarı örtülen örtü, hırka, dervişlerin omuzlarına attıkları post.
[3] vâfir: çok, bol.
[4] yavuk: yakın.
[5] Şarka doğru şayet ıraktır, o, yakın!
[6] O, bir divanedir. Herkes ona Bahşi Türk, diye seslenir.
[7] Doğrusunu en iyi Allah bilir.
[8] Tefsir, dinî esaslar, fıkıh, mantık ve din akideleri hakkında risale.
[9] Müslüman doğu ülkelerinde âlim ve fazıl insanları, üstatları, yüksek mertebeli görevlileri yüceltmek amacıyla isimlerine eklenen “Efendi/ Efendim/ Efendimiz” anlamındaki söz.
[10] mevrus: miras.
[11] müktesep: kazanılmış, elde edilmiş.
[12] dadek: kadın köle, cariye.
[13] küngüre kandil: kubbe şeklindeki asma kandil.
[14] Duydum ki mübarek Cemşit, bir çeşme başındaki taşa şöyle yazdırmış: “Bu çeşme başına birçok kişi bizim gibi gelip oturdu, dinlendi. Sonrasında onlar, gözlerini kapatıp gitti.