Sunar


 01 Ekim 2019


Sunar[1]

“Yavrum, İlnur, bizim gelinimiz dilsiz mi yoksa? Ne söylersen hemen yapar, ama konuşmaması şaşırtıyor. Beraber bir gün yaşadık artık, ama tek kelime bile söylemedi. Küsmüş mü yoksa diye düşündüm ama hep tebessüm ediyor. Ne bu böyle?”

Annesi böyle konuşa konuşa ayakkabısını giydi ve dışarı çıktı.

Dilsiz?! Onun karısı, onun Zahiresi m?! Aniden meydana gelen öfkeden zorla kurtuldu İlnur. Evet, dilsiz, ne yapsın artık. Anneyi uzun sure aldatmak mümkün mü? Daha yeni gelinli oldu, ama hemen farkına varmış. Haftalarca kafasının içi dumanla dolu yürümeye o İlnur değil.

…Ufa’daki “Ak tirme[2]” klübünde tanıştı onlar, komşu sandelyelerde oturmuşlardı. O akşam şiir yarışı vardı. Seyirciler ödülü de vardı. İlnur ise kimin şiiri iyi, kiminki daha kötü olduğunu hemen söyleyemezdi.

Bu düşüncelerini o yanındaki kızla da paylaştı.

Kızın bakışlarından “Evet, doğru düşünüyorsunuz” dediğini anladı. Fikir birliği onları hemen yakınlaştırdı. Dönerken aynı otobüsle konuşarak döndüler.

“Müsamere hoşuna gitti mi?”

Kız tebessüm ederek kafasını salladı. Omuzlarına sarkan dalgalı simsiyah saçları yanındaki adamın yüzünü gıdıkladı galiba, o yüzünü somurtarak başka tarafa döndü. “Ah, o saçlara bir kez olsa da dokunabilseydim, o dalgaların altına gömülebilseydim”, diye düşündü İlnur.

“Hadi tanışalım, ben İlnur, ya sen?”

“Z..”. Kız şaka yapmak mı istedi, isminin ancak ilk harfini otobüsün terlemiş penceresine yazdı.

“Zemfira!”

“Yok” diyormuş gibi kafasını salladı kız.

“Zelife, Zarema?”

Kızın içleri güler gözleri “Değil, değil” diye cevapladı.

“Zahire!”

“Evet” diye güldü kız. Bir şey söylemedi, söylemedi… ancak o kadar içtenlikle güldü ki “evet”i öyle anlattı.

Ilnur Ufa’ya bir aylık kursta okumak için gelmişti. Enstitüyü tamamlayıp mühendis olarak çalışmaya başladığına ancak üç yıl olmasına rağmen onu gönderdiler kolhozdan. Başkalar uzağa pek gitmek istemiyorlar, aileleri var.

“Peki, kardeş, ekim işlerini başardın, hadi gidip oku”.

Reis böyle söyledi. Ilnur’a gelince annesinin dediği gibi sıvışıp gitti Ufa’ya.

Kaderiymiş, tam o zaman Zahire ile karşılaştı.

Yirmi altı yaşına varan İlnur’dan köyün kızları umutlarını kesmişlerdi artık. Sinemaya giderse akşam eğlencesi başlamadan eve gidiyor. Ihtiyar bekara dönüşüyor artık. İşte bu adamın uyuklayan duygularını uyandırıp kendine çekti Zahire.

Kız konuşmadığı için, ne yapsın, İlnur daha çok kendi konuştu. Köyü, annesi hakkında söyledi, kendi yaşadığı bazı gülünç durumları anlattı. Şimdi çok karışık olan siyaseti de ele aldı. Bazen cevap bekleyerek Zahire’nin gözlerine baktı: ah, o gözler… “Böyle gözlerin varken dil gerek değil, canım!” Dur, bu fikir kaç defa aklına geldi İlnur’un. Konuşmayı bilen gözler! Göl gibi derin, zaman zaman değişen acayıp gözler. Bir bakarsan bulutsuz Haziran göğü gibi masmavi, ikinci bakarsan yemyeşil. Onun hassas koyu kirpikleri, duygularını apaçık gösteren kalem kaşları! Sessiz konuşan dudakları?! Evet, gerçekten konuşuyor o dudaklar. İlnur çabucak onların dediklerini anlamaya, hissetmeye öğrendi. Acayıp… Zahire’nin parmakları da konuşuyor, vallahi. Onlar kuş gibi çırpınarak beraber ya uçup gidiyor, ya da viraj yaparak aşağı iniyor. Delikanlıya “Hoşuma gidiyorsun” diye tam o parmaklar söyledi değil mi?

* * *

“Of, dışarı çıkarsan birçok işin yapılmıyor” diye şikayet ede ede annesi döndü. “Arkadaşıma uğramıştım, kızı, Resile’si, dönmüş Ufa’dan. Ne...” Annesi o yerde haber söylemesini durdurdu ve fırın yanında birşeyler yapmaya başladı. Tuhaf. Genelde sözü o kadar çabuk bitmiyordu.

“Gelinimiz dilsiz mi yoksa?” diye İlnur’u irkiltip gittikten sonra değil bu dönüşü annesinin. O zamandan sonra yaklaşık üç yıl geçmiş artık. O zaman içinde bu evde üç ömüre yetecek kadar olaylar olup bitti. Hatırlarsan ancak yaraları tazelersin, başka çaren yok.

