VASİYETNAME*


 01 Kasım 2022



Bu kötü haberi söylemek o kadar kolay mı? Böyle sözleri söyleyince, gözleri donup kalmış mı?

“Dikkatli olun, o bu gece ölecek… Güneş doğana kadar ya çıkar, ya çıkmaz…” Bu sözler  “Şimdi yalnız mı kalacağım?” diye onu telaşa düşürdü ve kalbine bir ok gibi saplandı. Hanımına da bu sebepten dolayı yalan söyledi: 

- Hastane geçici bir süreliğine kapanmış, ısıtıcıları yenileniyormuş. 

Seide bu haberi duyunca gülümsedi. Kasım’ın nazarında onun gözleri sevinçten parlıyormuş gibiydi. “Neden gülümsedi ki? Eve döndüğü için mutlu mu? Yada… Yalan söylediğimi anladı mı? Muhtemelen… İçine doğmuş olsa gerek… Evde öleceğim, diye sevindi mi?..” Seide’nin eve döneceğinden kızları habersizdi. Kasım, doktor sedyesinde halsiz bir şekilde yatan karısını delikanlı bir şoförün yardımı ile eve alıp getirdi ve karısını yatırdı. “Yardımının karşılığı.” diye para uzatmıştı Kasım. Delikanlı da Kasım’a şaşkın bir şekilde baktı ve geri dönüp gitti. “Neden para almadı? Yoksa “Ölecek olan bir insanın taşınmasında yardım ettiğim için para almıyorum.” mu demek istedi? Bu düşünce Kasım’ın aklına şimşek gibi çakınca, ta topuğuna kadar titretti. O, Küçük kızına telefon ettikten sonra karısının yattığı yere girdi.

- Nilu gelecek. Bir acı Mesteve[1] yapsın, yersen ter ile çıkıp gider... dedi Kasım.

“ …ter ile ne çıkıp gider? Canın tere karışıp çıkıp gitmesi mümkün mü?” Kendi ağzından çıkan bu sözü düşündüğünde canı daha da sıkıldı ve üzüldü. Kasım, eşine bir göz attı. Seide, bu bakışa yine bir gülümseme ile cevap verdi. “Niye gülümsüyor?” diye düşündü Kasım. “Niye onun gözlerinin içine bakamıyorum? Bunu da hissettirsem…” Kasım’ın kendi dikkatinin ve karısının dikkatinin dağılması için bir şeyler demesi gerekti. “O da nedir öyle ya.” diye dile gelseydi ya? Önceden birbirleriyle küsünce de, sonra barıştıklarında da ne yapacağını bilemeyip söylemeye söz bulamazdı ve öylece dilsiz kalırdı. Yok, hayır. Kasım, şimdi bu anları hatırlamıyordu. O, bunları, daha sonra, yani eşini defnettikten sonra hatırlıyordu. Şimdi ise ders yapmıyordu, öğretmeni karşısında mahcup bir şekilde duran çocuk gibi söylemeye bir güzel söz arıyordu:

- İnsanlar da ilginç, dedi o, gülümseyerek. 

- Para birimi değişiyormuş, diye oradan oraya, oradan oraya gitti geldi, gitti geldi. 

- Hey gidi, dünya değişip gidiyor ya, para birimi değişse ne olurmuş, diyorum, dedi Kasım.

Seide:

- Paranın değeri düşerse zarar etmeyelim, yanıp kül olmayalım, diye korkuyordu da… Karısı bunu söylerken sanki bir şey yiyormuş veya çiğniyormuş gibi ağzını açmadan dudaklarını oynattı. Sonra Seide, hıçkırık tutunca gözlerini yumdu.

“Söylemeye bundan başka söz yokken, ben ahmak ve sessiz gibi mi duruyorum? Para birimi değişti mi ya da değeri düşüp gitti mi? Ona ne!” Kasım, karısının başını yavaşça kaldırarak dudağına bardak ile soğuk çay tuttu. Seide, başını salladı ve içmedi. O anda da avludan Muharrem’in sesi duyuldu. Muharrem, Seide’nin akranı idi. Dört ev ötede oturuyordu. Kardeşten de daha ileri derecede yakın bir komşuydu. İçten, samimi, dürüst ve inatçı olan bu kadın, onların bütün düğün ve nikâh törenlerini yöneterek zorluklarını hafifletmişti. Avluda hiç kimse olmasa da o, geldiğini belli etmek için kendi kendine konuşurdu:

- Çocuklar, Seide ablacığım geldi, dedi Muharrem. Seide ablacığım gelse kendi canımı Seide ablama veririm. Hastanede keyif süren şımarık hanım bu ya, bir haftada özleyip, sıkılıp patladım diyen ben, biçareyim. Şımarık hanım neredeler?

