TANRILARIN SAVAŞÇILARI


 01 Temmuz 2021



1

Süleyman’ın Murat ve Şamil adında iki oğlu vardı. İkisi de uzun boylu ve yakışıklıydı ama en önemlisi iyi kalpli ve saygılıydılar. Gurur duyulacak çocuklardı.

Askerliğini yaptıktan sonra Murat evlendi ve onun da iki oğlu oldu.

Birinci savaş[1] başlayınca Murat savaşa gitti ve çok kısa bir süre sonra en iyi saha komutanlarından biri oldu. Ünü dört bir yana yayıldı. İnsanlar ona övgüler yağdırıyordu. Köyün imamı Mahmut “Murat, Allah’ın gerçek bir savaşçısı” diyordu. Murat’ın annesinin gözleri oğluyla duyduğu gururla parıldıyordu ama Süleyman, oğlunun kahramanlıklarına hiç tepki vermiyordu. Ailesindeki tüm erkekler ün kazanmış, mütevazı askerlerdi. Süleyman’ın kendisi de ordudan kimseye anlatmadığı bir kahramanlığı için aldığı barış zamanlarında pek verilmeyen Kızıl Yıldız nişanıyla dönmüştü.

Şamil, kardeşine imreniyordu. Ama henüz çok gençti. Süleyman, ona savaşa gitmeyi aklından bile geçirmemesi gerektiğini söylüyordu.

İkinci savaş[2] başladığında Murat artık savaşmayacağını söyledi ve ailesini alarak dağa çıktı.

Halk da imam Mahmut da buna inanmıyordu. İmam, herkese Murat’ın özel komuta görevlerini yerine getirmek üzere gittiğini söylüyordu.

Federaller[3] de buna inanmıyordu ve her hafta Murat’ın evde olup olmadığından emin olmak için Süleyman’ın evine denetime geliyorlardı.

“Neden onu arıyorsunuz?” diye sordu bir gün Süleyman. “Benim oğlum bir savaşçı, çakal değil! Eğer savaşmayacağım dediyse savaşmayacak demektir.”

Süleyman’a saygı duyan, saçları hafif ağarmış yüzbaşı, “Savaşçı olduğunu biliyoruz. Savaşmayacağını da biliyoruz. Ama onu bulmak ve ortadan kaldırmak üzere emir aldık. Sen de bilirsin Süleyman, emirler tartışılmaz, yerine getirilir! Biz de öyle yapacağız. Oğlun çok iyi bir savaşçıydı.” diye cevapladı.

Sonunda onu buldular.

Murat karşılarına çıktı ve bu, onun son savaşı oldu. Federaller çocuklarının ve karısının gözü önünde onun cesedini almaya yeltenmediler. Sadece kimlik tespiti için fotoğrafını çekip çabucak uzaklaştılar.

Murat’ı son yolculuğuna uğurlamaya bütün köy halkı geldi. Köyün imamı Mahmut uzun uzun dua edip konuştu ve Allah’ın savaşçılarından, onlara vaat edilen cennetten bahsetti.

O günden sonra İmam, Süleyman’ın ailesini hiç rahat bırakmadı. Her gün oraya gidip Murat’ın kanının yerde kalmaması gerektiğini söylüyor, gözlerini Şamil’e dikiyordu. İşte o zaman Süleyman, İmam’ın onu ve ailesine huzur vermeyeceğini anladı.

Süleyman bir gün Şamil’i çağırıp onu Saha Komutanı Salman’ın yaşadığı köye gönderdi.

2

Şamil geç döndü. Askere benzer bir tarafı olmayan yaralı ve ucube tipli birini kapıdan içeri itti.

“Al işte!” dedi babasına. “Neredeyse bedavaya aldım. Salman, onu zaten öldüreceklerini söyledi. Hiçbir şey söylemiyor ve çalışmayı reddediyormuş.”

“Tamam” dedi Süleyman. “Çöz onu, sonra da git!”

“Baba!” dedi Şamil. “Salman bunu yapmayı aklımızdan bile geçirmememizi söyledi. Zaten kaybedecek bir şeyi yok.”

Fakat Süleyman yaramaz çocuklara atılan türden bir bakış atınca Şamil sessizce tutsağı çözdü ve hemfikir olmadığını gösterircesine ipi kaldırmadan dışarı çıktı. 