İlk kez, evet, “Ak tirme”de karşılaştılar. İkinci cumada da oraya gitti İlnur. Umutları boşuna olmadı. Zahire salonda onu uzaktan görüp tebessüm ediyordu. Arkadaşına işaret verdi ve İlnur’a doğru gitti. Az sonra konser başladı. Sahneye birinci olarak ünlü bir ozan çıktı. Kendi yazdığı kubayır[3]ları o kadar güzel söyledi ki!. Bir insana Allah ne kadar yetenek vermiş: şairlik, şarkıcılık, boyu bosu, zarif hareketler...

“Bak, nereden buluyor böyle can acıtan sözleri” diye fısıldadı İlnur Zarife’nin kulağına. “Annem söylüyor: “Al ipek gibi yumuşak dil lazım” diye, gerçekten... Vay, ağlıyor musun yoksa?”

“Yok, yok” diye kafa salladı Zahire, çabucak mendili ile gözlerini siliverdi. Sahne ışıklarının yansıdığı büyük mavi gözleri yaş doluydu, kendi “yok” diyor...

İlnur kızı evine kadar uğurlamaya karar verdi. Zahire karşı gelmedi. Hayretini bildirerek kaşlarını kaldırdı, kirpikleri ise yavaş yavaş çırpınarak: “evet” dedi...

“Annenin eline teslim edeyim de seni rahatlayarak gideyim evime” dedi İlnur.

“Tamam” diye cevapladı kızın parmakları, hafifçe İlnur’un ellerine dokunarak.

Kapıyı yaklaşık kırk yaşındaki güzel bir hanım açtı.

“Yoksa benim kızım da eve arkadaşını mı davet etmiş?” diyerek tebessüm etti güzel kadın ve delikanlıya dikkatle baktı. “Zahire annesine benzememiş”, diye düşündü İlnur. Annesi siyah gözlü, boyu da daha uzun.

İçeri girdiler. Ev düzenli. Gönlü ferahladı. Kız onu elinden tutarak bir odaya götürdü, belki kendi odasıdır.

“Zahire, kızım, yardım etsene” diye mutfaktan seslendi o an kızın annesi. “Misafirin çay içmeden gitmesine izin veremeyiz”.

Kız kelebek gibi uçarak çıktı odadan. Bedeni küçük olsa da öyle çekici ki hep elde taşıyasın geliyor onu. İlnur odaya göz attı: masa, karyola, dikiş makinesi, pencere kenarında çiçekler. Ne kadar çok kitap! Bir duvara tamamen raflar yerleştirilmiş. Merak ederek bir kitaba göz attı. Değişik düşünürlerin fikirlerinın toplandığı bir kitapmış. Bir sayfasında kalemle işaretlenmiş satırlara dikkat etti: “Dil insana bazı düşüncelerini gizlemek için verilmiş”. Bu fikir ilginç geldi ona...

Birazdan çay içtiler. Sakin sakin konuşarak oturdukları zaman Zahire’nin annesinin bir şeyi hatırlamış gibi yüzü değişti ve o kızına bir iş havale ederek komşu odaya gönderdi. İlnur, bu boşuna değil, diye düşünür düşünmez kadın ona doğru bakarak söyleyiverdi:

“Oğlum, herhalde sen Zahire’nin dilsiz olduğunu bilmiyorsun. Yoksa bilmiyormuş gibi davranıyor musun? Eğer aldatarak kaçmayı düşünüyorsan, başka gelme”.

İlnur’un kafasına sanki bir kova su döktüler! Öyle irkildi, titredi. Zahire dilsiz?

“Bilmiyormuşsun demek ki” dedi zeyrek kadın onun yüzünden her şeyi okuyarak. “Yavrum ise coşarak yürüyor. Bilerek aşk oldun zannediyordur...”

Kadın biraz sakinleştikten sonra ailesinin yaşadığı büyük faciayı anlattı. Zahire beş yaşında oluyor o zaman. Ailesi ile motosikletle mantar toplamaya giderken bir kamyon çarpıyor. Kocası ölüyor, kızı ise korktuğu için dilsiz kalıyor...

“Kızın kulağı duyuyor, dili yok. Ne yapalım, dilsiler okulunda okuttum. Kendim evde dili unutmasın diye hep konuştum. O da içten konuşmayı öğrendi. Ben onun dudaklarının hareketine bakarak ne söylemek istediğini görüyorum.”

“Görüyorum diyorsunuz, ben ise onu duyuyorum”, dedi İlnur kendinin âciz kaldığını gizlemeden.

Kadın ona şaşırarak baktı ve: “Belki Allahın izniyle bir gün dile gelir” diye ekledi.

O an Zahire döndü. İlnur daha biraz oturdu ve kaldığı yurda gitti. “Görüşmek üzere” dedi kızın gözleri. “Ben seni beklerim” diye vedalaştı onun parmakları.

O döndüğünde yurttaki sesler dinmişti. İlnur köşedeki karyolasına yattı ve ipi kopmuş boncuklar gibi dökülen düşüncelerini birer birer yeniden dizmeye başladı. İki akşam görüşerek kendince konuşmuş hoşuna giden kızın dilsiz olduğunu bilmeden. Kimse inanamaz. Şimdi ise kendi de inanmıyor. Gerçekte ise tam öyle oldu! Sihir mi yoksa?.. Evet, sihir bu, sevgi sihiri. Âşıklar bu dünyayı ancak kendisinin istediği renkte kabul eder, ancak kulağının istediğini işitir, ancak canının istediğini sever. Aşk olduğundan şüphe etmez İlnur. Ama yine de gözüne perde mi indi, ne oldu? Nasıl olur da yanındaki insanın dilsiz olduğunu bilmezsin? Sezgisi önceden haber vermişti, fark ettiyse. Fark etmemiş, deli, şimdi ise birer birer aklına geliyor. Zahire’nin ismini söylememesi, arkadaşı ile el işaretiyle konuşması...