Muharrem böyle dedikten sonra içeri girdi ve hıçkırık tutan arkadaşını görünce sesini alçalttı. Fakat, kalbinde uyanan endişeli duyguyu sezdirmedi. Seide ile selamlaştı ve onun yastığını düzeltti. Seide’nin başını daha yükseğe kaldırıp o şekilde yerleştirdi. Dışarıdan gözleyen bir kişinin “Bu kadın yine birkaç saat sonra ölecek arkadaşı ile değil de tatilden veya yurtdışı seyahatinden dönen yakını ile hoş vakit geçirmiş.” diye düşünmesi olağandı. Muharrem’in yüzünde gülümseme olsa da arkadaşına her baktığında kalbindeki endişe salgısı günden güne dolup taştı. Bu endişe salgısının kâsesi ne zaman dolacak ve ne zaman bu yalan gülümseme ağlayışa dönecek kendisi de bilmiyordu. Nilüfer gelince onun bu zor hali hafifledi. Ailenin en küçük çocuğu ile görüşerek “Ablalarını da çağırdın mı?” diye sordu Muharrem. “Evet, çağırdım.” cevabını duyunca biraz sakinleşerek avluya çıktı. Kasım, üç tarafı korkuluklar ile çevrili olan ahşap karyolada ayaklarını havada sallandırmış bir şekilde oturuyordu. Bu sırada da Muharrem Kasım’a gelip:

- Doktor bey bir şey demedi mi, diye sordu. 

Kasım, Muharrem’e baktı ve bir şey demedi. Gerçeği anlamak için Muharrem’e bu bakış yeterli oldu.

- Bir şey demiş olsa…, sözü gerçeğe benziyordu. Haber geldi… 

Muharrem sonraki sözünü gözünde yaşlarla ağlayarak söyledi:

- Kızlara haber vermek gerekir mi ki? Gaflete düşmesinler. Uzaktaki eşe dosta da haber salın. Sonra size sitem etmesinler, darılmasınlar. Hayattayken helalleşsinler.

Kasım’ın bu yaşa kadar eğilmeyen başı birden eğildi. Bunu kendisi de fark etmedi ve uzun süre böyle kaldı. Ortanca kızı yanına geldiğinde de aynı vaziyetteydi. Arafat, babasının oturduğunu görünce gülme ile karışık için için ağladı. Sonra, Muharrem’in uyarısıyla birlikte teselli olup eve girdi.

- Kalk, öylece oturma, dedi Muharrem komut sesinde Kasım’a.

- Ben, onun değerini bilemedim…

Kasım da bu sözü kendisi için kısık bir ses ile söylemişti. Fakat Muharrem’in son derece keskin kulağı bu sözü işitti.

- Âdem babamızdan sonra hangi erkek eşinin kıymetini bilmiş? İster kabul et, ister kabul etme. Dünyadaki bir gerçek bu, insanoğlu birbirinin kıymetini başına bir karışıklık geldiği zaman anlıyor. Kalk, eve gir. 

En büyük kızı Neime gelince Kasım da eve girdi. Seide’nin hıçkırığı kesilmiş, tavana bakar bir vaziyette hafif bir horlama ile uyuyordu. Burun delikleri biraz gerilmişti. Muharrem, dudağını dişleyerek başını salladı ve Kasım’ın kulağına fısıldadı:

- Hoca çağırıp gel, okutmak gerek…

Daha başka bir şekilde bir durum ortaya çıkınca Kasım:

- Neden? Gerekli mi? Okunmak ile ne keramet gösterir? diyerek tereddütte bulunması olağandı. Şimdi terbiyeli bir çocuk gibi “Tamam.” diyerek arkasını döndü. Gelecek olan hoca Muharrem’in gözünde “Tü-tü-tü-tü-tü” diye Seide’yi okusa, onu ayağa kaldıracak gibiydi. Kasım:

- Hocaya söyleyip geleceğim, diyerek sokağa çıktı da kendi kendine düşünceli bir şekilde:

- Hoca kim? O, nerede yaşıyor?

Kasım, matem ve düğün gibi özel günlerde hocaları görmüş, fakat bu civarda hangi birisinin yaşadığını bilmezdi. Karşıdaki komşunun oğlu dervaze[2]ye yaslanıp sakız çiğnerken Kasım onu çağırıp:

- Hocanın evini biliyor musun? diye sordu.

- Hangi hocayı?

- İnsanı okuyup üfleyen hocayı.

- Bilmiyorum… Mescitte olsa gerek.

- Hangi mescitte?

- İşte, yeni mescitte.

- Çabuk git söyle. “Acil gelecekmişsiniz, özellikle Kasım Mecidoviç rica etti.” diye söyleyiver.

Çocuk, isteksizce “Tamam, peki” diyerek döndüğünde “Çocuğa hayır, olmaz diyip de geri göndermesin, kendim de çocuk ile beraber gideyim.” diye aklından geçirdi Kasım.