Süleyman girişte duran leğenin yanına gitti ve bir tas su alarak tutsağa “Gel, elini yüzünü yıkaman lazım.” dedi.

Asker önce biraz tereddüt etti. Ardından küçük küçük adımlarla yaklaştı ve ellerini tasın altına tuttu.

O kadar uzun uzun ve büyük bir hevesle elini yüzünü yıkadı ki, uzun zamandır yapmadığı bir şey olduğu anlaşılıyordu.

Su dökerken Süleyman askerin boynunda haç olduğunu fark etti. Eliyle yakaladı ve “İnançlı mısın?” diye sordu.

Asker ellerini tasın altından almadan haça baktı ve “Bunu bize eğitimde vaftiz ederken papaz takmıştı. Bir şekilde İsa’nın savaşçıları gibi olduğumuzu söylemişti.” diye cevapladı.

“İsa’nın savaşçıları mı?” diye yeniden sordu Süleyman. “Vaftiz edeceklerine savaşmayı öğretselermiş, daha iyi olurmuş!”

Tuttuğu hacı bıraktı ve askerin eline su dökmeye devam etti. Su, sadece kiri değil yarasının üzerindeki ince kabuğu da temizledi. Kan, leğene damladı ve yüzünden ince ince akmaya başladı. Bu yüzden elini yüzünü yıkadıktan sonra Süleyman ona bir havlu verdiğinde asker sessizce ellerindeki kanı gösterdi.

“Yıkarlar. Önemli değil!” dedi Süleyman ve askerin elinden havluyu alarak sedire bıraktı. Sonrasında masaya gidip yemeğin üzerindeki örtüyü kaldırdı ve askere “Gel buraya otur, yemek ye!” dedi.

Asker masaya gelip oturdu. Yemeğe baktı ve yutkunarak “Çalışmayacağım!” dedi.

“Biliyorum.” dedi Süleyman. “Ye!”

Asker göz ucuyla Süleyman’a bakarak yemeye başladı. Süleyman da sessizce karşısına oturdu. Sanki birlikte bir yerlerden dönmüşler de çok acıkmışlar gibi yemeye başladılar.

Süleyman sonunda askerin biraz da olsa doymuş olduğunu fark edince “Adın ne senin savaşçı?” diye sordu.

“Andrey” diye cevapladı asker. Yemeğin bittiğini ve sorgu zamanının geldiğini düşünerek yemeğe üzüntüyle baktı.

Süleyman bunu fark etti ve askere yemeği uzatarak, “Ye sen, ye! Demek Andrey... Annen, baban kimdir?” diye sordu.

“Ailem yok.” dedi asker yemeğe dokunmadan. “Öksüzüm. Kimsesizler yurdunda büyüdüm. Dolayısıyla benim için fidye verecek kimsem yok.”

Süleyman gülümseyerek, “Senin gibi bir öküzü nasıl oldu da orduya aldılar?” dedi.

“Kendim istedim.” diye cevap verdi asker. “Kimsesizler yurdundan sonra bana bir oda verdiler. Tesviye eğitimi aldım ve fabrikada çalıştım. Tek başıma yaşamaya alışık olmadığım için zor oldu. Aklıma askere gitmek geldi. Orada herkes birlikte ve her şey ortak, bu yüzden kendim istedim. Beni buralara göndereceklerini bilmiyordum ki!”

“Bilmiyordun demek.” diyerek kafasını salladı Süleyman. “Sence buralara kimleri yolluyorlar ki? Ben hiçbir general çocuğunun burada savaştığını duymadım. Siz de zaten pek iyi savaşçı sayılmazsınız?!”

Bunu söyledikten sonra Süleyman masaya yumruğunu vurdu. Hemen kapı açıldı ve içeri Şamil girdi. Salman’ın sözünü unutmamıştı ve bütün bu süre boyunca kapının diğer tarafında durmuş, içeride olan biteni dinlemişti.

 Süleyman durumu anladı ve “Niye bunu getirdin? Sana paralı asker satın al dememiş miydim?!” dedi.

“Ne fark eder?” diyerek omzunu silkti Şamil. “Paralı asker insan değildir. O insanları para karşılığında öldürür. Ya bu… Bu da senin gibi bir çocuk. Nereye gönderirlerse oraya gider!” dedi.

