Yengem


 01 Mart 2024


 

 

  • Kalkın artık, öğlen oldu. Babası olanlar altı, anası olanlar iki kez doydu.

Annem, böyle bağırdıktan sonra kovalarını tangır tungur mutfağa bıraktı. Ardından süt makinesini çalıştırmaya başladı. 

Annem, genelde erken kalkar. Daha güneş doğmadan öğlen olduğunu iddia eder durur.

Mutfaktan mis gibi kaynamış süt kokusu gelmeye başladı. Kalkıp giyindim ve uykulu gözlerle dışarı çıktım. Annem, bir yandan süt makinesini çeviriyor, diğer yandan da söyleniyordu.

  • Henüz hiçbir şeyimiz hazır değil. Duvar inşaatı ne zaman bitecek? Yakacak odunlar da henüz toplanmadı. Koyunları meradan ne zaman getireceklerini de bilmiyorum. Bu gidişle millete rezil kepaze olmazsak iyi. Bu halimizle nasıl gelin alacağız?

Söylediklerinin çoğu babamı ve ağabeyimi ilgilendirdiği için üzerime alınmadım. Hâlâ küçük bir kızdım. Ancak, annem iş buyurduğu zaman hemen koşturur, komşu teyzenin dediği gibi, işleri bir çırpıda bitirirdim. Ancak yine de annemi memnun edemezdim. Azıcık geç kalsam küplere binerdi. Ben olmasam kime iş buyururdu, bilmem.

Yakında Sultan ağabeyim evlenecek. Annemle babam düğün hazırlıklarına başladılar bile. Sultan ağabeyim askerden döneli ve kolhoz çiftliğinde şoför olarak çalışmaya başlayalı iki yıl oldu. Komşu köyden bir kızla konuşuyormuş. Sonrasında birbirlerine evlilik sözü vermişler.

  • Acele etme, anne babasını araştıralım. Görmeden, bilmeden gelin mi alacağız? - dedi annem.
  • Araştırıp ne yapacaksın? Babası orman bekçisi. Annesi öğretmen. Üç kızları var. Benimle evlenecek olanı ortancası. Tamam mı? - dedi Sultan ağabeyim anneme çıkışarak.
  •  “Bir de tamam mı” diye soruyor. Tamam değil tabi ki! En azından annesiyle yüz yüze konuşalım.  Şuna bak, bilmiş bilmiş konuşuyor bir de. “Anasını gör kızını al” diye boşuna dememişler.

O sırada elma ağacının gölgesinde tırpanını bilemekte olan babam söze karıştı.

  • Görüp ne yapacaksın? Oğlun beğendiyse gerisi boş. Alsın, getirsin. Zaten kimin nesi olduğunu anlattı. Hem öğretmenin kızı kötü olur mu?
  • Öğretmense bana ne bundan? Biz ne öğretmenler gördük. Kızını görmemiz lazım, görgülü, bilgili mi? Bir evi çekip çevirebilir mi?

 Annem birkaç bir şey daha söyledi ve elinde kovasıyla dışarı çıktı. Ama ben biliyorum ki,  babamın dediği gibi olacak. Gelin adayını herhangi bir sınava tabi tutmayacağız.

İşin doğrusu, annem asabi, aceleci biri. İstediği olmayınca sinirleri bozulur.  Kızdığında hepimizi bir güzel paylar. Evdeki huzuru bir anda bozuverir. Bacaklarını uzatıp şöyle sakince oturduğunu, bize gülümseyerek baktığını, bizi okşayıp, sevdiğini bir kez olsun görmedim. Evdeki bitmek bilmeyen işlerle meşgul olur durur. Diyelim ki bir iş tamamlanmadı, anında huzuru kaçar. Ama hakkını da vermek gerekir ki, kendisi çok temiz ve titiz bir kadındır.  “Fakir yemenisini yamarken dinlenir” atasözünde olduğu gibi, annem de boş zamanlarında elma ağacının gölgesine yer yatağını serer; ya şırdak[i] nakşeder ya yün ayıklar ya da kilim dokur. Bizi de boş bırakmaz tabi. Bir yandan iş yaparken diğer yandan bize iş buyurur, bağırıp durur. Diyelim ki evdesin ve uzun süre çıkmadın, kendi deyimiyle, “bacağına vura vura” dışarı çıkarır. Annem temiz ve düzenli biri olduğu için ve her işi zamanında bitirmek istediği için, köydeki gelinler annemden “pür-i pak yenge” diye bahseder. 