- Dur, bekle, beraber gidelim, dedi Kasım. Otuz – otuz beş yaşlarındaki imama lafı uzatarak söylemenin bir gereği yoktu. Kasım, eve vardıklarında kekeleyerek söze başlar başlamaz hoca, Kasım’ın ne maksatta olduğunu anladı ve:

- Yengemiz hasta mı, diye sordu ve Kasım’ın eşi için Allah’a dua ederek şifa isterken yerinden kalktı. Hoca okurken Seide gözlerini açtı. Karyolanın ayak ucu tarafında oturan kızlarına bakarak gülümsedi. Bu gülümseyiş herkesin yüreğine su serpti ve umut ışığı oldu. Hoca, Yasin-i Şerif’i okuyup bitirdikten sonra dua etti ve yerinden kalktı. Avluya çıkınca Kasım’ın para uzatan eline bakarak:

- Camiye verin, dedi ve sonra ise:

- Ümit yalnızca Allah’tadır, ancak… Tedbir almak şarttır. Her türlü gereksiz ve faydasız düşüncelere kapılmadan sürekli okuyun. 

Hoca bunları söyleyince “Okumanın ne oluğunu biliyor musunuz?” dermiş gibi Kasım’ın yüzüne soru sorarmışçasına baktı. Kasım da hocaya cevaben sorulan bir soruyu anlayamamışçasına baktı. Hoca:

- “La İlahe İllallah” dilinizden düşmesin, dedi ve sokağa açılan kapıya doğru yürüdü. Bu kelimeyi Kasım, çok kez duymuştu, anlamını da iyi bilirdi. Ancak, bu kelimeyi tekrar edip okumadığı için dili dönmedi ve hemen tekrarlamayı yapamadı. Avludaki divanın yanında dururken “Le İlahe İllallah” kelimesini tekrarlamaya çalıştığı sırada Neime geldi:

- Baba, hoca ne dedi?

- Hoca… “Ümit yalnızca Allah’tadır.” dedi. Allah nasip ederse, inşallah annen düzelecek kızım.

- Ne olursa olsun söylediğin gerçekleşsin baba. Annem, şimdi çok daha iyi. Onunla konuşuyorlar. Baba… 

Kızı yalvarıp yakarırcasına:

- Ben evime gidivereyim mi baba?

- Yatıya kalmayacak mısın kızım?

- Salatalık turşusu yapıyordum…

Kasım, kızı Neime’ye sanki onu ilk defa görmüş gibi şaşkınlıkla baktı. Sonra içinden sinirlenerek “Salatalık turşusu annesinden daha mı değerli?” dedi. Neime: 

- Kocam çok içki içer, dedi de tasasından toz kaldırdı. Buna rağmen Neime, kocasına turşu hazırlayacaktı… İçinden öfkelenen Kasım, kızına doktorun söylediklerini anlatmak da istedi. Sonra:

- Tamam, gidebilirsin kızım, burada oturmak ile kime ne fayda gelir? diyip öylece kaldı.

- Baba, damadın daha ucuz salatalık bulmuş, bir çuvalını da alıp gelmiş. Zamanında tuzlanmazsa çürüyüp gider ki? Sabah erkenden geri gelirim.

- Gidebilirsin kızım…

Neime, hazırlanmak için ayağa kalkınca Arafat da mazeretini dile getirdi:

- Yarın müstakbel damadınıza misafirler geleceklermiş! O yüzden Samsa[3], Norin[4] gibi yemekler… Bu geceden bunlar hazırlanmazsa, yarın gündüz hangi biri yetişecek? 

Kızlar, babadan müsaade aldıktan sonra annenin de gönlünü hoşnut etmek ve izin almak için içeri girdiler. İçeriye Kasım da girmişti. Seide, arkasına çift kişilik yastık koyulmuş ve endamını korur dik bir şekilde oturuyordu. Kızlarının gözlerine bakınca amaçlarını anladı ve gülümsedi:

- Babaların böyle zamanlarda yaptığı şey, paniktir. Sizi boş yere uğraştırmış. Allah’a şükür, iyiyim. Yoksa doktor eve gelmemize izin verir miydi? Siz evlerinize gidin. Nilü, canım, sen de bekleme, git. Kayınvaliden zor durumda, yarı canlı, zorluk çekmesin. Lakin… Bir daha bu düşünce hissi gelmesin… Yanımdaki karyolada yatan kadın eskiyi bilirdi. Genç ya da yaşlı, ölecek ya da hasta, iyi derecede sağlıklı olmanın bir farkı yok, bu yüzden birbirinizden razı olmamız gerekir. Rahmetli annem daha hastalanmadan önce böyle yapmıştı. Sebebini şimdi anladım.