Şamil ne diyeceğini bilemedi ve sadece “En ucuzuydu ama…” dedi.

“Tamam, git hadi!” dedi Süleyman elini sallayarak ve Şamil dışarı çıktı.

Süleyman kalkıp askere bir yatak hazırladı ve kendi yatağını da odanın girişine açtı. Ardından askere yaklaşarak “Sen ye! Sonra burada yatarsın” dedi.

Asker başını salladı ve yemeye devam etti.

3

Sabahleyin sis, dağlardan inmiş ve bütün köye yayılmıştı. Dar sokaklardan geçerek evlerin duvarlarına ve çimenlere çiy damlacıkları gibi konmuştu. Bu sessizlikte sırnaşık böcekleri kuyruğuyla kovan hayvanların kuyruk sesleriyle nemli çimenlerde yüzünü gezdirirken sabahın soğuk çiy damlacıkları yüzünden kişneyen atların sesleri güçlükle duyuluyordu. Sis köyün üstünde daha da yoğunlaştı ve önce vadiye, oradan da ovaya doğru yayıldı.

İşte orada, vadide Andrey’in canını aldı Süleyman. Bir saniye öncesinde boynundaki haçı kopardığı hançerle boğazını kesti ve bir kere olsun askerin yüzüne bakmadı. Süleyman, askerin bükülen bağlı ayaklarına dikti gözlerini, ruhu bedenini terk ederken ayaklarının yavaşça düzleştiğini gördü. Ancak sonrasında Süleyman, genelde sığır ya da kuş keserken ruhlarının daha az acıyla bedenlerini terk etmesini dileyip af dilerken yaptığı gibi, eliyle askerin omzunu sıvazladığını fark etti. 

Her şey son bulunca Süleyman vadinin yukarısında İmam Mahmut, Şamil ve arkadaşlarının da beklediği büyük kayaya doğru yukarı çıktı.

Kanlı hançeri imamın ayaklarına attı ve Şamil’e “Öldüğü yere gömün!” dedi.

İmam eğilip hançerin üstündeki kanı çimene sildi. Süleyman’a ters ters bakarak Yüce Allah’a yönelip onun savaşçıları için kısa bir dua okudu.

4

Bir ay sonra Şamil ortadan kayboldu. Süleyman kısa bir süre aradıktan sonra hemen imamın evine gitti.

“Oğlum nerede?” diye sordu Mahmut’a.

“Gözün aydın Süleyman.” dedi imam. “Oğlun senin soyundaki bütün yiğit savaşçılar gibi Allah’ın savaşçılarından biri oldu.”

“Murat’ı aldığınız yetmedi mi?!” dedi o an Süleyman. “Şamil benim tek çocuğum ve daha çok genç! Sen niye kendi çocuklarını savaşa göndermiyorsun Mahmut?!”

Oğulları Arabistan’da bir yerlerde medresede okuyan Mahmut, üzüntülü bir ifadeyle, “Allah’a hizmet etmek sadece savaşçısı olmaktan çok daha zor bir iş. Din uğruna şehit olan her savaşçı cennetliktir. Hizmet edenlerinse cenneti hak etmeleri gerekir.” diye cevap verdi.

İşte o an Süleyman, Şamil’i geri getiremeyeceğini anladı.

5

Süleyman şanslıydı.

Şamil öldürüldüğünde bedeni federallerin eline geçmedi. Onu da son yolculuğuna bütün köy halkı uğurladı ve yine İmam Mahmut, Allah’ın savaşçılarından ve onlar için hazırlanan cennetten uzun uzun bahsetti.

Herkes dağılmaya başladığında Süleyman bir kürek alıp vadiye yöneldi. Burada üzerinde artık çimlerin filizlenmeye başladığı asker Andrey’in mezarını buldu. Süleyman toprağı hafiften düzeltti ve mezarın başına küçük bir kuru dal sapladı. Üzerine ise askerin haç kolyesini astı.

Süleyman orada uzun süre oturdu. Sonra elini toprağın üstünde gezdirdi ve “Affet beni, oğlum!” dedi.

O, bu koca dünyada Andrey’e “oğlum” diyen tek insandı.


 

[1]   Birinci Çeçen Savaşı (1994-1996)

[2]   İkinci Çeçen Savaşı (1999-2009)

[3]   Federaller – Rusya askerleri

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 175. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 175. Sayı