  Babam ise sakin, sabırlı, gerekmedikçe kimseyle konuşmayan birisi. Anneme pek aldırmaz. Ilgın otlarını biçer, söğütleri budar, elma bahçesini sular. İşleri acele etmeden yapar. Yeri geldiğinde annemi dizginlemesini de bilir. Olur da annem konuşmayı fazla kaçıracak olursa "Kes şunu, dinleyecek kulak bırakmadın, beynimi yedin" diye bağırır ve annemi susturur. 

  Neyse ki, evdeki yorganlar, döşekler, kilim ve keçeler güneşe serilip havalandırıldı. Evin boya badanası yapıldı, kapı, pencereler tamir edildi. Sıvası dökülmekte olan harabe ahır yıkılıp yerine yenisi yapıldı. Yani hazırlıklar neredeyse tamamlandı. “Araba kullanmaktan başka bir şey bilmez” denen tembel ağabeyim de işin ucundan tuttu. Hatta öylesine koşturdu ki, uzun süredir bekleyen işlerin neredeyse tamamını babamla birlikte bir çırpıda bitiriverdiler. 

Gelinin geleceği gün ocağın yanına bol miktarda yakacak odun toplandı, komşulardan büyük bir kazan, kap kaçak ve semaver getirildi. Sabah annem ve eltileri pişi yaptılar.Ben durmadan pişi taşıdım. Herkes çok mutluydu. Böyle bir günde mutlu olmayan eltiler daha ne zaman mutlu olacaktı ki? Babam kurban kesti. Etler, haşlanmak üzere büyük bir kazana konuldu. Başka bir tencerede de kavurma yapıldı. Daha gelin gelmeden akrabalarımız evi doldurmuştu. Sultan ağabeyimin arkadaşları giyinmiş kuşanmışlardı. Neşe içinde evin etrafında dolanıp durdular. Uzun zamandır beklediğimiz düğün için hazırlıklar artık neredeyse bitmişti.

O sıralarda ben on üç yaşında genç bir kızdım. O gün de annemin işi bensiz bitmiyor, durmadan iş buyuruyordu. Ben ise müstakbel yengemi bir an önce görmek istiyor, herkesten daha çok heyecanlanıyordum. Bilirsiniz, yeni gelinler, tıpkı beyaz yazmaları gibi narin, güzel, hoş ve naziktirler. Köydeki tüm yeni gelinler öyle...

Tam o sırada - eyvah, kalkın hadi, gelin geliyor- diye bir ses duyuldu. Herkes birden ayağa kalktı. Annemin heyecandan eli ayağı birbirine dolandı. Gün batmak üzereydi. Kornasını çalarak gelen gelin arabası yeni boyanmış ahşap kapının önünde duruverdi. Gençler gelini arabadan indirdiler. Annemin eltileri de gelini, ellerinden tuttukları gibi evin içerisine aldılar. Ben ise avlunun tam ortasında donakalmıştım. Kalabalık arasından yengemin yüzünü tam göremedim. Tek gördüğüm uzun kırmızı elbisesinin eteklerinin dalgalandığıydı. Kırmızı ayakkabılarla kapıdan içeri girmişti. Biz çocuklar, büyüklerden sonra eve girmek istedik ama, “Siz ayağımıza takılmayın, hadi gidin, az ötede oynayın, sonra girer, görürsünüz” sözleriyle bizi uzaklaştırmışlardı.