- Vah, anne… diye ağladı Nilüfer. Seide:

- Eğer ağlarsan ben bunu başka türlü anlarım. Gönlüm kırık. Sözlerimi sonuna kadar iyice dinleyin. Gece rüyamda rahmetli babam ile rahmetli annemi gördüm. “Seni yakın bir zamanda yanımıza çağırmıyoruz, fakat bizim yaptıklarımızı yapın.” diye bana söylediler. Onların yaptığı iş rıza almaktı ya. Ben hepinizden razıyım. Sizler de benden razı olun. Belki sebepsiz yere tartışmışımdır, üzülmüşümdür, kırılmışımdır, kendimi tutamayıp beddua etmişimdir, beddualarım kalpten olmadı, Allah’ım beni affetsin, sizler de beni bağışlayın. Kasım… Sen de benden razı ol, sana zamanında iyi bakamadım…

- Bırak yahu şu lafları…

- Kasım, sen şimdi çık. Kızlara bir iki lafım daha var, diye söyledi Seide. Kasım yine çaresiz dışarıya çıktı.

Seide “Annem ile babam beni yanlarına çağırmıyormuş” diye herkese yalan söylemişti. Bir ay önce rüyasında Seide, ayakkabısını çaldırttı. O günden bu yana gözü takıldı, annesi ile babası onu yanına çağırıverdi, çağırdı… Seide bu çağırışların akıbetinin ne olduğunu gayet iyi biliyordu. Bir ay önce Kasım, rüyasında dişinin düştüğünü görmüştü, fakat Kasım, böyle rüyalarda görülenleri bir şeye dayandırmanın hurafe olduğuna inanıyor ve bu sebepten dolayı kendisi de inanmıyordu. 

Çok zaman geçmeden üç kız gönülleri buruk ve kırık bir halde avluda belirdiler. Şimdi ise ne salatalık tuzlayıp turşusunu yapmak ne de eşinin misafirlerini ağırlamak için hazırlık yapmak da onların aklından silinip gitmişti. Seide’nin kızlarına sürekli olarak ettiği nasihatlerden sonuncusu kızlarını şaşkına çevirmişti. Avlunun ortasında dimdik duran babaları kızların gözlerine nedense kötü göründü. Kızlar, babalarına garip bir şekilde bakıp çok soğuk ve durgun bir vaziyette vedalaştılar. Kasım’ın içeride konuşulanlardan haberi yoktu, kızlarındaki garip değişikliği sezdi de, fakat “Annen ne dedi?” diye soramadı. Kasım, kızları gidince eve girdi. Seide’nin sırtındaki yastıklar alınmıştı. Şimdi ise Seide mecalsizce yatmış, tavana bakıyordu. Nefes alıp verişi endişe vericiydi. Vücudunda meydana gelen ağır ve güç eziyete karşı galip gelebilmek için zaman zaman inliyordu.

- Muharrem… Göğsümü azıcık bastır.

- Ağrısı göğsünde mi ki? diye düşünüyordu Kasım.

Muharrem şefkatli bir davranış ile:

- Ağrıyor mu? diye sordu ve sonra da:

 - Benim ellerim değil, Lokman Hekim’in elleri bunlar. Allah’ım, sen şifa ver, yarabbi… dedi.

Seide’nin kirpiklerinden iki damla gözyaşı süzüldü. Muharrem bunu görünce Kasım’a baktı da “Vaayyy, kızlar gitmeseydi olurdu.” diye fısıldadı. Seide gözlerini yumup yavaşça ağzını açmadan sanki bir şey çiğniyormuş gibi dudaklarını hareket ettirdi. Muharrem alçak sesle:

- Su alıp gel, temiz pamuk da…

Kasım, aceleyle pamuk bulamadığı için bir tas su ile içeri girdi. Bundan dolayı Muharrem yakınarak:

- Vayyy, bu erkek milleti işe yaramaz olarak yaratılmasa keşke. Dudağına damlat. Parmağın ile damlat.

Kasım, Muharrem’in söylediği gibi yaptı. Bu sırada Seide, birden gözlerini açtı. Tavanda bir şey arıyormuş gibi ciddileşti de, sonra… Yine gözlerini yaşça kapattı.

- Le İlahe İllallah, dedi Muharrem. Sonra Seide’nin başucuna geçerek çenesini tuttu ve Kasım’a:

- Hadi tamam, git, komşu kadınlara haber ver. Kızlara da, dedi. Kasım telaşlanarak ve şaşkınlıkla:

- Neden, ne oldu? Öldü mü? Bu kadar kolay mı can vermek… O kadar mütevazı… O kadar mütevazı ki… Ben onun kıymetini bilmeden yaşadım… Kıymetini bilemeden yaşadım ya…

Sonra…

…Seide’nin cenaze işlemleri bitti, cenazesi gömüldü ve üç gün olan matem süreci de geçti. Kasım “Kızlar gidince yalnız mı kalacağım? Geceleri Seide’nin ruhu benimle olur mu?” diye düşündü. Neime:

- Annemin kırkı çıkıncaya kadar annemin evinde yatacağız. Kırk gün boyunca ruhu bizden haberdar olurmuş.