O zaman birdenbire kendi düşünceleri onu tiksindirdi. Neler hakkında düşünüyor, kimin karşısında o kendini mazur göstermeye çalışıyor? Şimdiye kadar kimseye aşk olamadan, umudunu kesmiş canını kim uyandırır, sevgisi ile kim hayran eder diye az mı ıstırap çekti? Buldum onu dediği zaman vazgeçsin mi? Hiç vazgeçmeyecek! Zahire onun kaderi, sevgisi. Kader göklerde halledilir diyorlar. Demek ki halledilmiş.

Sabah da İlnur Zahire hakkında düşünerek uyandı, sanki sevgilisi onu başının ucunda göz kırpmadam beklemiş. Gerçek bu duygu, samimi, her an ancak o gönlünde. Köye uğrayayım, anneme söyleyeyim de Zahire’yi gelip alayım, diye halletti İlnur. Çok çabuk değil mi, belki biraz sınamak lazım gibi fikirler de geldi aklına, ama delikanlı onları kovaladı...

“Zahire, ben seni seviyorum.” İlnur bu sözlerin ağzından çok kolay çıktığına, alelade bir söz gibi duyulduğuna şaşırdı biraz. Öyle oluyormuş. Yok, yine de alelade değil, bak, kalbi nasıl güm güm atıyor. Elleri ise ne yapıyor? İlnur yavaş yavaş kızın saçlarına dokundu, parmağının uçlarıyla onun kalem kaşlarını okşadı. Al dudaklar biraz titreyiverdi. Ancak o işareti beklemiş delikanlı kızı kucağına aldı, dudaklarından öptü.

“Karım olmak ister misin?”

Zahire İlnur’un göğsüne sokuldu. Demek, razı?!

Kızın annesini kandırmak daha zor oldu.

“Bir kez gördüğün insanla evlenmek mi istiyorsun?” dedi kadın kızına bakarak. “Köyde hiç yaşamadın, buraya alışmışsın, arkadaşların, işin var. Kendi halini unutma, yavrum...”

O zaman İlnur acayıp olaya şahit oldu. Ama Zahire ile annesi için bu alışkı haline gelmiş bir durum herhalde: kızı dudaklarını kımıldatıyor, bazen el hareketleri yapıyor, annesi ise alelade bir şekilde konuşuyor.

“Yok, dedim, yok. Sen benim aziz yavrum, bilmem nerelerde incitmelerini istemem...”

“...”

“İnanıyorum diyor. Onu kaç gün tanıyorsun? Seviyorum diyormuş. Tabii söyler.”

“...”

“Ne bu böyle, Zahire? Hadi, o zaman git onunla. Anneni dinlemek istemiyorsan.”

“...”

“Saçmalama, yavrum. Yeter! İnsanlar güler öyle yaparsan. Evine gidip gelsin, belki tekrar dönmez, o zaman daha konuşuruz.”

İlnur Zahire’nin söylediklerini duydu sanki: “Bugün onunla gideceğim, onuruma dokunma, anne, ben ona inanıyorum” dedi de o...

Kısaca kızı akşam otobüsüyle köye götürdü İlnur. Annesi onları kapı önüne çıkarak karşıladı. Köyün öbür ucunda iki abla otobüsten inmişti, onlar gelip müjdelemiş herhalde. Köyde öyle işte.

* * *

...Annesinin gelininden ilk kez şüphe ettiği gün İlnur bahçede zararlı otları ayıklayan Zahire’ye bir şey demeden işine gitti. Fazla işi olmasa da oraya buraya uğraya uğraya çok geç döndü. Kapıyı açan karısı ona sokuldu, yüzüne baktı. Aniden parmakları korkmuş kuşlar gibi şaşırarak titremeye başladı, kirpikleri titredi. İlnur onu o kadar “dinlemeyi” öğrenmişti ki “Ne oldu, canım?” sorusuna:

“Bir şey olmadı” diye cevapladı, içeri girdi. Şimdilik onun gönlünde karısına karşı bir şey değişmemiş gibi. Ama... Annesinin daha gerçeği bilmeden söylediği sözleri onu ürpertti: “Dilsiz karı ile nasıl yaşayacak? Akrabalar, arkadaşlar ile nasıl ilişki kuracak?...” Böyle düşünceler ağacın gövdesini içten kemiren böcek gibi onun canını yemeye başlamıştı.

Düğün yapmadılar. Karısının dilsiz olduğunu insanlar öğrenir diye mi düşündü? Sanki ateşi eteğin altına saklamak mümkün. Ya bir delisi şarkı söylemesini ister... Ya... ararsan sebep çok. Her sevgi sınavdan geçer diye doğru söylemişlermiş. Kime nasıl, İlnur’un payına en zor sınav düştü herhalde ve o... kaldıramadı.

Annesi ile yavaş yavaş anlaşmaya başladılar. Gelinini sevmesine rağmen oğlunun dilsiz kızla evlenmesini kabul edemedi.

Zahire’nin evde olmadığı zamanı bekliyor ve başlıyor:

“Gelin ile rahatça konuşamıyorum... Annesi de yakında değil misafirliğe gitmeye. Sanki köyde kızlar bitmiş. Bilmem nereden, bilmem kimi götürdün. Danışmadan”.

“Evlen diye başımı ağrıttın, anne.”

“Kaç yıldır bekar oldun, birden acele ettin, biraz denemek mümkün değil miydi? Kendim de ilk gördüğüm zaman eridim, bilmem hangi tarafı ile kendine çekti gelin.”

“Sevgilimi buldum diye düşünmüştüm.”