  Fırsatını bulup gelin odasına girdiğimde başında beyaz örtüsüyle nazlı nazlı oturan yengemi gördüm. Bana gülümseyerek baktı ve yanına çağırdı.

- Gel canım, Hadi, otur yanıma, adın ne?

- Akılay- dedim ürkek bir tavırla.

- “Akılay mı? Çok güzel bir adın varmış? Benim adım da Gülsana” dedi.

  Gülsana yengemin yanına gidip oturduğumda burnuma harika bir parfüm kokusu geldi. Tıpkı yayladaki çiçeklerin kokusunu andırıyordu. Annemin giydirdiği uzun ipek elbisesi üzerine cuk oturmuştu. Beyaz yazması narin yüzüne çok yakışmıştı. Bileğine taktığı gümüş bileziği, ışıltılı gözleri, çenesindeki bezelye tanesi kadar beni… Ah… her şeyiyle muhteşemdi. Tek örgülü uzun saçları kıvrım kıvrım kıvrılıyor, parıl parıl parlıyordu. 

  O gün tek isteğim, hiç ayrılmadan Gülsana yengemin yanında oturmaktı. Ama annem işte, huyu kurusun, sürekli beni çağırıyor, devamlı bir iş buyuruyordu. Ben ise annemin buyurduğu işleri hemencecik hallediyor, gerisin geriye gelin odasına koşuyordum. Köydeki kadınlar ve komşu teyzeler, yengeme beyaz yazma takıyor, yaşlı kadınlar el açıp dua ediyor, bazıları da şeker dağıtarak küçük çocukları sevindiriyordu.   Ben ise mütemadiyen Gülsana yengemin kimsede olmayan nazikliğine, su gibi güzelliğine bakıyor, baktıkça hayran kalıyor ve kendimce bir de gurur duyuyordum. O sırada yengem ince çizgili tarağıyla saçlarımı nazikçe taradı, çantasından çıkarttığı parlak, boncuklu saç tokasını güzelce ördüğü saçlarıma taktı. 

   O günden sonra yengem Gülsana'nın yanından hiç ayrılmadım. Okul biter bitmez aceleyle eve dönerdim. Ev işlerini birlikte yapardık. Bir gün bana güzel bir broş, bir kutu sakız, güzel kokulu yüz kremi ve sıvı sabun hediye etti. Sıvı sabunu ilk kez o zaman gördüm.

 Ağabeyim akşam işten döndüğünde yengemle yalnız kalmak isterdi. “Hadi, az ileride oyna” der, beni yanlarından uzaklaştırırdı. Ne olurdu sanki onların yanında kalsam ve ne konuştuklarını dinlesem? İçten içe yengemi kıskanır, ağabeyime kızardım. Yanlarından zor ayrılırdım. Uzaklaşmasına uzaklaşırdım ama yine de ikisini gözetlemekten kendimi alıkoyamazdım. Kendi başlarına kaldıklarında özel şeyler konuşurlardı. Bazen yengem ağabeyimin boynuna sarılır, nazlanırdı. Beni küçük görüp, çocuk muamelesi yapmalarına kırılırdım. “Çocuk değilim ki ben, onlar ne biliyorsa ben de biliyorum”, diye düşünürdüm. Dahası bir an önce büyümek, ipek elbise giymek, güzel kokulu parfümler sürmek, Gülsana yengem gibi sevimli, nazlı bir gelin olmak ve en önemlisi başkalarını kendime hayran bırakmak istiyordum. “Keşke, keşke çabucak büyüsem” diye tatlı hayallere kapılıyordum. 