Kasım, ses çıkarmadı. Fakat, içinden “Ölmeden gelip yanında yatsalardı olmaz mıydı?” diye ukdeli bir söz geçirdi. Seide’nin ve Kasım’ın kızları, annelerinin son nefesini verdiği odada, orta sehpa etrafında teyzeleri ile birlikte sohbet ederek oturuyorlardı. Bir dağdan, bir bağdan konuşulan laflar Kasım’ın hoşuna gitmiyordu. Kasım, kalbi sıkışınca dışarıya çıktı ve divana oturmuştu ki o sırada Muharrem evden çıkıp geldi ve Kasım’a yaklaşarak:

- Sürekli “Üf” çekip durma. Erkek adama yakışmaz, utanç sebebidir, dedi. Kasım da başını eğmiş bir şekilde homurdandı:

- Sıkılmadan, üzülmeden, daralmadan, böyle yapmadan olur mu? Ben onun kıymetini bilemedim… Bunun üzerine Muharrem:

- Vayy… Sürekli şöyle diyip durma. Kadrini tabii ki bildin. Eşini hoşnut etmeyenleri de yer, üzerinde taşıyıp duruyor ki! Seide, canım arkadaşım senden razı bir şekilde canını Allah’a teslim etti. Şükür et. 

Muharrem’in söylediklerini işiten Kasım başını kaldırarak:

- Seide kendisi söyledi mi? Muharrem:

- Kendin de duydun ya? Bana da özellikle söyledi.

Gerçekten… Söylemişti. Fakat gönlün teselli olması için bir tek “Razıyım.” sözünün söylenmesi yeterli midir ki? Seide, Kasım’dan razıydı, peki ya Kasım? Kasım kendisinden razı mıydı? Gönül tesellisi daha çok bu sorunun cevabına bağlıydı. Kasım bu düşüncesini karşısındaki kadına; Muharrem’e belli etmezdi. Kasım:

- Kızlar Seide’nin yanına girdiğinde, Seide kızlara ne demişti? Kızların kalpleri kırıldı, küstüler, ben sezdim. Muharrem:

- Kızlara mı?

Muharrem, Seide’nin kızlarına söylediği şeyleri kendini tutup Kasım’a söylemedi. Muharrem:

- Vakti geldiğinde kızların kendisi söyler. Endişe edip darlanmana gerek yok. Kasım:

- Bu kadar gizli miydi söylediği? Ne için bana söylemedi? Muharrem:

- Tüh, nasıl da unuttum, hay benim aklıma. Seide, sana söyleyeceklerini bir sayfa kâğıda mektup yazıp koymuştu. “Daha sonra Kasım kendisi alıp okur.” diye demişti ya. Kasım:

- Hani, nerede o mektubu? Muharrem:

- İçeride. Çin’den bir çaydanlık alıp gelmişsin. Onun içine koymuştu.

Kasım, yerinden kalkmıştı, fakat Muharrem onu yerine oturtturdu. Muharrem:

- Akşam vaktinde okuma, hayırlı olmaz. Yarın sabah gün ağardığından okursun.

Sonraki günlerde kim ne derse desin Kasım, edepli bir çocuk gibi herkese “Tamam.”  diye kulak verdi. Birisi bir gün gelip “Avluda odun yarmayın.” dedi. Başkasının lafına bakılsa badem kırmak da mümkün değildi. Kasım “Neden?” diye sordu oturmadan. “Olması gereken bu, usulü böyle olduğu için ki” diye söyledi o kişi. Eğer şimdi başka birisi gelip “Merhumenin can verdiği evin sıvasını döküp mezarlığa atmak gerek.” dese bile bunu yapmaktan da geri durmazdı. Muharrem’in Kasım’a mektubu sabah okumasını istemesinin sebebi de eğer mektupta Kasım’ın yüreğini sıkıştıracak sözler varsa gecesiyle huzursuz olmamasını istemesiydi. Bu yüzden gün ağardığında sabah okumasını önermişti. Kasım, bunun anlamını kavrayamadığı için:

- Böyle adet de mi varmış ki.” diye cevap verdi. Üç günlük matemde bitap düşen kadınlar uykuya daldılar. Kasım, kızlarının ısrarı üzerine odasına girip biraz yattı. O, bedenine hükmedemeyecek kadar yorgun olduğu için adeta uykuyu çağırıyordu. Fakat ihtiyatlı kirpikler kolaylıkla birbirine değmiyordi. Muharrem, Kasım’ı geceki huzursuzluğundan dolayı gözetleyip duruyordu. Fakat tam tersine Muharrem’in aklını Çin’den getirilen çaydanlığın içindeki mektup meşgul etti:

- Neden bana söylemedi sözünü? Neden yazdı? Bana söylemekten çekindi mi? Ne diye yazmış olabilir ki?