“Ah, yavrum, sevdiğin insanla nasıl olsa yaşarsın” dedi annesi yumuşayarak. “Of, Allahım, insanlar ne derler, dosttan düşman çok. Şehirde yaşamıyoruz, köyde, hiç bir şeyi gizlemek mümkün değil.”

Günler yavaş yavaş birbirini kovalıyor, insanlar da ziyarete geliyor, gelen herkese ihtiyar kadın derdini anlatıyor. Onlar da onu teselli etmek yerine tersine daha da kızdırıyorlar. Öyle bir dert ettiğinde söylendi o tüy ürpertici sözler.

“Söylememiş, gizlemiş. Amma kurnaz, delikanlıyı ele geçirinceye kadar gizlemiş. Niçin bu bir şey demiyor, diye kalbim sızlamıştı, belki utangaçtır dedim. Ah, oğlum harap oldu, ah, yavrum mahvoldu. Dilsizin çocuğu da dilsiz olur!”

O yerde annesi birdendire durdu ve ürpererek İlnur’a baktı. Anne ile oğlu aynı anda şaşkına döndürdü bu sözler.

...Yaz bitti. Sonbahar da bitmeyen işler yaparak çabuk geçti. İlnur’un fazla zamanı olmadı, evde olup bitenlerle ilgilenmedi. O yüzden oradaki çetin haller kendiliğinden biter gibi geldi ona. Zahire’nin dikişçi olduğunu öğrenen kolhoz reisi kaç yıllardır boş duran dikimhaneyi tamir ettirerek oraya işe çağırdı. Daha üç kızla beraber çalışmaya başladılar. “Zahire enge öğretti” diye o kızlar güzel şeyler dikmiş, diyorlar...

Nihayet uzun kış geldi. Mühendisin fazla işi yok, garaja filan, ofise gidip uğruyor ve eve gelip gazete okuyor, akşamları klübe gidiyor. Zahire bir şey demiyor, annesi yasaklamıyor. Gidip bilardo oynarsa, arkadaşlarıyla sigara içerse bir şey olmaz.

Kaynana ile gelin onu beklerken el işleri yapıyor. İyi anlaşıyorlar. Etraftan bakarsan sanki konuşmaya bir türlü doyamıyorlar. Sık sık ihtiyar kadının arka sokaktaki arkadaşı deliyor. Bir keresinde şehirden tatile dönmüş kızı Resile’yi de getirmiş. Resile ile Zahire nasılsa arkadaş oldular. Sonra mektuplaşmaya başladılar.

Klüpte ise her zamanki gibi gençler sinema biter bitmez salona çıkarak dans etmeye başlıyor, daha yaşlı erkekler ise bir odaya toplanıp gevezelik ediyor. Diyorlar ki kadınlar geveze yapmayı sever. Ya erkekler? Eskiden at koşturan erkekler nasıl olmuş, o belli değil, bugünkü erkeklere ise çene çalmaya yeter ki fırsat ver. Birbirini iğneleyerek, alay ederek eğleniyorlar. Onlardan birinn karısı işine gidip bağırıp çağırmış. Birkaç akşam abartarak anlatmaya yetti bu haber. O erkek, zavallı, arkadaşlarıyla beraber kendinden gülüyor, başka ne yapsın ki. Böyle eğleniyorlar işte.

“İşte diyorum, İlnur’a kolay, karısı kavga etmiyor” diye söyleyiverdi birisi durup dururken. Böylece haber yavaş yavaş ona yöneldi.

“Doğru söze cevap yoktur, değil mi?”

“Kaynanası da razıdır, onların istediği dilsiz gelin, karşı bir şey söylemesin...”

Bu olaydan sonra İlnur klübe seyrek gitmeye başladı. Zahire ilk önce sevinmişti, ama sonra onun evde olmasının olmamasından daha zor olduğunu anladı. Akşam boyunca kocası bir şey konuşmadan oturuyor. Ona bir şeyler söylemek, düşüncelerini anlatmak istiyor Zahire... Çaresiz gözlerinden yaş akıyor. İlnur tahammül edemeyerek yanına gidip karısını teselli ediyor, sessizce saçlarını okşuyor.

“Anlamıyorum seni, İlnur, anlamıyorum!” diyor yaşlı mavi gözler.

...Herhalde Ocak ayının ortasıydı galiba, Zahire’nin annesinden mektup geldi. “Kızım, Ufa’ya ünlü medyum geliyor, belki o sana yardım edebilir” diye yazmıştı o.

“Gideyim mi, izin verir misin?” diye baktı Zahire’nin umut dolu gözleri.

İlnur’un da gönlünde umut uyandı.

Karısını Ufa’ya kendi götürmeye karar verdi. Otobüste Zahire elini kocasının eline koydu. İnce parmaklar güçlü parmaklara kendi dilinde birçok şey anlattı. Söylenmeyen hiç bir söz kalmadı gibi.

Öğleden sonra Ufa’ya geldiler. Kaynanası daha yeni işten dönmüştü. Vay, anne kızına hayranla baktı: yorulmuş, zayıflamış.

“Yavrum, bir şey mi oldu yoksa?” diye yalvararak baktı anne kızına.

Zahire’nin kaşları yukarı fırladı, kafasını salladı: “Bir şey olmadı” yani.

İlnur kendinin sevimli, uslu karısını ilk defa böyle direşken şekilde görerek şaşırdı.

Yavaş yavaş durumu anladı kaynanası. Kalp ilacı içti, ağladı galiba, gözünün etrafı kızarmıştı. Ah, ne kadar sabırlıymış, ancak akşam konuşmaya başladı.

“İşte damat, bilerek aldın, şimdi pişman mı oldun?”