Günler günleri kovaladı derken yengem bize gelin geleli bir yıl oldu. Bana kalsa, gelin odasından hiç çıkarmazdım. Ama öyle olmadı tabi. Annem yeni gelinine de çok sert davrandı. Yengemin gelin gelmesinden iki üç gün sonra ayağına galoş giydirip, üzerine önlük taktı, evi çekip çevirmesini istedi. Ama yengem de bayağı becerikli çıktı. Her işini düzgün yaptı. Kirli bulaşıklardan eser kalmadı. Kaşıklar parladı, mutfak mis gibi koktu. Yengem, pencere pervazlarında ve bahçe girişinde rengarenk çiçekler yetiştirdi. Onun elinin değdiği her yer çiçek açtı. Git gide evimizin düzenine de alıştı. Uzun yıllardır bizimle yaşayan biri gibi oldu. Sabah akşam durmadan ev işleriyle meşgul olmasına rağmen öz bakımından da ödün vermedi. Yeni gelin geldiği günkü gibi güzel, harika kokmaya devam etti. Yatmadan önce dişlerimi fırçalamam, yüzüme krem sürmem ve saçlarımı gevşek bırakmam gerektiğini öğretti bana. Yüz ve saçların gece dinlendirilmesi gerektiğini anlattı. Annem ise yengemin ayna karşısında bakım yapmasından hiç hazzetmedi.

Sultan Ağabeyim kolhoz başkanının şoförüydü. Başkanı gün boyu üç köy arasında taşıyıp dururdu. Yayladaki çobanları, tarlalardaki çiftçileri görmeye gider, ilçedeki toplantılara katılırlardı. Bazen iki üç günlüğüne Frunze'ye gittiği bile olurdu. Kolhoz başkanı nereye Sultan abim oraya.  Bazı günlerde kolhozun kasiyerini, esnafı, doktoru taşıdığı bile olurdu. Babamın dediği gibi kolhozun işi boş bırakılmaya gelmezdi. Hâl böyleyken ağabeyimin eve erken döndüğü tek bir gün bile olmadı.

Aradan dört yıl geçti. O sıralarda ben 8. sınıfa gidiyordum. Son günlerde yengemin keyfi yerinde değildi. Tek başına derin düşüncelere dalıyor ve mahzunlaşıyordu. O güzel gözlerini keder kaplamıştı. Artık benimle de eskisi kadar sohbet etmiyordu. Ben ise gözlerinin içine bakıyor, derdini anlamak için debeleniyordum.  Ne yaşıyor acaba? Ağabeyime mi gücendi, yoksa istediği bir şey mi olmadı? Baba evine mi dönmek istiyor? Yoksa annemden ağır bir söz mü işitti? Bu sorularla boğuşup duruyordum. Yengeme gitgide garip bir durgunluk çökmeye başladı. Nedenini sormaya cesaret edemiyordum. Sorsam söyler miydi? Onun bu halini gördükçe benim de kalbim acıyor, onun için endişeleniyordum. Yengeme elimden geldiğince yardım etmek istiyordum.  En azından yükü hafiflesin diye ev işlerinde yardımcı oluyordum. Ağabeyimin işten eve döndüğü vakitlerde de sürekli gözüm üstlerinde oluyor, çaktırmadan ilişkilerini takip ediyordum.

Bir gün kendi aralarında tartıştıklarına şahit oldum. Yengem "tezgahtar kadın, tezgahtar kadın..." deyip duruyordu. “Tezgahtar kadın” lafını daha önce de duyduğumu anımsadım. Evet, dükkânda çalışan o ablayı hatırladım. Köylüler nedense sık ​​sık onun hakkında konuşurlardı. Işıl ışıl gözleri, keman gibi kaşları, uzun kirpikleri ve kıvırcık saçlarıyla adeta bir sanatçıyı andırırdı. Eşiyle yalnızca bir aylık evli kaldığı, sonrasında boşandığı söyleniyordu. Her zaman güler yüzlüydü. Dükkâna gittiğimizde ojeli tırnakları, rujlu dudakları ve siyah kirpiklerinden gözlerimizi alamazdık. Güzel parmaklarıyla abaküsü nasıl da güzel kullanırdı! O teraziye bakarken biz de onun gözlerine bakardık. Dükkâna ilçe merkezinden gelip giderdi. 