Muharrem, Kasım’a güya “Gece teselli olsun, normalleşip kendine gelsin.” diye karma karışık soruların düğümünün ipini atıp gitmişti. Kasım’ın yüreği güp güp heyecanlı bir şekilde attı ve yerinden birden doğruldu. Sabah gün ağarana kadar sabredemeyeceğini anlayınca mektubu alıp okuyacak oldu. Mektup, çaydanlığın içindeydi. Çaydanlık, dolapta. Dolap ise Seide’nin son nefesini verdiği odada idi. Odada kadınlar yatıyordu. Kasım, “Sessizce girip mektubu alıp çıkayım.” diye düşündü. Odada ışık kapanmamıştı. Kapıyı aralayıp içeri baktı. Dolabın yanında en küçük kızı yatıyordu. Tıpkı bir mektubu koruyacak gibi… Dolaba ulaşmadan önce iki baldızının da üzerinden atlayarak geçmesi gerekiyordu. Kasım, çaresizliğinden üzülerek kapıyı kapattı. Fakat sonrasında odasına gitmedi ve avluya çıkınca:

- Ben onun kıymetini bilemedim… O, benden razı olmuştu… Belki de dil ucuyla söylemiştir… Kalbindekini kâğıda yazmıştır… Neleri yazmış olabilir ki? Belki… O, ilk kez…”

…ilk ihaneti…

Yıllar oldu buna. Fakat Kasım, olayı bütünüyle, ayrıntılarıyla ve başından sonuna kadar hatırlıyordu. Kasım hatırlıyorsa Seide de unutmamıştır. Kadın için üç tane ölüm vardır: 

Birincisi, bedenen ölmesidir. Bu dünyayı terk eder. Fakat bu ana kadar kaç defa ölüp dirilir, bir gözünü açtığında. 

İkincisi, kendi üzerine kuma geldiğindedir. Geçmişte açık olarak erkeğin eşi üzerine eş almasıdır. Şimdikilerin bazıları bazen sayısız kez evlenir, ancak gizli gizli, dikkat çekmeden! Belki de “Eşim duyunca yanıp kül olmasın ya da ölüp ölüp dirilmesin.” diye iyi bir maksatta gizli gizli, dikkat çekmeden iş yapıyorlar. Allah biliyor, şimdi bu durumu biz günahkâr kullara karanlıktır. Böylece ilk ihanette Seide ilk kez ölmüştü. Kasım’ın şansının güldüğü zamanlardı. Üç yıl yurtdışında çalıştı ve helal para kazandı, dürüst oldu. Evlendi. Seide’nin Kasım’a attığı adım kutlu gelmişti ve Kasım, yurtdışında çalışarak biriktirdiği paraya Volga[5] marka otomobil almıştı. İyi bir kurumda işe yerleşmişti. Yakışıklı, boylu poslu genç, işe Volga marka arabasıyla gidiyordu. Parmağında ise otomobilin anahtarını fırıl fırıl döndürüyordu.

 Mahallelerinde güzel, gülüşleri tatlı ve şirin, genç evli bir kadın vardı. Bu genç evli kadın bir gün yalvarırcasına bir tonda:

- Sağlığım yerinde değil, birden fenalaştım, görmüyor musunuz, farkında değil misin? dedi. Gördü, farkına vardı Kasım. 

Genç evli kadın:

- Kocam çok seyahate çıkar, şimdi hala daha seyahatte.

Bunun üzerine Kasım “Kocasının seyahatte olduğunu boşuna söylemiyor?” diye düşündü kendi kendine. Genç evli kadın:

- Eve girin, buyurun. Brezilya kahvesinden bir fincan için.

Âdem ile Havva şeytan vesvesesine esir olduklarında birleşmelerinden önce elma yemişler, şimdikiler ise kahve içse yeterli... Kasım, evlenmeden önce olanları ihanet olarak hesaplamıyordu. Bunlar bekârlığa özgü gönlün hoşluklarıydı. Evlendiğinde bu yola adım atmamaya yemin etmişti. Bu genç ve evli kadın Kasım’ı evine alınca dudağını uzatmış bir şekilde durduktan sonra ne yapsın? Kahve içse ayıp olmaz mı ki…  Genç evli kadının hesabı mı şaşmıştı yoksa kocasının gönlü bu ihaneti sezip seyahat süresini mi kısaltmıştı? Herhalde. Bu kadın bembeyaz bulutların üzerinde sarhoş bir şekilde yüzerken bu sırada kapının zili çaldı. Kasım, apar topar giyinerek ikinci kattan atladı. Arabada giderken yüksekten atladığı halde ayaklarının yaralanmamasına bir sevindi, komşuların görmemesine ve hırsız diye şüphelenmemelerine ayrı bir sevindi. “Bu yola artık bir daha girmem de, bu yolda yürümem de.” diye yemin etti…