“Önce bilmemiştim.”

Zahire kocasının bu sözlerini duyunca ona öyle baktı ki, sanki onun vücudunda bir yandan bir yana yüz ok delik açtı. Bugün de yanında olup, bugün de baksaydı öyle, tahammül ederdi, vücuduna bin ok batsa da tahammül ederdi. O zaman ise gevşedi.

“İlk görüştüğümüzde bildirseydi keşke...”

Durdu o yerde, sonuna kadar söylemedi. Başlamaya gerek yoktu o sözü. Ama dili ona karşı söylüyor. Ah, dilsiz olsaydı o zaman!

“Tamam işte” dedi sonra İlnur kaynanasını sakinleştirmek istiyormuiş gibi. “Ne yapabiliriz ki şimdi?”

“Ne yapalım, ne yapalım, kızımı zorla göndermek istemiyorum, pişman olduysan kalsın burada, benim için fazla değil o” diye sert konuştu bu sefer kaynanası.

Zahire koşarak gelip annesini kucakladı, mutfağa götürdü. İlnur balkona sigara içmeye çıktı. Başka konuşmadılar. Ertesi gün köye yollandı. Zahire on gün şehirde kalacakmış, o medyum seanslarını başlamış. Peki, ne olur ne olmaz, bu dünyada bazen mucizeler oluyor. Belki? Doğrusunu söylemek gerekirse İlnur için Zahire’nin dile gelmesi o kadar önemli değildi, hatta gerek de değildi. Başka mucizeyi, sevgisinin ilk halinde, sarhoş edici, bayıltacak sihire sahip halinde geri dönmesini bekliyor o. Bunu daha iyice anlayamıyor, ama üzüntüsünün sebebini hissediyor.

“Gelip almazsan, göndermeyeceğim kızımı” diye uğurladı kaynanası. Ne kadar sertmiş, gelmem almam işte, diye düşündü İlnur.

Trenle gitti bu sefer. Vagonda istemeyerek iki kadının konuşmasına şahit oldu. Onlar da öyle coşmuşlar ki başkalar duyabilir diye düşünmeden bağıra bağıra konuşuyorlar.

“Arkadaşım, seninle misafirliğe gitmeye gerek yokmuş, nasılsa birinin başını döndürüyorsun. Gençken, tamam, güzeldin, zariftin. Şimdi vücudun da kocamış, ha-ha.”

“Kim onlara vücuda bakmaya fırsat veriyor? Allah bana niçin kalem kaş vermiş, ateş gibi parlayan göz vemiş? Bir bakarsam hemen gevşiyorlar. Vücudumu görmeden aşk oluyorlar bana işte!”

“Söyledin işte. O zaman ben ne yapayım? Yüzüm yassı, gözüm çekik, burnum ise...”

“Boşuna üzülme. Seninki gibi saçlar kimde var? Bilmiyorsan söyleyeyim, erkekler uzun saçlara bayılıyor. Ancak gösterebilmek lazım. Bacakların da güzel, arkadaşım, hep kıskanıyorum. Onları görürlerse hemen bayılacaklar...”

Niçindir bu konuşmayı sonra sık sık hatırladı İlnur. Kadınların gizlediği sırlarından birini olsa da açtğını hissetti o. Hatırlarsa Zahire’ye kızmaya başlıyor. O da onu öyle ele geçirmiş. Güzelliği ile hayran etmiş.

O zaman İlnur’u bir duygu bastı. O karısına da, kendine de, gençliğine de, geleceğine de ve başka bir çok şeye acıdı. Şimdi hatırlarsa, o zaman deliliğine, mızmızlığına sahip olamamış, ancak bu, başka bir şey değil. Şimdi ise hiç bir şeyi düzeltmek mümkün değil. Aklı da açıldı, gönlü de genişledi, kalbi de güçlendi, ama bunlardan ne fayda?

...Zahire’yi Ufa’da bırakıp dönmesine on gün geçti, on iki gün. İlnur gidip almadı. Annesi tahammül edemedi, gelinini götürmeye kendi gitti.

“İyi kötü benimki” dedi İlnur’un yanında kendini mazur göstermeye çalışıyormuş gibi.

Ertesi gün kaynana ile gelin döndüler. İlnur karısını çok özlemişti ama bunu göstermedi. Zahire yine üzüldü, konuşmadı. Yine konuşmadı diye düşünüyor bu İlnur. Sanki dilsizle konuşulur! Ama eskiden mutlu oldukları zaman konuşuyordu değil mi?

İlnur, içten kendi ile münakaşa etmeye alıştı. Kafanda birçok fikir kaynarsa öyle de oluyormuş.

...Geceler şimdiye kadar onlarınkiydi. Bilinmediği bir güç onların sevgisini koruyor, aralarındaki engelleri yok ediyor gibiydi.

“Özledim” diye fısıldıyor İlnur. Zahire’nin kafasını yavaşça kaldırıp kendi koluna koyuyor, karısı için ise bu şişkin kollar en yumuşak yastık gibidir.

“Ben de çok özledim” diyor Zahire: onun şefkatli parmakları İlnur’un isyankâr saçlarını okşuyor, beş dişli sihirli tarakla yavaşça tarıyor sanki...

Ufa’dan döndüğü akşam Zahire biraz acayıp davrandı. Sıkı sıkıya kucaklamıştı, onu korkarak itti. Sonra kocasının avucunu yavaşça kendi karnına koydu, dinle diyormuş gibi işaret yaptı. İlnur önce şaşakaldı, sonra aniden anladı.

“Bizim çocuğumuz mu olacak?!”