– “Roza geldiğinden beri bütün erkekler dükkânın etrafında dört dönmeye başladı”- demeye başlamıştı annemler. Bazen dükkânın önünde Sultan ağabeyimin de arabasını görürdüm. Kadın, bazen köyden ilçeye giden son otobüsü kaçırırdı. Kolhoz başkanından arabasını isteyince de Sultan ağabeyim onu evine götürmek zorunda kalırdı. Zaten Sultan ağabeyim de tezgahtarı evine bıraktığı saklamazdı. 

Yengemin neden üzgün olduğunu işte o zaman anladım. Meğer Sultan ağabeyimi o kadından kıskanıyor, o yüzden tartışıyorlarmış.

Ağabeyim eşinin sorularını doğru düzgün cevaplamadı. Sert ve kısa cevaplar verdikten sonra odasından çıkıp, hışımla askıdaki ceketini alıp giydi. Ardından kapıyı sertçe çarparak dışarı çıktı. Ben ise olan biteni mutfaktan izledim. Ağabeyim gittikten sonra yengem uzun süre odasından çıkmadı. Ne yapıyordu? Gidip baksam mı, diye düşündüm. Ya ağlıyorsa? Fakat yanına gitmeye cesaret edemedim. Yine de üzgün olduğunu tüm kalbimle hissedebiliyordum. Bir süre sonra yengem odasından çıktı ve mutfaktaki boş kovaları alıp su almaya gitti. 

-    Yengecim, ben de seninle geleyim mi? 

- “Hayır, tek başıma gitmek istiyorum”- dedi. Ağlamıştı. Gözleri şişmiş ve kıpkırmızı olmuştu. Bahçe kapısından çıkan yengem yaya yolunu takip ederek su almaya gitti.

Suyu, vadideki büyük dereden alırdık. Yengemi anlıyordum. Evden biraz uzaklaşmak ve kimseye gözükmeden kendini toparlamak istiyordu. Peki, dedim kendi kendime, kendini böyle teselli etsin, kim bilir, belki de su alıp gelinceye kadar kırgınlığı geçer.

O gün yengemin yapacağı işlerin çoğunu ben hallettim. "Keşke ikisi hiç kavga etmeseler, ilk günlerdeki tutkulu ilişkileri yeniden alevlense, yengem de hiç üzülmese" diyordum. Artık güler yüzlü Roza denen o kadını da sevmemeye başladım. Madem yengem beğenmiyor, ben ne diye seveyim.

Ağabeyimle yengemin gerginliği bir hafta daha devam etti. Sürekli homurdandılar, kendi aralarında tartıştılar, sağlıklı bir iletişim kuramadılar. Hatta, yengem bir gün gecenin bir yarısında yanıma gelip, benimle uyumaya başladı. Ağabeyim ise karnını doyurdu mu doğruca işe... Evde oturup acı çeken ve üzülen sadece yengem oldu. Onların gelgitli ilişkileri beni de kötü etkilemişti. Annem gelininin üzüldüğünü fark ediyordu, bir şeylerin ters gittiğini bal gibi biliyordu. Ancak ağzını açıp, tek bir kelime etmiyordu. Ne yaşadıklarını bir türlü sormuyordu.

Bir keresinde ağabeyimle yengem gece boyunca tartıştılar. Yine Roza yüzünden kavga ediyorlar diye düşünüp endişelenmeye başladım. Bir süre sonra ağabeyim kapıyı çarparak odadan çıktı. Kapı önündeki ayakkabıları fırlatıp attıktan sonra, burnundan soluyarak bir sigara yaktı. Sonra da avluda bir ileri bir geri yürümeye başladı. 

