Yıldızlar


 01 Şubat 2023



 

YILDIZLAR

Mesel

Hudayberdi HALLI

 

Çeviren: Hüdayi Can

 

 

 

 

            Büyük matematikçi, astronom ve filozof Ömer Hayyam meyhanede uzun süre oturamadı, oradaki gürültü patırtıya dışarıdaki tenhalığı tercih edip yola çıktı.

            Al şarabın keyfiyle gözleri süzülüyordu. O çakırkeyif haliyle güzel yar hakkında bir şarkı mırıldanıyor, içinde yeni bir şiirin filizlendiğini hissediyordu.

            Köşede karşısına beyaz sarıklı, beyaz sakallı, omzu uzun cübbeli bir kibar adam çıktı. Elinde nemi dışına çıkmış bir bohça olduğuna göre hamamdan geliyor olmalıydı. Gelenin Ebulkasım Hasan ibni İshak Firdevsî olduğunu anlayınca Ömer Hayyam başını eğip, olduğu yerde durdu. Bir anda ayılmıştı, büyük üstadın karşısında nereye savulacağını, onun delici bakışlarından nasıl kurtulacağını bilemiyordu.

            Ömer’i tanıyan üstat bir kenara çekilip, yol kenarındaki taşın üstünde oturdu, Ömer’e de yanında yer gösterdi.

            Üstat yorgundu, morali bozuktu. Hayyam büyük üstada içtenlikle bir rubaisini okudu.

 

“Kim için bu yerler gökler? Bizim için. 
Biz görüş cevheriyiz akıl gözünün.
Evren bir yüzük gibiyse çepeçevre 
İnsan, taşında bir nakış o yüzüğün.”[1]

 

Üstadının önünde hafifçe eğilip: “Bu sizsiniz büyük muallim” dedi.

Üstat zekâ saçan iri gözlerini kısıp, kendisinden sonra yetişen şakirdine şiirle cevap verdi.

 

“…Uyuyan yıldızım uyandı benim, 

Beynimde çoğaldı düşüncelerim.

Anladım ki geldi sözün zamanı, 

Şimdi diriltelim eski çağları.”[2]

 

“Ey benim akıl çeşmem, sen sadece ‘Şehname’ yazmadın, aynı zamanda kitapların şahını kaleme aldın,” diyen Hayyam diz çöküp, şairin elini öpmek istedi.

Büyük üstat derhal elini göğsüne götürüp, buna izin vermedi.

“Bu el öpülmez, o senin saygına layık değil. Onun yazdığı kitap benim başımı yükseltmek bir yana, tersine başıma bela oldu. Bu el kitap yazmak yerine taş kırıp ekmek kazansaydı, gecelerimi ağır kaygıyla geçirmez, beden yorgunluğuyla rahatça uykuya dalardım. Önce insan güzel bir ümitle ağır işe girişir, sonra da o ağır mihnet başından azap olur iner. Otuz beş yıl boyunca verdiğim emek karşımda duruyor, onu ne yapacağımı, kime takdim edeceğimi bilemiyorum. Bana bu emeğim için cennet vaat eden hükümdardan kaçıp başımı kurtarabilirsem ne mutlu bana,” dedi ve başını iki yana sallayıp, derin bir nefes aldı.

 “Ah, üstat, sen yüz yirmi bin mısralık şaheserden, kitaplar şahından bahsediyorsun… İşte bana bak, gül renkli şarap ve güzel yar hakkında dört mısralık rubai yazıyorum, onu bile dinleyen yok. Şimdi zamane böyle; devir ahmağın, gelip geçici hevesin devri. İnsanlar aklın fikrin değil, paranın peşinde koşuyor. Zamanımızda duru aklın çürük saman kadar değeri yok.”

“Ben Şehname’yi bitirmek için bu dünya zevklerinden gafil kaldım, birçok şaşılası haller, bilmek anlamak gereken şeyler geçti gitti yanımdan da başımı kaldırıp bakamadım. Sen bunların arasındasın, hem de anlıyorsun, hiç bu değer bilmezliğin, insanın insana merhametsizliğinin sonu gelmez mi? Bu daha ne kadar böyle sürer, bir fikrin var mı?”

“Muhterem üstadım, sizi üzmeyi düşünmemiştim” dedi Ömer Hayyam, net bir cevap vermekten kaçındı.

Ama Firdevsî iyi ya da kötü bir cevap almak istiyordu, bu soru onu rahat bırakmıyor olmalıydı.

“Sen bir bilim insanısın, senin hayalin yalnız insan kalbine değil yıldızlara ulaşıyor. Senin Dünya’yla Ay’ın arasındaki mesafeyi ölçtüğünü işittim. Yalnız dünyanın nasıl olduğuna ya da insan tabiatına değil felekteki yıldızların hareketine bile aklın eriyor. Şimdi sen söyle, güzel günlerin yıldızı ne zaman doğacak? Başımız üzerindeki bu geniş karanlık boşlukta onun doğacağına dair bir alamet var mı?"

Ömer karşısındaki gözünü yere dikmiş adamı göz ucuyla inceledi. Henüz çocuksu yanını, inanmaya hazır saflığını yitirmeden saçı sakalı ağarmış, beli bükülmüş bir adam gördü. O kadar okusa da geniş düşünceli olsa da, onca cefa çekse, sabretmeyi bilse de saflığını korumayı başarmıştı.