İlnur o gece karısını yoruluncaya kadar elinde götürdü. Sevinç duygusu onun canını sıkan tüm başka duyguların yerini aldı.

Yine sabah oldu. Sabah olmasını istemiyordu İlnur o zamanlar. Buna rağmen sabah oluyor, akıl (ya da akılsızlık) uyanarak hassas gözlerini açıyor, yine her düşüncesini, her hareketini karış karış kontrol etmeye başlıyor.

“Dilsizden dilsiz doğar” diye hatırlattı o akıl (ya da akılsızlık). Her şey bitti. Gelininin çocuk eşyaları diktiğini gören kaynanası kuşkulanmaya, şüphelerini söylemeye başladı. Biraz sakinleşen komşular, akrabalar içine dayak sokulan karınca yuvası gibi kaynamaya başladı. Tüm nesilleri dilsiz olanları hatırladılar...

Yine bilardo oynayanlardan biri sanki durumunu anlıyormuş gibi şöyle dedi:

“Üzülme boşuna, ülkemizde dilsizler de insandır. Bak, Ufa’da çok onlar. Kendi fabrikaları, evleri, mağazaları var...”

Onun ağzına mı vuracaksın? Kendini bir arkadaş sayarak söylüyor. Medyum da yardım etmemiş, para toplayıp insanları aldatıyorlar işte!

Mayıs geldi. Tomurcukların ceviz gibi çıtır çıtır patlaması duyuluyor, etraf göz göre göre uyanıyor. Bu zaman tanışmıştılar. Ne kadar güzeldi geçen yılki ilkbahar! Bu yıl ise? Yok, onun için bahar yok. Belki bahar ağaçlar çiçek açtığı zaman değil insanların gönlündeki zincirler kırıldığı zaman başlıyordur?

Ne yazık ki bahçe kenarındaki dedesinin diktiği karaağaç hastalanmış gibi çiçek açtı. İlnur’un beşiğinın asıldığı kuvvetli dal tamamen kurudu. Annesinin dediği gibi, boşuna değil bu. Sokağa, eve, gönle şüphe girdi. Bir gün İlnur’un sabrı tükendi ve o kurumuş dalı kesti. Başka orada beşik sallanmaz... Akşamleyin canının sıkılmasına tahammül edemeyerek içki içti ve eve sarhoş döndü.

“Dilsizden dilsiz doğacağını biliyor musunuz siz yok mu?” diye konuşa konuşa yatağa attı kendini.

Sabahleyin Zahire’nin bakışından her şeyi anladı: demek ki söylemiş canını sıkan o sözleri. Tamam, söylemesi iyi, sonra konuşmak daha kolay olur.

“Zahire, çocuğu doğurmak yasak, anla bunu. Bir iğne yaparlar ve...” dedi İlnur.

“Yok, yok, yok!!!” diye bağırdı sanki Zahire: çıldıracak hale gelen gözler mi böyle bağırdı? O korkunç sesler şimdi de İlnur’un kulağında yankılanyor.

Çocuk kendinin var olması hakkında haber veriyor artık. İlnur gece onun nefes aldığını duyuyor sanki, elinde olmayarak eli ile onu okşuyor. Belki o yüzden Zahire doktora gitmeyi erteliyor. Sabah olunca yine aynı şey:

“Çocuğu doğurmak yasak!”

“İlnur, niçin öyle yapıyorsun? Kaderimize ne yazıldıysa onu yaşarız” diye annesi de avutmaya çalışıyor.

“Görmek istemiyorum o dilsiz çocuğunuzu!...”

“Çocuğunuzu diyor, çocumuz de, bizimki o”.

O zaman Zahire’ye bir şey oldu sanki. Aniden kalkıp İlnur’un yakasından tutarak silkelemeye başladı, iki üç düğmesi koparılıp yere düştü. Sonra ellerini alarak İlnur’un yüzüne baktı.

“Senden nefret ediyorum” diye fısıldadi onun morarmış dudakları, mavi ateş fışkıran gözleri de aynı şeyi tekrarladı.

Bu olaydan sonra daha yaklaşık bir ay yaşadı onlarda Zahire. Hâlâ umudu kalmışmıydı? Ama hayatları parçalanmıştı artık. Aynı evde yaşadıkları için gözler karşılaştı, ama başka onlar konuşmadı. “Bu sen misin?” diye birbirine baktılar ve çabucak kaçtılar. Şimdi evde bir dilsiz yerine iki dilsizdi...

Eskiden dört gözle bekledikleri geceler de onları barıştıramadı. İlnur’un daha sönmemiş ihtirasının ısıttığı sıcak kucağı da iritemedi Zahire’yi. Buz olmuştu o... Buzu ne kadar kucaklamak mümkün, ne kadar! Eskiden ise... Pencereden içeri giren ay ışığında iki sevgili aşk yaşıyor. Zahire yatağın kenarına oturup saçlarını örüyor (örme, İlnur nasıl olsa açacak onları!), kocası yere serilen yumuşak halıya oturup kafasını onun dizlerine koyuyor. Sert saçlarıyla gıdıklıyor, şiddetli duygulardan dolayı şişmiş şakak damarları ile dizindeki şimdiye kadar sessiz duran bir damarı bulup atmaya mecbur ediyor. Beraber atan damarlar düosu! İlnur sevgilisinin vücudunun her hücresini öpüyor, kendi onun ellinin okşayışı altında iriyor... Nerede, nerede o dakikalar?! Aynı ay cömert ışığıyla aynı odayı aydınlatıyor. Büyük dünyada, alemde her şey eskisi gibi. Onların küçücük dünyasında ise her şey başka…

* * *

... “Senden nefret ediyorum!”