…evde ise…

Bir kadının burnundan daha duyarlı ve hassas bir şey yoktur. Seide, yabancı kokuyu hemencecik sezdi. Fakat, “Herhalde bana öyle gelmiştir.” diyerek kendini avuttu. Kasım, yatma vakti geldiğinde soyunurken ise ters giyilen bir iç çamaşırı şüpheyi doğruladı. Seide, o anda kavga etmedi. Fakat… Kasım’ı kırk gün kendine yaklaştırmadı. Kasım, şimdi ise o olayı hatırladı. “İhanetti.” diye itiraf etti. Bunca yıldan beri bütün suçu o genç evli kadına yüklerdi. Şimdi ise kendisi de farkında olmadan ihanet ettiğini üzerine aldı:

- Seide’nin o gün beni bırakıp gitmesi mümkündü. Ama o, gitmedi. Neden gitmedi? Mektuba bunun sebebini mi yazdı ki? Her durumda bir kadın değil, melekti… Değerini bilemedim… 

Kasım, yerinden doğrulup pencereye doğru gitti. İçeride kadınlar aynı vaziyette yatmaya devam ediyorlardı. Mektubun durduğu dolap sanki kale gibi, kadınlar ise muhafız gibiydi… Kasım, “Hayır Seide, böyle lafları eşmezdi.” dedi divana dönük bir şekilde. Sonra:

- Bunca yıl bir şey demeden, hiç ses çıkarmadan. Şimdi yazıp gitti mi? Sonra aldattığımı anladığı zaman da gık dememişti… Belki… “Bozuk, iffetsiz!” diyerek küfrettiğimi mi yazdı ki? “Sen o şekilde bana iftira attın, bu iftirayı affedemem.” mi dedi ki? İftiraydı… Doğru… Bu durum “Korkan önce yumruk kaldırır.” sözünün hayattaki kanıtı olmuştu. 

Yabancıları Moskova’dan getiren tercüman kız argo bir tabir ile kaymak gibiydi. O zamana kadar yeminini tekrar tekrar bozan Kasım için bir defa daha günaha batması hiç görülmemiş bir şey değildi. Kasım, kafe tarafına doğru gittiği sırada kafenin terasında dondurma yiyen eşi Seide ile büyük kızı Neime’yi gördü ki, “Yakalandım.” diye kalbinde şiddetli çarpıntı bir olmuştu. Doğru, yakalanmıştı. Fakat Seide, kızı karşısında Kasım’ı rezil etmek istemedi. Umursamazca oturuverdi. O sırada onların yanındaki boş sandalyeye bir kişi gelip oturdu. Nedendir bilinmez, Neime’ye gülümsedi. Dondurma yemeyi bitirdikten sonra Seide ile kızı Neime kalktı. Tanımadıkları bu yabancı, kafede; oturduğu sandalyede kaldı. Onun yabancılığı gün gibi aşikârdı. O anda Kasım’ın içinde şüphe uyanmamıştı. Şüphe, daha doğrusu mazeret eve döndüğünde baş kaldırdı. Birdenbire Kasım:

- Kimlerle dondurma yiyorsun? dedi Seide’ye.

Seide, böyle bir saldırıyı beklememişti, bu yüzden şaşırıp kaldı. Kasım ise bunun üzerine iyice sinirlenerek şiddetli bir şekilde, gayriihtiyarî “Rezil, iffetsiz bozuk kadın!” diye konuştu. Söylemesine söyledi ya, dilini dişledi. Seide bunun üzerine bir gün ağladı ve ertesi gün ise gözleri ağlamaktan dolayı kızarmıştı. Kasım, yanlış bir iş yapığını bilse de, amacı kendini aklamak olduğu için çekinmedi ve Seide’den özür de dilemedi.

Aradan günler, aylar geçip gitti. Bu hoşnutsuzluk unutulmuş gibi oldu. “Acaba olanları unutmadı mı ki?” diye düşündü Kasım.

- Belki… “Sen, kendin rezil, iffetsiz bozuk kadın diyerek bana böyle iftira atmıştın ya…” diye yazdı mı ki? Yazsa da hakkı var. Hiç olmasa bile o söz için özür dilemeliydim. Ama dilemedim ki…  Çok kötü oldu. Eğer bunu hatırlamışsa da ve beddua ede ede yazmışsa da razıyım. Hakkı var çünkü… Fakat… O, bunu yazmaz. Yüzüme söylemeyen insan ölümünden önce de yazmaz. O mektupta ne yazıyor? Belki… “Babamı sürekli arayıp sorun, ondan haberdar olun.” demiştir?

Bu düşünce Kasım’ın karanlık düşüncelerini aydınlatmış gibi oldu.

- Evet, bunu yazmıştır. Babası ile barışmamı ve çekişmememi isterdi. “Git, özür dile, eve alıp gel, birlikte yaşayın.” demiştir.