Genelde her şeye karışan annemden, ikisi kavga ettiklerinde ses seda çıkmazdı. Kavganın ertesi günü, yengemin elbiselerini toplayıp büyük bir valize koymakta olduğunu gördüm. Gerçekten gider mi diye düşünüp, dışarı fırladım.  Annem elma bahçesinde oturmuş, elindeki nakışı işliyordu. Hemen yanına gidip, yengemin gitmeye hazırlandığını söyledim. Ağzını açıp tek bir kelime etmedi, kılını bile kıpırdatmadı. Tam tersine yargılıyormuşçasına bana ters ters baktı. Burnunun üzerine düşen gözlüğünü yukarı kaldırıp, elindeki nakışı işlemeye devam etti. Tekrar koşarak eve girdim. Yengem, ilk gelin geldiği gün giydiği kırmızı ayakkabılarını giymişti. Tekerlekli valizini sürükleyerek dışarı çıkmak üzereydi.

- “Nereye gidiyorsun yenge” dedim suçlu benmişim gibi.

Sessizce bana baktı, hafifçe tebessüm ettikten sonra alnımdan öptü. Gülümseyişinde bir pişmanlık vardı. Evden avluya çıktı. Annemi görmezden gelerek çıkıp gitti. Annem de onu fark etmemişçesine elindeki nakşı işlemeye devam etti. Keşke şu an ağabeyim gelse… Onu bu halde bırakmaz, geri getirir diye düşünüp sokağa baktım. Ama o da gelmedi. Gülsana yengem gitti. Arkasından bakmak için kapıya yöneldiğimde annem:

 – Nereye gidiyorsun? Hemen eve gir! – diye azarladı.

O gün içim parçalandı, o kadar üzüldüm ki soluksuz ağladım. Yengeme “gitme” diyemediğime, elinden tutup eve geri getirmediğime pişman oldum. Gözyaşlarım sel gibi aktı. Gerçi, beni dinler miydi? Sanmam. Çünkü onun için ben hala küçük bir kız çocuğuydum. Ama yine de her şeyi anlıyordum. Çocuk olsam da anlıyordum. Ağabeyime küstüğü için gitmişti. Ben annemin tavrına da üzüldüm. Neden gelinine ağzını açıp tek bir kelime söylemedi. Neden “Nereye gidiyorsun, ne oldu” diye sormadı? Neden onun gidişine bu kadar kayıtsız kaldı? “Giderse gitsin” mi dedi?

  Evi terk eden yengemin peşinden hiç kimse gitmedi. Ağabeyim somurtarak arabasını sürmeye devam etti. Yengem de geri dönmedi. Niye dönsün ki zaten. O gittikten sonra evimizin huzuru kaçtı, bomboş, başıboş kalmış gibiydik.  Pencere pervazındaki ve avludaki çiçekler de yetim kaldı. Yengemin olduğu günlerdeki gibi çiçek açmadılar bir daha. 

                                                  х х х х х

  Aradan yıllar geçti. Ben ortaokuldan mezun olunca Frunze'deki pedagoji enstitüsünde eğitimime devam ettim. Ağabeyim de başka biriyle evlendi. Yeni yengem daha önce evlenip boşanmış, ağabeyimle aynı yaşlarda, tombul bir kadındı. İkisinin beş çocuğu oldu. Birbiri ardına çocuk doğurduğu için midir bilmem, saçlarını doğru dürüst taramaz, evi de temiz tutamazdı. Yeni yengemi Gülsana yengemin yerine koyamadım. O da benimle pek ilgilenmedi. Yıldızımız pek barışmadı yani. 

Giden yengemden bir süre haber alamadık. Daha sonra şehirde olduğunu söylediler. Başka da bir şey duymadık. 

Yıllar yılları kovaladı. Ben üniversiteden mezun oldum. Çok geçmeden evlendim. Hayat işte, her birimiz kendi derdimize düştük. Açıkçası Gülsana yengem de artık aklımdan çıkmıştı.