İlnur bu sözleri ilk defa duyduğunda nasıl korktuysa şimdi de öyle korku sardı onu, elinde olmayarak elleriyle gözlerini kapattı, sanki kamçı ile vurdular. Sonra acıya tahammül edemeyerek beş aşağı beş yukarı gezmeye başladı.

Gitti Zahire. Affedemedi. Suçlu mudur İlnur? Hayat kanunları... Dur, dokunma kanunlara! Dokunma! Niçin kendini yenemedin? Niçin Zahire’nin annesi “Oğlun doğdu” diye telgraf çekince Ufa’ya gitmedin? Annen büyüğüm demeden gidip geldi ya.

Hasat bitmemiş, iş çok diye sebep buldun. İş ise ancak tahıl deposunda biraz kalmıştı. Eylül’ün sonuydu. Demek ki şimdi oğlun bir yaş ve sekiz aylık. Cıvıldaya cıvıldaya koşuyordur artık. Cıvıldaya cıvıldaya? Birden kalbin ağrımaya başladı.

“Anne!” dedi.

Annesi sanki onu bekliyormuş gibi mutfaktan salona koşa koşa çıktı.

“Evet, yavrum.”

“Oğlum yürüyordur artık.”

“Yürümekle kalmıyor cıvıl cıvıl koşuyor” diye söyledi ihtiyar kadın. “Ya Allahım... Söyleyeyazdım.”

Öyle dedi ve yine mutfağa gitti. İlnur birşey seziyormuş gibi annesinin peşinden gitti.

“Sen birşeyler duydun mu yoksa, Resile dönmüş demiştin, o mu söyledi? Görmüş mü Zahire’yi?”

“Görmüş görmüş, resim de getirmiş, bana göndermiş gelin. “Nineme İsmail torunundan” diye yazılmış arka tarafına. Görüyor musun babanın ismini koymuş çocuğa, unutmamış. Ah, çok erken gitti İsmail’im, torununu görürse çok sevinirdi...”

“Dur anne, ağlama. Resile daha neler söyledi? İsmail yürüyor diyor mu?”

“Diyorum ya cıvıldaya cıvıldaya koşuyor: inanmıyor musun yoksa? Gidip bak inanmıyorsan.”

“?!.”

“Ah, herşeyi söyledim artık, söyleme demişlerdi. Gelin Resile’lere misafirliğe gelmiş, oğlun beni hiç yabancı demeden dizlerime oturdu. Of, sizinle delireceğim artık. Altın gibi torunumu göremiyorum senin sayende.”

“Zahire değişmiş mi?”

“Biraz şişmanlaşmış, daha güzelleşmiş gibi”

“Ne diyor?”

“Merhaba, kaynanam, diyor, ne desin ki...”

Anne oğul sustular, birbirine baktılar.

“Yok, dili yok. Biliyorsun ya onu böyle de anlamak mümkün. Ben her zaman gelinimle kendimce konuşuyordum, birbirini anlamak için sanki dil lazım... Bize bakarak herkes şaşırıyor. Sert yürekli senin İlnur’un diyorlar.”

Annesine izin verirsen bunun hakkında durmadan konuşacak. Önceden kendi de o insanlara katılarak ona ne kadar ıstırap çektirdi. Şimdi onlar iyi, İlnur ise sert kalpli. Annesi bir dalda durmaz bir insan. Kendi ise? Tabii, bir dalda durmaz bir insandan aynı insan doğar. Bunları düşünerek İlnur’un canı sıkıldı.

“Merhaba, kaynanam” demiş annesine. Kaynanam demiş, bacı ya da teyze dememiş. Hâlâ akraba sayıyor mu acaba? Unutmamış mı yoksa, benim gibi özlüyor mu?

İlnur’un kafasında değişik fikirler kaynaştı. Kanepeden kalkarak dışarı çıktı, eskiden görmeye alıştığı şeylere ilk defa görüyormuş gibi baktı. Karaağacın kesilmiş dalının dibinden zayıf bir dal büyüyor değil mi? İki üç yaprak gibi bir şey de var. Bahar dışarıda. Onun hayatına Zahire girdiğinden beri dördüncü defa gelen yaz. Hep böyle yaşar mı İlnur? Böyle baharları sayarak, hatıraları canlandırarak?

“Merhaba, kaynanam” demiş yoksa...

İlnur kapıyı açarak dışarı çıktı, ayakları kendiliğinden tarlaya doğru atladı. Kalın karın altında sağlam kışlayan kışlık tahıllar yemyeşil zümrüt renginde büyüyorlar. Eğilerek onları okşadı: yumuşak bu tahıllar, sanki çocuk saçları... Avuçları yanarak acımaya başladı İlnur’un. O doğruldu, etrafa kulak verdi. Yakındaki akağaç ormanında bülbüller ötüyor. Sesi ile dünyayı hayran eden erkek bülbül sunarmış, dişisi değil. Acayıp. Erkek bülbül, belki dişisi kuluçkaya oturup yavrular çıkarırken sevinçli tatlı üzüntülere tahammül edemeyerek ötüyordur. Niçin Allah İlnur’u bülbül olarak yaratmamış acaba? Canını sıkan duygulara tahammül edemediği anlarda hiç olmazsa öterdi. Öterdi derken, “Ak tirme”de oradaki şairleri de geride bırakarak geveze yapmıştı değil mi İlnur. Birden açılan konuşma kabiliyetine kendi de çok şaşırmıştı.