Öyle bir eser yazacağını hükümdara söylediğinde “Yaz bakalım, her dizesine bir altın veririm” sözüne inanan şair binlerce dize yazmış, sonra on binlerce, otuz beş yıl boyunca çalışıp yüz yirmi bin dizeden fazla yazmış. Aslında bu çok zor bir iş, vaat edilen altın bir yana, heves olmasa bu iş yapılamazdı. Hükümdar ise senin çalışmana, emek harcamana engel olmasa, ondan büyük hediyesi olmaz. Kendisi yağmayla zenginleşen, hanlardan beylerden hediye alan adam niçin topladığı parayı bir sadedil şaire versin? Ya şair, yazdığı eserin her dizesinde bir altın görmese, onu nasıl yazsın?

Yerdeki hanlardan sultanlardan ümidi kesilen şair göklerdeki karanlıkta baht yıldızını görmek istiyor. Aslındaysa Hayal ile Hakikat arasındaki mesafe yeryüzüyle yıldızlar gibi. Ömer cevabını bekleyen üstada onu teselli edecek bir şey söylemek istedi.

“O yıldızı ben çok aradım üstadım, henüz bulamadım. Yaradan o yıldızı çok sağlam bir yere, karanlık göğün arkasına gizlemiş olsa gerek,” dedi önce, sonra bir süre ne diyeceğini düşünüyor gibi sessiz oturdu, sonunda sözünü şöyle tamamladı: “Belki de o yıldız asla yoktur.”

Firdevsî bu cevabı kabul etmedi.

“Ama sen bir bilim insanısın. Gökyüzünde olmayan bir şeyi aramazsın.”

“Biliyor musun üstadım, bu gök kubbesi, tıpkı edebiyat meydanı gibidir. Orada yıldız çok, önceden görülmeyen yeni yıldızlar da ortaya çıkıyor. Ama bazıları daha ışığı yeryüzüne gelmeden sönüyor. Hiç sönmeyen yıldızlar da var. Onlar insana her zaman doğru yolu gösteriyorlar. Bazıları da çok eski zamanlarda ortaya çıkmış, çoktan sönmüş gitmiş. Işığı hala bize geldiği için insanlar onların yaşadığını sanıyor. İşte, en berideki, bize en yakını Ay, onun kendisinde ne soğukluk var ne sıcaklık; Güneş düşen yanı sıcak, diğer yüzü soğuk. Aydınlığı da kendisinden değil, biz ayın aynasında Güneşten düşen ışığı görüyoruz. Karanlık boşlukta Baht yıldızını aramak da onun gibi bir şey, herkes onun doğacağı zamanı bekleyerek dünyanın azabını, en ağır işi o boş ümitle yeniyor.”

“O zaman sen söyle, bu aklın fikrinle kendin ne diye bu cefalara katlanıyorsun?”

“Ben azap çektim, bunu anlamak için. Ben bu feleğin sırrını öğrendikçe, onun boşluğa vardığını anlamaya başladım. Felek senin ömrünü alıyor, yerine başka bir şey vermiyor. Feleği hiç kimse yenememiş, bu yine böyle olur, o yenilmez. Bunu açıklamaya aklım fikrim yetse de ne çare söylemeye dilim varmıyor, susuyorum. Eğer onu söylesem, benden sonra şair çıkmaz diye korkuyorum. Ne şarkı söylenir ne sevgi kalır. Bırak bu deli gönülde kısa sürelik de olsa neşe yaşasın diye, şarap için derdimi hafifletiyorum.”

Ebulkasım Firdevsî şakirdinin söylediklerini tasdikler gibi başını sallarken içinden şöyle geçiriyordu: “Öyleyse bu başımız üstündeki Güneş nasıl acaba? O da bir zamanlar sönmüş bir yıldız olmasın?” Sudan yaratılan hayat hakkında, Güneş’in ve Ay’ın beraberindekilerle birlikte dönüşü, Günün her gün farklı bir yerden doğuşu hakkında, Kitap’ta yazılanları düşünüp, inkarın ağır günahından korkarak, soru sormadı bu sefer.

Kederle şöyle dedi:

“Ben eve gideyim, zavallı çocuğum yolumu bekliyordur.” Yanındaki bohçaya elini uzattı.

Yolun kenarından ağır adımlarla yürüyen büyük üstada bakan Hayyam: 

“Bu da sönen ışıklı bir yıldız. Onun aydınlığı insanlara kim bilir ne zaman ulaşır,” diye düşündü.

Hayyam’la yaptıkları konuşmaya hayalinde devam ederek yürüyen Ebulkasım Firdevsî ise çırağı hakkında şunları düşünüyordu: “Bunun keşiflerini, yaptığı deneyleri insanlar ya anlar ya anlamaz, orasını bilemem. Belki, Dünya’yla Ay’ın arasındaki mesafeyi daha doğru ölçecek alimler de çıkar, ama onun söylediği doğru sözü söyleyecek biri çıkmaz. Onu söyleyen parlak yıldız söner gider, ışığı ise bir gün insanlara ulaşır.”

 


 

[1] Çeviri: S. Eyüboğlu

[2] Çeviri: Bekir Şişman

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 194. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 194. Sayı