  Artık ben de otuzlu yaşlardaydım ve iki çocuğum vardı. Bir gün yakın tanıdıklarımızın yeni doğmuş bebekleri için yaptığı beşik töreni için bir restorana gittik. Çok kalabalıktı. Partinin tam ortasında biraz kafa dinlemek üzere dışarı çıktım. O sırada kapı önünde duran hoş görünümlü, sarı çiçekli elbiseli topuz saçlı, beyaz tenli bir kadının bana baktığını fark ettim. Onun da yüzü bana tanıdık geldi.  Yanından geçtikten sonra kim olduğunu hatırlamaya çalışarak bir kez daha dönüp baktım. O sırada o da bana bakıyordu. Gözlerimizi birbirimize kenetleyip bir süre daha bakıştık. Kimdi bu, nerede görmüştüm? Gözleri tanıdıktı ama bir türlü kim olduğunu çıkartamıyordum. 

Geri yerlerimize oturduk. Tam o sırada hatırlayıverdim. Az önce gördüğüm Gülsana yengemdi! Evet, ta kendisiydi! Demek ki; ben de ona tanıdık gelmişim. Hemen kalabalığın arasından sarı çiçekli elbiseli yengemi aramaya başladım. Az ilerideki masada kendi yaşıtlarıyla oturmuş, bir şeyler içiyorlardı. Beni görür görmez o da ayağa kalktı. Beni hatırlamıştı. Çenesinin ucundaki bezelye tanesi kadar beni gözüme çarptı. İnsanın gözleri ve bakışları değişmez derlerdi, doğruymuş. Yengemi gözlerinden tanıdım. 

  • Sen Akılay’sın, değil mi? dedi.
  • Evet, ben Akılay'ım. Seni tanıdım.   

 Birbirimize sarıldık. Müziğin sesinden birbirimizi duyamıyorduk. Beraber dışarı çıktık. Düğün salonunun önündeki banka oturup, hâl hatır ettik. Gülsana yengem orta yaşlarda olgun, hoş bir kadın olmuştu. Elbisesi de çok yakışmıştı. Düşünsenize aradan yirmi yıl geçmiş.  Dile kolay, yirmi yıl...

 Biraz kendimden bahsettim. Evlendiğimi, iki çocuk doğurduğumu, öğretmen olduğumu anlattım. Eşimin de üniversitede eğitmenlik yaptığından bahsettim.

  • Ben ise bir daha evlenmedim- dedi yengem.
  • Nasıl yani, niye? Hiç mi? – diye  soruları ardı arkasına sıraladım.
  • “Biliyor musun, uzun süre ağabeyin Sultan’ı bekledim. Kesinlikle geri gelip özür dileyeceğini, tekrar barışacağımızı düşünmüştüm. Daha sonra evlendiğini duydum, dünyam yıkıldı. Çok ağladım. Onu gerçekten sevdiğimi o zaman anladım. Artık köyde de duramazdım. Bu yüzden şehre yerleştim. Ağabeyinin Roza denen o aşüfteyle evlendiğini sanıyordum. Meğer onunla evlenmemiş” dedi yengem ağlamaklı. 

Ben Roza’yı daha önce duymamış gibi yaptım.  

- Hangi Roza yenge?

- O zamanlar sen küçüktün, o yüzden bilmiyor olabilirsin. Dükkânda çalışan Roza vardı hani.

- Haa, evet, hatırladım.

- İşte ağabeyin o kadının yanından ayrılmıyordu. Bazen onu evine kadar götürüyor, sabaha kadar gelmiyordu. Sonra köyde dedikodu yayıldı. Biz de kavga ettik. Ağabeyin onunla ilişkisi olduğunu asla kabul etmedi. Ben de öfkeyle evden ayrıldım.

- Benim bunlardan haberim yoktu- dedim. Kıyısından köşesinden bir şeyler duyduğumu çaktırmadım.