Erkek bülbül... Sunar... Maamafih doğayı duyabiliyor İlnur ama. Akağaçlar neler konuşuyor, söğütler neler fısıldaşıyor, her şeyi duyuror gibi. Bak, balık çırpınıyor. Yoksa göğe mi ulaşmak istiyor? Göğü de bir okyanus zannediyordur belki. Doğa da kendince konuşuyor değil mi?! Ancak dinle, anlamaya çalış. İnsan da doğa çocuğu. O an İlnur bu fikrinin aslını kavradı. İşte bu yüzden o Zahire’nin dilsiz olmasına ilk önce dikkat etmemiş, işte bu yüzden onu sözsüz de anlamış, işitmiş, hissetmiş. Doğanın aslını bildirmek için bin çaresi var. İnsan için dil lazım, ama insanın da kendi aslını göstermek için bin çaresi var!

İlnur tarladan acele döndü ve yıkanarak giyinmeye başladı. Zahire’yi gidip görmek lazım, götürmek... Ama... Ne der ona? Ne kadar zaman ses çıkarmadıktan sonra nasıl gidersin? Nasıl anlatacaksın yaptıklarını?

İki eli ile kafasıını tutarak oturdu. Gönlü söndü, kanatı kırıldı kendi kendine sorduğu doğru soruıdan. Yok, Zahire onunla konuşmaz bile artık. Ah, İlnur, İlnur, ne yapasın? Gidip bir şeyler söyleyemiyorsan, dil sana niçin lazım?

Dil! Dil?! Evet, dil, ancak o suçlu İlnur’un böyle acıklı duruma düşmesinden. Dilsiz olsaydı o sözleri Zahire’ye söylememiş olurdu. Söylemiş ya bir fikir adamı, kimdi o ya, Lope de Vega galiba, “Dil insana bazı fikirlerini gizlemek için lazım” demiş. Yalancı, demek, İlnur’un dili, hain, ne düşündüğünü hemen söylüyor...

Annesi nerede acaba? Belki Resile’lerdedir. Gelini, torunuyla görüşüp seviniyordur. İlnur da annesi gibi bir şey olmamış gibi gitse? Bir kadeh içki içerek. İlnur bu fikrine sevindi. Titreyen elleriyle kadehe içki koydu ve bir dikişte içiverdi. Kanı coştu, aynı anda kasları gevşerdi. Yok, nasılsa cesaret edemeyecek, gidemeyecek Zahire’nin yanına. Seciyesiz! Aptal!

İlnur’un zihni bulandı, kendinden neftet etmek duygusu boğazını sıktı, her şeyi kırmak, yıkmak, öldürmek istedi. Coşarak mutfağa çıktı, acele bıçak aramaya başladı. Masadaki çekmeceyi açtı, yok bıçak. Annesinin eşyalarını bulmak büyük bir problem. İşte çatal, onunla da istediği işi yapmak mümkün. Ne yapmak istiyordu o? Evet, o haini yani dilini yok etmek, öç almak istiyor!

Yıllar devamında toplanan ıstıraplı heyecanlar kıyılarından taşmış bir nehir gibiymiş. İlnur aklını kaybetti. Çatalın soğuk sapından sıkıca tuttu, dudakları kapalı ağzına dokundu. “Saklandın mı, korkak, kaçtın mı?” diye ağzı içinde sıcakta rahatça yatan diline seslendi. Sonra dilini çıkardı ve çatalla vurdu. Çatal diş etlerine değdi galiba, kan sıçradı. Bu hal kendinden geçen İlnur’u coşturdu ancak. “Korkuyor musun ha, hain?” diye içten konışarak yine dilini çıkardı. Ağzını elleriyle zorlayarak açtı: dili hiç çıkmak istemiyor. İlnur bu sefer onu kaçmasın diye dişleriyle sıkı tuttu. Çatal gözünün yanında parıldadı…

* * *

“At-tau[4]! At-tau”

Ilnur uzaktan gelen sesi duyarak kendine geldi. Küçük çocuk cıvıl cıvıl konuşuyor gibi. Ağırlaşan göz kapaklarını güçlükle açarak ses gelen tarafa baktı: sandalyede bir teyze oturuyor, dizindeki küçük oğlan birşeyler söylüyormuş. İlnur kendini zorlayarak kulak vermeye çalıştı.

 “Hadi, yavrum, bir daha söyle, “baba” de bakalım.”

“At-tau!” diye bağırdı çocuk. İlnur birden irkildi. Bir teyze dediği kendi annesiymiş! Dizindeki çocuk kim? Karışan zihnini delip geçen sezgisinden dolayı kalbi hızla atmaya başladı...

“Yavrum benim, ben senin ninen. “Ülesey[5] diye söyle bakalım.””

“Ze-zeu! Üze-zeu” diye cıvıldadı çocuk.

Ne kadar ilginçmiş çocukların dili. Bir zaman normal konuşmaya öğrenir mi acaba? Öğrenir, İlnur kendi de küçükken radyoyu “ınduyın” diyordu ya. Dur, dur, “atau” İlnur, “üzzeu” onun annesi demek değil mi?

Dur, şu anda o nerede? Yüzü kafası bantla sarılmış... Demek ki... Hastanede...

“Oğlum! İsmail!” diye bağırdı İlnur. Ama sesi çıkmadı. Acayıp, onun canı, bedeninin her hücresi kulak patlarcasına bağırdı, ama kimse duymadı. Sıkı sıkıya damağına yapışan dili dönmedi, don dudakları hareket etmedi, gerginlikten dolayı ağrıyan yanak kasları kalbini acıttı.


 

[1] Erkek bülbül.

[2] Ak çadır.

[3] Başkurt halk şiiri.

[4] Atay Başkurtça baba demek.

[5] Ülesey Başkurtça nine demek.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 154. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 154. Sayı