Kasım, kayınpederini hatırlayınca vücudu ürpermiş gibi titredi. O, o anda kayınpederiyle kendi kaderinin benzerliğinin aynı olduğunu gördü. Kayınpederinde de üç kız, Kasım’da da üç kız. Kayınpederi de elli yaşını doldurur doldurmaz dul kalmış, Kasım da… Fakat… Şimdi hangi damadı Kasım’ı götürüp huzurevine bırakacak? Seide’nin babası Seide’yi severdi. Seide’nin de babasına olan sevgisi oldukça yüksekti. Seide, babasını birlikte yaşamaya ikna ettiğinde Kasım ise tersi yönde bir tavır almıştı. Kayınpederi ile birlikte yaşamak istememişti. “Evi satıp, babanı huzurevine verelim, arayıp sorarız, haberdar oluruz.” dedi. Seide ağlamaya başladı. Fakat kocasıyla bu sefer de tartışmadı. Sevgisizlikle suçlamadı. 

““Döner dünya” diye bahsedilen şey bu mu?” diye düşündü Kasım.

- O sözüm için şimdi cezalandırıldım mı? Seide, bunun için mi beni bırakıp gitti? Hangi damadım alıp götürecek beni… Yok, hayır!

Kasım’ın göğsü sıkıştı ve nefesi daraldı. Mutfağa girip soğuk su içti. Dışarıya doğru çıkarken nedendir bilinmez düşüp yere yığıldı. Gürültüye uyanan Nilüfer yerinden kalkıp dışarıya çıktı. Nilüfer:

- Baba, tadın iyice mi kaçtı? dedi Nilüfer şefkatli bir şekilde. Kasım da buna karşılık başını salladı. Nilüfer:

- Azıcık uyusan iyi olurdu.

O sırada şafağın sökme sürecine girdiğinin habercisi olan sabah ezanı, yüksek sesle duyuldu.

- Gün ağarmaya başlayacak, baba, yatıp uyu. Kasım:

- Kızım, Çin’den alıp geldiğim çaydanlığım var ya? Biliyorsun değil mi? İşte onun içinde mektup varmış, mektubu alıp da gel.

- Şimdi mi? diyerek şaşırdı Nilüfer. Kasım:

- Evet, şimdi. Fakat… Okuma, tamam mı? Dur Nilüfer! Son gün, annen benim dışarı çıkmamı isteyince, ben dışarıdayken sizlere neler söyledi?

Nilüfer, unuttuğu şeyleri hatırlamaya çalışır gibi yere bakarak biraz sakince kaldı. Kasım, “Çabucak cevap versen.” diye Nilüfer’i sıkıştırdı. Seide, o gün kızlara “Eğer ben ölürsem, kırk gün sonra babanızı evlendirin.” demişti. Nilüfer, bunu babasına söyleyemedi. “Şimdi aklımda yok, hatırlayamadım, ablam kalkınca söyler.” der demez çabuk çabuk yürüyerek odadan tarafa gitti. Zaman geçmeden avuç içi büyüklüğünde bir kâğıt alıp geldi. Kasım, mutfağa girince katlanmış kâğıdı açtı da lambanın ışığına tuttu. Mektup birkaç satırdan ibaretti:

“Bir kişi durmadan otobüse selam verirmiş. Sebebi sorulduğunda da “Bu otobüs damat tarafının hürmetinden kızımın gelin olduğu mahalleden geçecek.” diye cevap vermiş. “Damadı peygamberler mükâfatlandırır.” diye söylenir. Kasım, çok söyledim, kulak asmadın. Şimdi son isteğimi yerine getir. Damatların geldiğinde eğer oturuyorsan yerinden kalkıp onlarla selamlaş, tamam mı?”

Kasım, mektubu iki defa okuduktan sonra mutfaktan çıktı. Devamı var mı diye kâğıdın arkasına da baktı. Sonra… Göğsünü şişirdi ve ağlamaya başladı. Kendini durduramadı ve haykıra haykıra ağladı.

Sözün kısası şöyle demek gerek: Allah’ım kullarını Kasım gibi olmaktan sen koru. Âmin ya rabbil âlemin!

 

KAYNAKÇA

https://ziyouz.uz/ozbek-nasri/tohir-malik/tohir-malik-vasiyatnoma-hikoya/ (Erişim Tarihi: 29.04.2021)

 


 

[1] Pirinç, et ve çeşitli sebzelerle pişirilen sulu yemek.

[2] Avlu, kale, saray, karargâhın büyük kapısı, odanın büyük kapısı, saray içinde bir yerden bir yere geçmek için kullanılan büyük kapı, fabrika gibi büyük yapıların büyük kapısı. Ana kapı. Eski zamanda, büyük şehirlerin girişlerinde bulunan, şehirlere girmek için geçilen, giriş yapılan yer, kapı. Sınır kapısı.

[3] Özbek mutfağında da yer alan ve içine et, soğan, kuyruk yağı veya böbrek yağı katılan börek.

[4] İnce doğranmış at eti ve hamurdan yapılmış yemek.

[5] Rusya’ya ait otomobil markası.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 191. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 191. Sayı