  • Üstelik kayınvalidem de evliliğimizin ilerleyen günlerinde beni azarlamaya, yaptıklarımdan hazzetmemeye başlamıştı. Diğer gelinleri örnek göstererek “el gelinleri bir yılını doldurmadan doğuruyor” diyerek beni huzursuz ediyordu.

Evet, annemin böyle yakışıksız şeyler söyleyebileceğinden eminim. Bu tür ithamları benim bile duymuşluğum vardı. "Doğurursam kendime bakamam diye düşünüp mabadına bir şey taktırmış olmalı” dediği duyduğumu anımsıyorum. Hatta, “ne taktırmış olabilir ki” diye şaşırmıştım. 

Sonra yengem sessizliğe gömüldü. Onu nasıl teselli edeceğimi şaşırdım. Kendimi çok rahatsız hissettim.

  • Sultan'ın kaç çocuğu oldu? - dedi bir süre sonra.
  • Beş çocuğu var. Dört kız, bir erkek. En büyük kızı on altı yaşına yeni bastı. 
  • Kendisi ne işle meşgul?
  • Köyün dışına taşınıp, çiftlik kurdular. Hayvancılıkla uğraşıyor. 

Yengem, anladım dercesine kafasını salladı. Sonra yine sessizliğe büründü. “İkinci yengem senin gibi değil, hem senin gibi olmak onun neyine. Dağınık, düzensiz biri.   Hem erkeksi, kaba saba. O kadar şişman ki Sultan ağabeyimden iki tane eder” demedim. “Sultan ağabeyim seninle evli kalmaya devam etseydi şimdiki hâlinden çok daha genç gösterirdi. Dişleri dökülmezdi, saçları bu kadar uzamazdı, gübre kokarak dolaşmazdı” diyemedim. Yengemin ondan tiksinmesini istemedim. Sonra aklımdaki soruyu sordum:

  • Belki de annemin sözlerini duymazdan, abimin yaptıklarını görmezden gelseydin her şey yoluna girerdi, ne dersin?
  • Belki. Bazen ben de öyle düşünüyorum. Gençmişim, toymuşum. Akıl verenim olmamış. "Söylenenlere aldırma, o aşüfte kocanı baştan çıkarmaya çalışıyor ama kocan öyle bir şey yapmaz. Onun da gönlü geçecek. Bu yaşadıkların geçici bir şey” diyenim olsaydı, gitmezdim belki. Gençken akıl kısa olurmuş. 
  • Sultan ağabeyimin o kadını sevdiğini düşünmüyorum. Eğer sevseydi onunla evlenirdi, dedim.

Bir tek bunu diyebildim. Yengemin hâline bakılırsa dediklerime sevinmişti. O kadınla evlenmediğine hala seviniyor gibi hâli vardı.

  • Evet, o kadının nice erkekleri baştan çıkarıp ailelerini yıktığını, bir sürü ahlaksız şeyler yaptığını sonradan duydum, dedi yengem bütün suçu Roza'ya atarak.

Beşik düğünü sona erdi. Yengemle benim sohbetimiz de bitti. Vedalaştık.

  • “Sultan’a benden selam söyle”, dedi güzel gözlerinin içi gülen yengem.  Başka şeyler de söylemek ister gibiydi. Ama hiçbir şey demedi.
  • Söylerim, mutlaka, dedim.  

İçinde kötülük bulundurmayan, kalbi tertemiz bir tanecik yengem benim. Sultan ağabeyimi hâlâ seviyormuş meğer...

Eve giderken kara kara düşünmeye başladım. Selamını iletsem mi, iletmesem mi? Selam, bir emanettir, mutlaka iletilmesi gerekir, biliyorum. Ama yine de söylemesem mi? Belki Gülsana yengem ağabeyimin de kalbindeki yaradır. Yaraya dokunmasam mı?!

  

                                                                               Bişkek,   Haziran 2023.


 

[i] Şırdak- keçeden yapılan bir kilim çeşidi. 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 207. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 207. Sayı